Sınırların varlığını kabul etmemekte ortaklaşan iki sanatçı Fulya Çetin ve İlhan Sayın. İki ayrı incelikli anlatı. Fulya Çetin Gündüz Rüyaları sergisinde, tanımsızlıktan korkmayan dişil bir dille öze dair olanın anlatısını sunarken; İlhan Sayın, adını Turgut Uyar’ın şiirinden alan Geyikli Gece başlıklı sergisinde, kırılgan olanın direnci, zamanın geçiciliğine dair devamını izleyicinin getireceği imgeler bırakıyor boşluğa.
9 Mayıs 2025 – 4 Ocak 2026’da Yapı Kredi Galeri’de gerçekleşecek olan Gündüz Rüyaları ve Geyikli Gece sergileri hakkında küratör Didem Yazıcı ve Fulya Çetin ile İlhan Sayın’la bir söyleşi gerçekleştirdik.
Yapı Kredi Galeri’de gerçekleşen Bir Arada sergi dizisinin ikincisi Fulya Çetin ve İlhan Sayın’ı bir araya getiriyor. Bu defa yolları defalarca kesişmiş, birbirinden beslenmiş iki sanatçının birbirinden hem çok farklı hem de benzer anlatı dünyalarını bir araya getiriyorsunuz. Sanatçı seçiminde ve küratöryel süreçte neleri dikkate aldınız?
Didem Yazıcı: Kişisel ve ikili sergileme yollarının kesiştiği Bir Arada sergi Yapı Kredi Galeri’nin mimarisinden yola çıkılarak geliştirildi. İki kat, iki ayrı kişisel sergiyle sanatçıların bireysel üretimlerine odaklanırken, her ikisinin de eserlerinin bir arada sergilendiği orta alandaki ‘beyaz küp’, iki sanatçının arasındaki kavramsal ilişkiyi vurgulayan ortak bir zemin kuruyor. Araştırma konuları ve sanatsal ifadeleri benzerlik taşıyan sanatçıların çalışmalarına birlikte bakma alanı açan Bir Arada Fulya Çetin ve İlhan Sayın’la bu defa insanın doğa, kent ve insanla kurduğu karmaşık ilişki ağları üzerine düşünüyor.
Fulya Çetin ve İlhan Sayın’ın yolları üniversite yıllarında ve sonrasında kesişse de daha önce Bir Arada formatındaki gibi kişisel sergilerle yan yana gelmediler. Her iki sanatçı da uzun yıllardır İstanbul’da üretiyor, bağımsız olmaya, kendi belirledikleri konularda ve kendi tempolarında sergiler yapmaya önem veriyorlar. Her ikisi de toplumsal cinsiyet eşitsizliği, çevresel adaletsizlikler ve sömürge biçimleri gibi sert konuları sade ve kendine özgü bir sanatsal dile çeviriyorlar. İki sanatçının da sanatsal sürecinde içselleştirdiği bir süzgeç var, bu süzgeç mekanizmalarının, hassasiyetlerin ve bakış açılarının getirdiği bir ortaklık söz konusu. Günümüzün sosyopolitik konularıyla hemhal olurken, bunu didaktik olmayan ve izleyicinin hayal gücüne alan açan açık uçlu yöntemlerle yapıyorlar.
Her iki sanatçı da sert konuları incelikle, yalınlıkla ve hassasiyetle ele alıyorlar. Sergide müşterek temalar, benzer dünya görüşleri ve uzun yıllara dayanan arkadaşlık bağları üzerinden birleşiyorlar. Biçimsel anlamda ayrışıp, sanatsal yaklaşımları ve işledikleri konularda buluşuyor. İlhan Sayın adını Turgut Uyar’ın Geyikli Gece şiirinden alan sergisinde doğanın direnişine, zamanın geçiciliğine ve mimariye odaklanırken Fulya Çetin Gündüz Rüyaları’nda kadın ve doğanın varoluş mücadelesinden hareketle ekofeminist bir görsellik kuruyor.
Didem Yazıcı, küratöryel metinde ikinizin işleri arasındaki ortaklıklardan söz ederken, “… her ikisinin de insanın doğa üzerindeki tahakkümü üzerine düşündüren incelikli eserler üretmeleri,” diyor. İşlerinizi düşününce çok içime sinen bir betimleme oldu. Buna sanırım bir de, izleğinizde hiçbir imgeyi nesneleştirmeyen, özne gözünden -öze dair- anlatılar olduğunu eklerdim. Böylesi bir bakış bir sanat pratiği belki ama aynı zamanda bir yaşamla ilişkileniş biçimi. Geniş bir soru soracağım o nedenle. Siz kimsiniz ve gözünüzün gördüğü, elinizin uzandığı dünya nasıl bir dünya?
Fulya Çetin: Bu soru bana Tahrip Koleksiyoncusu ve Havaya Karışan sergilerimi hatırlattı. O sıralarda kalbimi kıran şeyler vardı. İnsanlarsa kalbimi kıran şeylerden etkilenmiyormuş gibi, hiç hakkında konuşmuyor, hiçbir şey görmüyor, duymuyorlarmış gibi yaşamlarına devam ediyordu sanki. O sergilerle, “hep birlikte yas tutabiliriz, siz de benim yasıma katılın,” demek istedim, “beni yasımla yalnız bırakmayın,” gibi bir çağrı ve duyguyla. Havaya Karışan’daki o belirsizlik, sisli puslu hâl, mırıldanma ve sayıklamalar… Çünkü üzerinden Gezi geçmişti ve Gezi’de toz bulutu, duman bulutu vardı. Hem o görsellikle hem de o duygularla örülmüş bir sergiydi.
“… O Terlik Benimle Konuşuyordu. O Terliğin Resmini Yapınca Başkalarıyla da Konuşur Oluyordu.”
Ondan önceki Tahrip Koleksiyoncusu sergisindeki işlerim daha seçilmiş, kadrajlanmış nesnelerdi. Mekânları dolaşmıştım. İnsanların artık mahrem olmayan ama benim bakan gözüme göre mahremlerine girip neyi geride bıraktıklarına bakmıştım. Boş bir askı, yerde devrik, sanki kaçarken bırakılmış gibi bir çift ayakkabı, üst üste duran, komşulara gidip gelmekten ezilmiş terlikler… O terliklere, ayakkabılara bakınca o kadar çok hikâye vardı ki, o terlik benimle konuşuyordu. O terliğin resmini yapınca başkalarıyla da konuşur oluyordu.
İlhan Sayın: Ben de çizdiğim şeylerin sanki aracısıymışım gibi hissediyorum. Onlar bir söz söylüyor ve ben onları dillendiriyormuşum ya da duyuyormuşum gibi. Kulak kabartıyormuşum gibi ne diyorlar diye. Ya da onlara aracılık edip onların sözünü taşıyormuşum gibi hissediyorum. Onlarda bir kimlik, bir persona görüyorum ve o persona konuşuyormuş gibi geliyor bana. Orada bir hikâye hissediyorum. O hikâyeyi çok derinde bir yerde hissediyorum ve duyuyorum. Belki onları nesneleştirmiyor olmama dair gözleminiz bundandır.
Tanımsızlık, belirsizlik hayatımızda, sanatta dahi kaçındığımız olgular. Sizde ise bir hareket, özgürlük alanı sanki. “Köşesizlik” derdim işlerinizi tanımlamak için. Sınırların belirgin olmayışı. Sanatı ve hayatı algılayışınızla nasıl örtüşüyor bu durum? İş pratiğiniz de bu belirsizliğe kucak açma durumundan besleniyor mu? Her şeyiyle planlı bir çalışma biçiminden mi sezgilerden mi söz etmeliyiz iş pratiğinize dair?
F.Ç.: Hayatın tamamında bu kendinden eminlik ve keskin bir dil kullanmak zaten bana her zaman çok eril geliyor. Her şey çok değişken. Zaman içinde her şey çok akışkan. Dolayısıyla sanatımın da kendim gibi olmasından yola çıkarsak eğer, benim gözümden, benim içimden ve beynimden, kalbimden süzülen bir şey olarak çıkıyorsa; okuduklarımdan, yaşadıklarımdan, bakıp elediklerimden; o zaman net bir dil kullanmak benim için imkânsız gibi bir şey. Çünkü ben öyle değilim. Yani emin değilim. Hiçbir şeyden emin değilim. Kendimden emin değilim.
“Bütün Bunları Anlayabilmek İçin Bu Kadar Çabalarken O Keskin Dili Kullanmak, O Çabayı Yok Etmek Demek…”
Yaşadığım bu dünyanın tanımını çok net bir şekilde yapamam. Anlayamadığım ve anlamaya çabaladığım çok şey var. İnsanlarla ilgili, insanların toplumsal tavırlarıyla ilgili. Herkes bir çabalama halindeymiş gibi geliyor. Bütün bunları anlayabilmek için bu kadar çabalarken o keskin dili kullanmak, o çabayı yok etmek demek.
Bedenimin dili, zihnimin, davranışlarımın dili, arkadaşlarımla ya da ailemle kurduğum ilişkinin dili bu esneklik ve şeffaflıksa eğer üretim dilimin de buna göre değişmemesi mümkün değil. Objelerin, nesnelerin dilini anlayıp oradan üretmekten bahsettik ya, orada bile çok tereddüt ediyorum. Kendimi ne kadar içine sokmalıyım ne kadar geride bırakmalıyım? Çünkü orada da bir diyalog olduğunu düşünüyorum. Eğer yüzeye dikte edersem bir şeye hükmetmiş olurum ve o hükümdarlıkla barışmak istemiyorum. Dolayısıyla o hükümdarlıkla barışmak istememe hali bir çeşit isyanı da getiriyor içinde.
Kuralları birlikte koymaktan yanayım. O yüzey bana ne verecek ne isteyecek, ben ne kadarını kabul ettirebilirim, o ne kadarını reddedecek? O yüzeyin büyüklüğü, rengi, onun üzerine koyacağım materyali kabul edip etmemesi, diğer materyallerle, malzemelerle birleştiğinde nasıl tepki verecek olması gibi şeyler var bu tutumun teknik yansıması olarak.
Bütün bu süreçleri izlemek aslında o malzeme ve yüzeyle bir diyalog halinde olmak demek. O diyalog da benim esnememi ve belirsizleşmemi gerektiriyor. Yani ben eğer o yüzeyde neyin nasıl olacağını çok isteyerek, görerek gitsem, bilsem, o zaman daha net şeyler ortaya çıkabilir. Bir hayal kurarsın. O yüzeyde o hayali gerçekleştirmek için yüzeyle her gün uğraşırsın, çizersin, boyarsın. Ki onu da yaptığım zamanlar oldu. Reddetmiyorum. Ama şu an geldiğim noktada biraz da malzemeyle, yüzeyle veya resmin kendisiyle oluşan görselle iletişim halinde olmayı tercih ediyorum. O belirsizliği. Bunu da yüzey üzerinde tahakkümlü bir dili eril bulduğum için yapıyorum. Bu erillikten kaçmaya çalışıyorum. Kendimdeki erillikten kaçmaya çalışıyorum. Hepimizin içinde bir sürü hikâye, bir sürü değişken var. İşte o kendimdeki değişime de açık olmak. Yüzeye, böylece kendime de açık olmak gibi.
İşlerinize bakıldığında, Didem Yazıcı’nın liminalite sözcüğüyle tanımladığı o her iki durumda da olmama hâli, belirsiz bir evre seziliyor. Ben de hep işlerinizde resmettiğiniz kadar resmetmediklerinizin de olduğu izlenimine kapılırım. Ses-sessizlik, var-yok ilişkisi. Yok’un da var kadar alana sahip olduğu işler. Belki Didem Yazıcı’nın söz ettiği o belirsizlik evresini de bu denge yaratıyor. Her şeyin olduğu ama hiçbir şeyin olmadığı. Bu biçemin sizde ve sanatta karşılığı nedir?
İ.S.: Ben de Didem bunu yazana kadar kendimde tanımlayamamıştım. Bir hissi vardı ama sözcüklere Didem çok iyi dökmüş onu. Hep böyle bir şeyin gelip bir yerde durduğu, eşiği aşamadığı, eşikte kaldığı ama aslında sözünü söylemeye devam ettiği.
“Biraz Başlıyorum, Onu Bir Yerde Durduruyorum, Bırakıyorum ve O Söz Boşlukta Devam Ediyor.”
Biraz başlıyorum, onu bir yerde durduruyorum, bırakıyorum ve o söz boşlukta devam ediyor. Onun ne olduğunu biz bilmiyoruz. Sadece ben başta hissettiriyorum onu ve o öyle, o sözcükler, o fısıltılar, o neyse, o söylediği şey boşlukta devam ediyor ve bunun ne olduğunu da bilemiyoruz ama orada devam ettiğini düşünüyorum. Devam ettiğini düşündürüyorum ya da düşünüyorum, onu yansıtıyorum.
Doğu tiyatrosu ses-sessizlik, hareket-hareketsizlik dengesinden beslenir. Ama oradaki geçişler çok keskin, belirgindir. Sizin işlerinizdeyse o çok incelikli ve belirsiz bir hat. Bu yine sizin hayatla kurduğunuz ilişkiyle ilgili diye düşünüyorum. Ne dersiniz?
İ.S.: Oradaki boşluk da aslında hem izleyiciye hem bana özgür nefes alınabilecek bir alan açıyor. Bir düşünme alanı. Sonsuza kadar gidebilecekmiş duygusu uyandırıyor oradaki boşluk, doluluk. Sonra o doluyu bir yere bırakıp boşluğa, dolunun boşluğa kendini bırakması. Orada hepimizin zihninde bir alan açtığını düşünüyorum. O boşluğu biz kendimiz doldurabiliriz. Kasıtlı yapmıyorum belki, böyle hissediyorum, onu yapıyorum sadece. Çerçevelenmek bana iyi gelmiyor. Ortaya koyduğum bir anlatıyı kesin bir çerçeveye sokmamayı tercih ediyorum. Böyle nefesim daralmıyor.
Dişil olanın var olması ve var etmesi üstünden ekofeminist bir dil uzun zamandır işlerinizde var. Doğanın kendisi ve kadın uzun zamandır odağınızda. Kendini dayatmadan, yalınlık ve ustalıkla. Bu dilin işlerinizde en nesneleşmiş hâlini saçlarda görüyoruz. Saçlar kimi zaman bir mırıltı eşliğinde örülerek kimi zaman sanki her yerden esen bir rüzgârla savrularak karşımıza çıkıyor. Kimin saçları bunlar ve size ne ifade ediyor?
F.Ç.: Olimpos’ta yaşamaya başladığımda evimin önüne bir tane karabiber ağacı diktim. O ağaç çok hızlı büyüdü. Çok çabuk büyüyen bir ağaçmış meğer. Onunla çok zaman geçirdim. Kışını, sonbaharını, ilkbaharını, yazını gördüm. Büyüyüşünü gördüm. Bütün rüzgâr çeşitlerinde nasıl dayandığını gördüm. Onun dayanıklılığının esnekliğinden geldiğini de gördüm. Dalları incecik ve neredeyse örebilirsin. Bir fırtına oluyor, bir tarafa yatıyor. Ondan sonra diyorsun ki o yatıp kaldı herhalde orada. Sonra diğer taraftan fırtınayla düzeliyor.
Karabiber güzelliği, esnekliği ve dayanıklılığını izledim. Bir ağaçla bu kadar mı konuşulur? Sözsel bir konuşma değil ama ben birbirimizi sevdiğimizi düşünüyorum. İstanbul’a geldiğim zamanlarda mesela karabiber ağacını özlüyorum. Gözümün önüne geliyor o yapraklarının rüzgârda salınışı. Gözümü kapatıp böyle rüzgârda salınışını hayal ettiğimde insanların saçları geliyor gözümün önüne.
Bir kız çocuğu oturuyordu gözümün önünde. Sandalyesine takılmıştı saçı ve rüzgâr esti. Saç oradan kurtulup savrulmaya, esmeye başladı ve o saçtaki bir buklenin hareketi bana direkt yine o karabiber yapraklarının, dallarının hareketini getirdi. Böyle hayran oldum o görüntüye ve orada, o görüntüde kaldım. Sonra yaptığım işlerde de o öyle bende yürümeye, içimde yeşermeye başladı aslında o duygu ve fikir. Bazen bir görsel, içinde barındırdığı bütün bilgi ve duyguyla ötekilerin arasından sıyrılıyor.
Kimi zaman dengeli, kimi zaman dingin, kimi zaman öfkeli, karmakarışık. Ve her şeyden bağımsız. Yani politikalardan bağımsız, geleneklerden bağımsız, kadınlıktan erkeklikten bağımsız, tek başına herhangi bir şeyin sahip olamadığı, rüzgârla salınabilecek, rüzgârla uçuşabilecek kadar hafif ve uyumlu bir yandan da rüzgâra uyumlu bir form olarak düşündüm.
Ekofeminizmle bağlantısına gelince, Elif Dastarlı’nın yazısında bununla ilgili güzel bir şey vardı. Benim seçimlerimin kadınla doğayı eşleştirmekten dolayı değil aslında, buna dair. Orada çok güzel bir cümle kullanıyordu. İçimi çok rahatlatan bir cümle oldu o. Kadınla doğayı eşleştirmek ya da ne bileyim, çiçek-kadın ilintisinden bakmak gibi bir yerden değil, çok yaşamsal bir yerden olduğunu söylüyordu. Zaten söz etmiştik ya, kadın değil, dişil, her tarafa yayılan dişil enerji… Evet, belki bir kadın bedeninde var oluyor. Dişil kelimesi yerine başka bir kelime bulmaya çalışıyorum aslında.
“O Kadar Yorulduk ki Bize Dikte Edilmesinden.”
Sadece dikte etmeyen. O kadar yorulduk ki bize dikte edilmesinden. Mesela İlhan demin sınırların içinde olmaktan söz etti ya. O kadar sınırlandırılmaktan bıktık ki. Biz artık o yüzeylerimizi de arıyoruz. Sınırlandırılmamayı, dikte edilmemeyi. Yani bunun karşılığı olan sözcük dişil mi, bilmiyorum. Bizim kaçtığımız ve reddettiğimiz şey eril olan mı? Bilmiyorum. Ama gerçekten daha diyaloglu ve monologdan uzak, dikte edilmeyen bir yerden geliyor.
Kapsayıcı, öze dair, doğurgan.
F.Ç.: Evet, kapsayıcı çok güzel bir kelime mesela. Öze dair, harika.
Bu coğrafyaya özgü mü bilmiyorum ama göz yeni ve parlak olanı görüyor, onu önemsiyor. Sizin sanat pratiğinizin ise çok dışında. Eskimiş, yıkık olan, onu resmederken ya da bir ikinci el pazarında karşınıza çıktığında size ne anlam ifade ediyor?
İ.S.: Bu yeni denen şeyin çok yorucu olduğunu düşünüyorum. Artık bir noktadan sonra sürekli üstümüze yeni boca edilince, ben onu görmez oluyorum. O parlaklık, rengârenklik, o alacalı bulacalılık… sergilere de fuarlara gittiğimde artık gözüm neredeyse acıyor ve kanıyor. Aslında sürekli ileriye bakmak da çok kısır, beni çok daraltan, bunaltan, yaratıcılığı da çok kısıtlayan bir şey olduğunu düşünüyorum.
“Yenilik Kavramını Düşünmemiz Gerekiyor Gibi Geliyor Bana. O Parlaklık Yenilik midir?”
Tavır olarak en iyisini, en şahanesini, en yenisini göstermek denen şeyin aslında çok kısıtlayıcı olduğunu, yaratıcılığa da iyi gelmediğini düşünüyorum. Her yere bakmaktan yanayım ben. Eskiye de bakıyorum, yeniye de tabii bakıyorum. Yani yeni olan her şeyde kötü demek istemiyorum. Bazen çok güzel şeyler de görüyorum arada. Ama yenilik kavramını düşünmemiz gerekiyor gibi geliyor bana. O parlaklık bir yenilik nedir?
Sanat tarihine referanslar kullanmayı çok seviyorum. Sanat tarihinde inanılmaz bir birikim olduğunu düşünüyorum. Söylenmiş güzel sözleri kulağımızın kapamamamız, oralara da bakmamız gerektiğini düşünüyorum.
Yolda giderken, sokakta yürürken, pazarda, ikinci elcilerde, kitapçılarda, sergilerde eskiye de bakıyorum, yeniye de bakıyorum, her şeye bakıyorum, her şeyi kaydediyorum. Yeni diye baktığımız şey de aslında eski bir konuyu sadece parlak renklerle ve farklı bir tavırla resmetmek ya da ortaya çıkarmak gibi. Aslında zaten eski olanı. Yeni olan şey sadece yapma biçimi. Aslında anlattığı konuda en ufak bir yenilik yok. Ama herkes bunu yapınca o da yeniliğini yitiriyor. Artık görmez oluyorsun, etkisiz oluyor.
28. Sayı şimdi basılı ve dijital versiyonuyla satışta!
ArtDog Istanbul basılı dergi satış noktalarını görmek için tıklayın.
Basılı dergi siparişiniz 1-5 iş günü içerisinde adresinize teslim edilir. Dijital sayı siparişiniz ise e-posta adresinize PDF olarak gönderilir.