2025 Şubat – Ağustos tarihleri arasında Tate Modern’de ziyarete açılan “Leigh Bowery!” sergisi, sanat, moda, performans ve gece hayatını radikal bir estetikle harmanlayan bu olağanüstü figürün çok yönlü kariyerine odaklanıyor.
Bowery’nin 1980’ler Londra’sındaki gece kulüplerinden sahneye, galerilerden sokağa taşan performansları; makyajı, kostümü, sesi ve bedeni birer ifade aracına dönüştürerek sanat ile yaşam arasındaki sınırları görünmez kılmıştı.
Sergi, Bowery’nin ikonik ‘Looks’larını ilk kez bu yoğunlukta bir araya getirirken; Michael Clark, Nick Knight, John Maybury, Lucian Freud gibi sanatçılarla yaptığı işbirliklerine de geniş bir alan açıyor. Sergide ayrıca Sue Tilley, Trojan, Princess Julia, Lady Bunny, Scarlett Cannon, MINTY ve Boy George gibi isimlerle birlikte şekillenen dönemin yaratıcı yeraltı dünyasına da ışık tutuluyor.
Lady Gaga’dan Alexander McQueen’e, Anohni’den Jeffrey Gibson’a uzanan birçok isimde bugün hâlâ hissedilen etkisiyle Bowery, sadece bir dönemin değil; dönüşümün, ifadenin ve başkalaşımın sembolü haline geliyor.

Bedenin ve Kimliğin Sınırlarında Bir Sanatçı
Leigh Bowery, 26 Mart 1961’de Melbourne’ün Sunshine banliyösünde doğdu. Müzik ve moda tutkusu çocukluk yıllarında başladı; piyano çaldı, RMIT’de kısa süreli moda eğitimi aldı. Ancak içindeki yaratıcı ateşi dizginlemek kolay değildi. 1980’de Londra’ya taşınarak kendini tamamen özgür hissettiği, sınır tanımayan bir dünyaya adım attı.
Londra’nın yeraltı kulüplerinde hızla parlayan Bowery, burada kendine özgü, cesur ve çoğu zaman provokatif bir stil geliştirdi. Kıyafetleri sadece giysi değil, bedenin dönüştürücü bir aracıydı. Makyajıyla ve sahne kostümleriyle toplumun güzellik, cinsiyet ve kimlik normlarını altüst etti. Kendisini sürekli yeniden yaratarak, bedenini bir performans enstalasyonuna dönüştürdü.
1985’te Tony Gordon ile birlikte açtığı Taboo kulübü, o dönemin en özgürleştirici ve cesur mekânlarından biri oldu. Burada “polysexualism” kavramını benimsedi; cinsiyetin ve kimliğin sınırlarını zorlayan bir atmosfer yarattı. Kulüp, Boy George, George Michael, John Galliano gibi isimlere ev sahipliği yaptı ve Bowery’nin yarattığı çok sesli özgürlük manifestosunun merkezi haline geldi.
Sahne performansları çoğu zaman izleyiciyi hem büyüledi hem de rahatsız etti. En çarpıcılarından biri, sahnede bedeniyle oynadığı, dönüşüm ve doğumu simgeleyen şok edici hareketleriydi. Bowery’nin eşi ve uzun süreli iş arkadaşı Nicola Bateman ile birlikte gerçekleştirdiği bu performanslar, bedenin güç ve kırılganlık arasındaki sınırlarını sorguladı.

Bowery, sadece kulüplerde değil, sanat dünyasında da iz bıraktı. Lucian Freud onun devasa fiziğini bir sanat eseri olarak tuvale taşıdı; Bowery’nin kırılgan ve cesur duruşunu ressamın fırçasıyla ölümsüzleştirdi. Freud, Bowery’nin görünürdeki güçlü ve abartılı duruşunun arkasında utangaç ve derin bir insan olduğunu söyledi.
Sanatçının kariyeri aynı zamanda moda, müzik ve televizyonla iç içeydi. Michael Clark Dans Topluluğu için kostümler tasarladı, reklam filmlerinde oynadı, New York ve Tokyo’da defileler düzenledi. 1993’te kurduğu art-pop grubu Minty ile sınırları yeniden zorladı.
Ancak Bowery’nin hayatı trajik biçimde AIDS ile mücadele içinde geçti. 1994’te, Londra’da hastaneye kaldırıldı ve kısa süre sonra yaşamını yitirdi. Arkasında, sınırları aşan, normlara meydan okuyan, kimlik ve beden algısını sonsuza dek değiştiren bir miras bıraktı.
Leigh Bowery, sadece bir sanatçı değil; bedenin, kimliğin ve yaratıcı ifadenin sınırlarını sorgulayan, dönüştüren ve özgürleştiren bir efsane olarak anılmaya devam ediyor.