Gündüz Vassaf.

Günümüzde Sanat Düzenin Afyonu Gibi

Gündüz Vassaf: Gezegenimiz alarm verirken bizi oyalıyorlar. Düzene uyumlu oportünist bir sanatın şakşakçısı, tüketicisi, bağımlısı olduk…

/

Yazar ve psikolog Gündüz Vassaf’la 2024’te dünyada yapılacak seçimleri, iklim krizini, Türkiye’deki sol hareketi ve tüm bunların yanında sanatın işlevi üzerine konuştuk.

Bu yıl 50 ülkede seçim olacak, sizce dünyada demokrasi sınav mı verecek?

Hayır, bu bir demokrasi sınavı değil. Dünyada yaşayan yetişkinlerin belki yarısı, iki milyar insan oy verecek. Bu doğru. Fakat bu doğrunun yanında, 300’e yakın kişi, üç milyar insanın varlığına eşit servete sahip. ABD’de mesela, demokrasi yok, plütokrasi var. Kimin seçileceğine paranın, zenginlerin hükmettiği bir ülke. Seçilebilmek için dünyanın parasına ihtiyacı var adayların, parayı ona veren de şirketler. Seçildiğinde çıkardığı yasalarla şirketlerin hizmetinde. Kendilerine demokrasi diyen kimi ülkeler oligarşi, seçkinlerin yönetimi. Şeriat ya da apartheid yönetiminde ülkeler var. Aile yönetiminde monarşiler var. Otoriter ülkeler var, bunlarda da seçimler oluyor. Kimi tek partili, kimi çok partili ama buralarda da demokrasi yok.

Yani demokrasi “varmış” gibi kendimizi aldatıyoruz diyorsunuz?

Evet, demokrasi varmış gibi davranıyoruz. Bizi yönetenler, o demokrasi makyajında baskı rejimlerine götürüyor. Bizim bu kelimeyi kullanmamız, onların düzeninin ekmeğine yağ sürmemiz, demokrasiyi öldürmemiz demek. Çünkü demokrasiyle ilgili değil bu seçimler. Üstelik sanki bu seçimler dünyada değil, başka bir yerde oluyor. Nükleer savaşın eşiğindeyiz, bahseden yok. İklim krizi var, bahseden yok, yapay zekâ tehlikesi var, bahseden yok. Hiçbir seçimin gündeminde gezegenimizi, canlıları tehdit eden, türümüzün sonunu getirecek konular yok, susuyorlar. Bunlara gene de demokrasi diyor olmamız, topluca bir patolojiden mustarip olmamızın ifadesi. Taraf şakşakçılığımızda, seçimleri tribünlerden izleyeceğiz.

Ulus devlet zaten küresel sorunlarımız için yapısal aymazlıkta. Ne iklim krizi ile uğraşabilir ne nükleer tehlikeyle ne de yapay zekayla. Ulusal sorunlar içinse hantal, duyarsız, merkez bürokrasisi ve devlet ideolojisiyle ülkenin çeşitliğinden kopuk. Basit bir örnek: Türkiye’nin yarısı aydınlıkta yarısı karanlıkta uyanıyor. Farklı zaman dilimleri gerekli; doğuda başka, batıda başka.

Seçimlere itirazınız var diye toparlayabiliriz o zaman…

Seçimler assolist, yasama ve yürütme figüran oldu. Ülkede güç yürütmenin elinde toplanmaya başladı. Mesela Bush ABD başkanlığında, Irak’a saldırısıyla işgalinde anayasayı ihlal ederken ardından Obama hemen avukatlar ordusunu toparladı, yasalarda değişikliklerle aynı şeyleri sürdürdü. Bu arada herkes oy vermiyor zaten.

Niye oy vermiyorlar?

Özellikle gençler vermiyor çünkü düzen iflas etti, ilgilenmiyorlar. Aynı politikalar, başka suratlarla demokrasi tiyatrosu devam ediyor. Zaman zaman Türkiye’deki Gezi gibi, Yunanistan, Mısır, Tunus, İspanya, Fransa, Meksika’daki hareketler gibi bir başkaldırı oluyor, devletler şiddet kullanarak hareketleri bastırıyor. Seçimlerdeyse yeni bir şey yok.

ArtDog Istanbul 20. Sayı150,00Ocak – Şubat 2024

“VASAT DÜNYA VASAT SANAT” Sayısı

ArtDog Istanbul basılı dergi satış noktalarını görmek için tıklayın.

Kapak Görseli: Maurizio Cattelan, İsimsiz, 2001

Kapak Uygulaması: Burcu Ocak

Başarılı

“ABD, ABD’lilere Bırakılmayacak Kadar Önemli”

Amerika örneğini verdiniz, siz de Boston’dasınız, “Trump başa gelirse” paniği ile ilgili ne söylersiniz?

Evet, Hitler’in 1933’te şansölye seçilmesinde bu yana son yüzyılın en kritik seçimi. Darbeyi beceremedi. Şimdi de yasalarla seçime girmesi mahkeme kararıyla engellemeye çalışılırken hukuku işletmekten korkanlar var. Engellenirse ayaklanmalar olabilir. Hadi diyelim ilkelerden vazgeçelim, adam seçime girsin. Seçilirse Hitler örneği var. Ülke zaten bölünmeye gebe. Günlük yaşamdan örnek vereyim. Amerikalılar her yıl televizyonda New York Times Square Meydanı’nda bir binanın tepesinden gece yarısına 60 saniye kala ışıklı topun yere inmesini seyrederek yeni yıla girerler. Ülke o kadar ikiye bölündü ki, iki ana kanaldan biri bu geleneksel yılbaşı kutlamasını vermek yerine Trump’ın propagandasını yaptı.

Dünya Amerika’ya bırakılmayacak, Amerika da Amerikalılara bırakılmayacak kadar önemli. Bu seçimler hepimizi ilgilendiriyor fakat özellikle dünyada sol kesim, antiemperyalist geçmişiyle tek hedef olarak Amerika’yı tanıdığı için, “Oh olsun Amerika’ya, ne bela başına gelecekse gelsin” diye düşünüyor. Amerika’daki bu demokrasi benzeri rejim de giderse asıl o zaman dünyada totaliter rejimler, faşizmle elele veren popülizm, diktatörler güç kazanırken, belki de en çok Rusya ve Çin’de yaşayanlarla onlara bağımlı Afrika ülkeleri mağdur olacak.

İklim kriziyle ilgili az önce kimsenin gündeminde değil dediniz seçimleri konuşurken…

Sanayi Devrimi’nden bu yana en sıcak yıl, 2023. Çok somut bir örneğini bu yaz ayaklarımızın altında hissedebiliriz. Geçen sene ısı 45’lere çıktı, bazı şehirlerde asfalt eridi. Sürerse otomobiller yola yapışacak, uçaklar pistlere inemeyecek. İklim aktivisti Greta Thunberg’in çığlığı bize hiç fayda etmiyor. Ömer Madra, Açık Radyo’da yıllardır anlatıyor. Uzakta bir şey diye bakarcasına, tür olarak bencilliğimizin doruk noktasındayız.

Çığlığı duymaktan, endişelenmekten başka ne yapabiliriz?

Şikayet edeceğimize, şikayetin dozunu arttıracağımıza -çünkü o şikayet bizi depresyona sokar, pasif yapar, rejimi güçlendirir- hemen ne yapabilirim diye konuşmamız lazım. Konu ne olursa olsun kendimiz gibi düşünenlerle dertleşiyor, aynı ezberi tekrarlarken taraflaşıyor, büyük resmi göremez oluyoruz. Aynı apartmanda komşularımızı, hele Türkiye gibi geleneksel toplumlarda bile tanımaktan kaçıyoruz. Git, çal komşunun kapısını, bunları konuş. Önce apartmanın sorunundan, çöp sorunundan başla, tanış, hepimize ortak sorunlarla örgütlen, sesini duyur… Arzuladığın bir dünya için bakkaldan, taksi şoföründen başla. Sadece muhalif olanlarla değil, sadece kendin gibi olanlarla değil. Kendi köşende dertleşmen rejimlerin işine yarar.

İlginizi çekebilir:  Doğaya Ait

“Oportünist Sanatın Şakşakçısı, Bağımlısı Olduk”

Her açıdan parlak bir geleceğe dair başlıklar altında konuşmuyoruz. Peki tüm bu karartılar arasından nasıl bir sanat ortamı olmalı?

Günümüzdeki kadar düzene uyumlu ve uyuşuk bir sanat olamaz. İngilizler zamanında Çin’le ticari dengelerini düzeltmek için savaş açarak, bu ülkeye zorla afyon sattılar. Günümüzde sanat düzenin afyonu gibi. Gezegenimiz alarm verirken bizi oyalıyorlar. Üstüne para da verip düzene uyumlu oportünist bir sanatın şakşakçısı, tüketicisi, bağımlısı olduk. İyi güzel roman yazıyorsun da bir bozacının hayatını anlatırken insan merak etmez mi bu bozacının dünyasında, ülkesindeki iktidarda kimler vardı, sorunlar neydi, o sorunlar bozacıyı nasıl etkiledi diye. Bunlar filmlerimize, romanlarımıza girmez oldu artık. Sovyetler Birliği’nde sansüre karşı vicdanlı sanatkarların yazdıklarını kopyalayıp çoğaltanlar elden ele dolaştırırdı. Putin rejiminde de gizli seyyar tiyatro yapıyor, özgün ve özgür sanatı yaşatıyorlar. Günümüzün teknolojisiyle otosansüre katlanmak yerine olanaklar çok.

Bozacı örneğinde bireyci bir yaklaşımdan söz ediyorsunuz ve bunu sanatın topluma etkisinde tehlikeli mi buluyorsunuz?

Sonu gelmekte olan dünyanın sorunlarından soyutlanmışız. Bugün kimin romanını yazarsan yaz, kimin filmini yaparsan yap, bunlar artık o insanın dünyasında. Yaşamını aşk öyküsünü indirmek, bir hırsızlık olayıyla sınırlandırmak, cinsellik sorununa hapsetmek, düzenin afyonunu bize şırıngalamak, bugünü unutturmak demek. Sanat, bunları içine alabilecekken uzaklaştırıyor.

Gazete Pencere’ye yakın zamanda verdiğiniz röportajdan bir cümleyi cımbızla alıyorum: “Bu arpa boyu yolu alamayan Cumhuriyet değil, Türkiye solu.” Bunu biraz açalım isterim…

Çok partili otoriter rejimlerde Türkiye’de olduğu gibi muhalefet, daha doğrusu bir muhalefet makyajı var. Bugünkü muhalefet olmasaydı, iktidar onu yaratmak isterdi ve zaten çatarak, aşağılayarak, kızdırarak, gündemden düşürmeyerek, muhalefeti kendisinden çok iktidar gündemde tutuyor. Sade seçim zamanında değil, başka zamanlarda da çünkü ihtiyacı var. Çok partili otoriter rejimler demokrasi oyununda daha inandırıcı bir görüntü. Seçmenleri edilgenlik psikolojisinden soyunduracak bir görüntü. Türkiye’de devletle bütünleşen partilerin ortak noktası sola karşı olmaları.

Evet, hep böyleydi…

Fakat çok partili düzene geçildiği son 80 yılda Türkiye’de baskılara, işkencelere, zulme rağmen nispi özgürlük dönemleri de oldu, o özgürlük dönemlerinde, Nâzım Hikmet’in kitleleri peşinden sürükleyen şiirlerine rağmen sol gene seçmenlerle bütünleşemedi. Bölük pörçük, kendi ideolojik davalarının kavgasında kendini beğendirmedi. Nispi sol denilebilecek istisna Ecevit iktidarları oldu ki bunda “Kıbrıs Fatihi”, “Karaoğlan” lakaplarının popülist etkisi vardı.

“Develerin Güreşmesinde Türkiye İnsanı da Yandı, Sol da”

Özellikle Moskova’nın dümen suyunda solun Sovyet rejimi totalitarizmini gizlemesi, Stalin’in Kars Ardahan taleplerine “öyle bir şey yoktu” demesi, Boğazlarda söz sahibi olma dayatmasını inkâr etmesiyle, “Bunları konuşmayalım, sağın ekmeğine yağ süreriz” demesiyle tek kendisini aldattı, onlarca yıl toplum nezdinde inandırıcı olamadı. Tek bağımsız sol, Mehmet Ali Aybar’ın Türkiye İşçi Partisi, Moskova’nın Çekoslovakya işgalinde, Sovyetler Birliği’nin başka bir sosyalist ülkeyi işgal etmesine de karşı çıktığından, Nâzım Hikmet’in son yıllarında hayal kırıklığını yazan arkadaşı Zekeriya Sertel gibi solun hainiymiş gibi damgalanırken, partisi de Moskova yanlısı ekibin eline geçti, TİP Aybar’la oy patlaması yapmışken eridi gitti. Aynı dönemde, Deniz, Hüseyin ve Yusufların ülkedeki o nispi özgürlük döneminde, Doğan Avcıoğlu, İlhan Selçuk, Mihri Belli gibi darbe heveslileri de “Ordu gençlik el ele” sloganlarıyla, parlamenter sisteme cici demokrasi deyip küçümsemeleriyle gençleri kurban ettiler, toplumu soldan ürküttüler. Soğuk Savaş’ta ülkeyi istikrarsızlaştırmak politikası güden Sovyetlerle Çin’e karşı, camiyi ve ülkücüleri arkasına alan ABD’nin kozlarını, Türkiye gençliğini sırtından paylaşmasına çanak tuttular. Sonuçta kaçınılmaz kılınan 12 Eylül darbesi! Onların kavgasında, develerin güreşmesinde Türkiye insanı da yandı, sol da yandı. O günden beri korkudan sesi kısılan solun, önüne çıkan tarihi fırsatları değerlendirememesi sade istibdat rejimleriyle açıklanamaz.

Üniversitelerin durumu peki?

Her ülkede olduğu gibi üniversite gençliği yeni ufuklar bakımından bu kadar önemliyken 12 Eylül rejiminin YÖK’üne karşı kimin sesi çıktı? Akademisyenler sustu, kapıkulu oldu. Erdal İnönü gibi bir hoca başbakan yardımcısıyken bile kimse kılını kıpırdatmadı. Tam 40 yıl. Ta ki Boğaziçi Üniversitesi’nin öğrencileri bardağı taşıran damlayla “Yeter!” diyene kadar. Ardından ayıp olmasın diye hocalar da öğrencilerin peşlerinden gitti.

Bunlar niye konuşulmuyor?

Sol özeleştiri yapmaktan korkuyor. Hem mağrurlar hem mağdurlar. Sanatçılar filmleriyle, şarkılarıyla geçmişi yad tekrarında. Cumhuriyet Halk Partisi’ne bakalım. Sol mu sağ mı ne olduğu belli değil zaten, seçimi kaybetti. Kendilerine onca umut bağlayanlara bir özeleştiri yapamazlar mı? Sovyetler Birliği’nde bile 40 yıllık bir geçmişi eleştirebilenler kadar olamadılar.

Yarına dair ne söylersiniz son söz olarak?

Bunları görebiliyor, konuşabiliyorsak tahmin ettiğimizden de çabuk gelecek.

Previous Story

Gördüklerimiz Ne Oranda Hakikati Verir?

Next Story

Özer Toraman’ın “Zihnin Bahçesi”

0 0,00
02_ArtDog_CD_Logo_RGB_Black

BÜLTEN

Türkiye ve dünyadan haftalık kültür-sanat haberleri, inceleme yazıları, sergiler ve etkinlikleri takip et.

Bülten aboneliğinde ArtDog Istanbul’un gizlilik sözleşmesini kabul etmiş olursunuz.

Verified by MonsterInsights