Viyana’nın doğusundaki en etkin sanat merkezi, İstanbul’dur

/

Evliyagil Dolapdere’nin Şubat 2019’da gerçekleşen açılış sergisi de dahil olmak üzere birçok sergisinin küratörlüğünü üstlendiniz. Sizce Müze Evliyagil Ankara ve Evliyagil Dolapdere ülkenin sanat ortamına ne kattı, uzun vadede neler katacak? Küratörlüğünü üstlendiğiniz sergilerde örnek vermenizi rica edeceğim.

Sarp Evliyagil’in daveti üzerine 2018 Mart’ında Müze Evliyagil’de tümüyle koleksiyondan seçilen yapıtlarla Düşünce İkonları başlıklı bir sergi gerçekleştirdim; sergi yaklaşık bir yıl süreyle Ankara izleyicisine sunuldu.

Ali Kabaş, Everest, 1999. Metalik kağıt üzerine arşivlik pigment baskı, 100 x 150 cm

Bu sergide amaç, soyut resim ve heykellerin yapıldıkları tarihteki düşünce süreçleri ile nasıl örtüştüğünü göstermek ve sanatçıların entelektüel çalışmasını ve koleksiyonun düşünsel değerini ortaya çıkarmaktı. Yine Sarp Evliyagil’in davetiyle İstanbul’da açmayı planladığı Dolapdere galerisinde 2019 Nisan’ında bugüne 3 sergi düzenliyorum. Bu çalışmanın ana amacı kar amacı gütmeyen bir galeri mekanına sanatçıların ilgisini çekmek ve yaşadığımız ekonomik koşullarda çok gerekli olan bir galeri modelinin oluşmasını sağlamaktı. Karmaşık Sorular, Büyüleyici Yanıtlar başlıklı ilk sergide 13 sanatçı, Nesnelerin Gizli Yaşamı sergisinde 14 sanatçı, Tek Bir Usta Seç-Doğa sergisinde de 11 sanatçının bu kısa süre içinde çok önemli yapıtlarını gösterme olanağını bulduk. Galeri bundan sonra genelde kişisel sergileri düzenlemeyi planlıyor. Modern ve çağdaş sanat koleksiyonu oluşturmak olağan bir iş, bir tutku değildir; bu girişim bir yandan gönüllü parasal yatırım, bir yandan da özverili bir kültürel yatırımdır. Görsel kültür çağında bir ülkede üretilen sanat yapıtlarının kitleyle buluşması olmazsa olmaz bir karşılaşmadır. Koleksiyonerlik Osmanlı’dan günümüze geleneği olan bir eylemdir; devlet de Osmanlı ve Erken Modern resimleri satın alarak önemli bir koleksiyon oluşturmuştur. 1970’lerden itibaren özel koleksiyonerlik gelişmeye başladı ve liberal ekonomiye geçişle 1980’ler ve 1990’larda büyük bir sıçrama oldu. Yaklaşık 20 yıldır koleksiyonerler birikimlerini topluma göstermek için müzeler kuruyor. Evliyagil Müzesi bu bağlamda öncü modellerden birisi; Ankara için gerçek anlamda kültürel kalkınma işlevi taşıyan bir sanat kurumu. Sarp Evliyagil, Can Akgümüş yöneticiliğiyle AB ülkelerinde mevcut koleksiyon müzelerindeki gibi bütün gerekli iş- levleri gerçekleştiriyor. Dolapdere Galerisi de yer seçimi ve kar amacı gütmeyen işletme biçimiyle İstanbul’a kazandırıldı. Küratörleri davet ederek koleksiyonundan çeşitli sergiler gerçekleştirilmesini sağlaması da bu güncel yönetim şeklini destekliyor.

16. İstanbul Bienali’nin paralelinde Tek Bir Usta Seç – Doğa başlığının kaynağını bizimle paylaşır mısınız?
16. İstanbul Bienali küresel çevre krizine gönderme yapıyor; bu sergi de bu kavramsal çerçeveye katkı sunuyor; ve aslında sanatçıların bu konudaki birikimlerine odaklanıyor. Sergi de eski tarihli yapıtlar da var, yeni yapılmış olanlar da; örneğin Evliyagil koleksiyonundan Eşref Üren’in Ankara resmi de, geçmişi hatırlatmak açısından sergide. Çevre sorunları uzun süredir Türkiye’deki sanatçıların gündemindedir; yıllardır sergilerde duyarlı ve tutarlı yapıtlar gerek Türkiye’de gerekse dünyanın çeşitli bölgelerinde ortaya çıkan çevre olaylarını gündeme taşıyor. Ben, 2000’lerin başında Borusan Sanat Galerisi’nde yine sanat ve doğa arasındaki o geleneksel ve organik ilişkiyi sorgulayan “Manzara” başlıklı bir sergi yapmıştım; bu sergi de o serginin bugünkü doğa-insan-bilim-teknoloji ilişkilerindeki ikilemlerin ve kimi zaman da ürkütücü ilişkilerin irdelenmesinin uzantısı gibi oldu. Sergide manzaralar ve doğaya ilişkin imgeler görülüyor; ancak bu manzaralar ve imgeler bizi başka sorunlara doğru yönlendiriyor. Araştırma yaparken Rembrandt’ın daha önce görmediğim bir gravürüne rastladım The Shell (deniz kabuğu); neden bu kadar küçük ve olağan bir deniz kabuğunun resmini yapmış? Bu bir duyarlılık ve insanlara doğanın varlığını hatırlatma. Bu bir çağrışım da oluşturdu, okyanusların kirlenmesi ve bienalin başlığı Yedinci Kıta’ya doğru. Rembrandt aslında bir portre ressamı; ancak başlıkta kullandığım sözü de söylemiş. Çok basit, ama Hakikat-Sonrası çağında katıksız hakikati ifade eden bir söz.

Memo Kösemen, Arferis, 2015. Sabitlenmiş tuval üzerine karışık teknik. 94 x 136 cm

“Doğanın sanat üretimindeki tartışılmaz mevcudiyeti” ile ne kast ediliyor? Örnek vererek açıklar mısınız okuyucuya daha doğru bilgi aktarmak açısından.

Bu soru için insanın imge yaratma tarihinin derinlerine gitmek gerekiyor. Anadolu’daki Neolitik yerleştirmelerde Yanardağ resmi bile var; resmi çizerek olayın ciddiyetini gösteriyor, o dönemin “imge çizeri”. Osmanlı konaklarındaki manzara resimlerini de anımsayalım; şiirsel resimler. Sanat tarihi boyunca ressamlar manzara ile uğraşıyor; kırılma noktası da Caspar David Friedrich; manzaranın trajedisini keşfetmiş ressam Buz Denizi, Tebeşir Kayaları gibi resimleri… 20.yy’da fotograf manzaralarının çeşitliliği uzun bir konu; son dönem için Jeff Wall, Thomas Ruf gibi sanatçıların doğayı dijitalleştiren fotoğraflarını örnek gösterebiliriz.

İlginizi çekebilir:  “İnsan Onurlandırılmalıdır”

Doğanın politik ve ekonomik sistemler aracılığıyla istismarına, tüketilmesine ve yok edilmesini duyarlılıkla karşılayan sanatçılardan oluşan seçkiyi nasıl bir araya getirdiniz. Nihai anlamda sergiyi göreceğiz ancak bize fikrin yola çıkışından bugüne kadar geçen sürede nasıl şekillendi sergi anlatır mısınız?
Sergide doğayı ve doğaya ilişkin sorun ve söylemleri sürekli işleyen 11 sanatçı var, ama bu galeri mekanının ölçüleri ile ilgili bir durum; büyük bir mekanda 50-60 sanatçının işi gösterilebilir. Burada da yine 3 kuşak sanatçının işleri yer alıyor. Ben sanatçı seçmiyorum; sanatçıları sürekli izliyorum ve bir an geliyor, bir olanak çıkıyor onlarla elimdeki düşünsel, fiziksel, lojistik verilerle çalışmam gerçekleşiyor.

Can Akgümüş, Saklayıcı Serisi, 2018. Arşivsel pigment baskı, 187 x 140 cm

Üç farklı kuşağı temsil eden sanatçılar var. Dönemler üzerinden bakıldığında doğanın istismarının nasıl yıllar içinde artarak yoğunlaştığı farklı nesillerin üretimlerinden eserlerinden okunuyor mu?
Yalnız bu sergideki değil, genel olarak birçok sanatçının doğaya ilişkin yapıtlarında şu sınıflandırma yapılabilir: Bitkiler ve hayvanları işleyen desenler, resimler ve üç boyutlu işler; sürrealist manzara resimleri; dijital tekniklerle oluşturulmuş manzara fotoğrafları veya videoları; insan ve doğa arasındaki ikilemli ilişkilere gönderme yapan resimler, fotoğraflar; doğa unsurlarının simulasyonları veya doğa süreçlerinin yerleştirmeleri. Geçmişte, yan, Modernizm’de bu kadar çeşitlilik yok; şimdi İlişkisel estetik olarak adlandırılan üretim biçimi çok çeşitli teknik ve malzemelerle sanat üretme olanağı açıyor.

Son yıllarda İstanbul’da gördüğümüz en canlı kültür sanat sezonuna giriyoruz. İstanbul’un kültür sanat ortamının en önemli isimlerinden biri olarak sizin bu başlayan dönem için yorumunuzu almadan yola çıkmak olmaz.

Çok uzun bir durgunluk dönemimin ardından bu sonbahardan itibaren üst üste açılacak müze ve sanat mekanlarının varlığını neye bağlıyorsunuz? Bir durum tahlili yapar mısınız?

İstanbul sanat ortamı pek durgunluğa girmiyor; her yıl ya sanat ya da tasarım bienali gerçekleşiyor; her yıl sanat fuarı var; özel sektör müzeleri sürekli etkinlikte ve ekonomik krize karşın kentin çeşitli yerlerinde sanat galerileri işliyor; sanatçıların insiyatif olarak yaptıkları etkinlikleri de unutmayalım. Bunun yanında konferanslar, çalıştaylar, seminerler yapılıyor. Örneğin biz AICA Türkiye olarak bu yılın başında komşu ülkelerden küratörlerle bir durum değerlendirmesi konferansı yaptık. Bunun yanında AB ülkelerinin İstanbul sanatçı konaklama programları da sürdürülüyor. Viyana’nın doğusundaki en büyük ve etkin sanat merkezi, siyasal- ekonomik- kültürel zorluklara karşın, İstanbul’dur. Moskova bile bu düzeyde bir kent değil. Ancak, siyasal erk ve yerel yönetimler bu gerçeğin pek farkında değil; kamusal açıdan bu alana yatırım yok düzeyde. Neyse ki, yıllar sonra MSGSF kamusal bir müzeye kavuşuyor.

İstanbul sanat ortamının – ve de Türkiye sanat ortamının – en büyük eksikliği kamusal para ile işleyen Kunsthalle türü sanat ve kültür mekanlarıdır; ilçelerdeki kültür ve sanat merkezlerinin yönetimleri ve programları güncellenmediği için – yani uzmanlarca yönetilmediği için- bu binalar çağdaş/görsel sanat kullanımına hizmet edemiyor ve çağdaş/güncel/ görsel sanat üretimleri geniş kitlelere ulaştıramıyor. İBB’nin yeni yönetiminin bu durumu acil olarak ele alması ve düzeltmesi gerekiyor. İkinci eksiklik de sanatçıların uluslararası ilişkilerinin son dönemde siyasal ve ekonomik çıkmazlar yüzünden durgunlaşmasıdır. Bu konuda da özel ve kamusal fonların oluşturulması ve her yıl belli sayıda sanatçıya burs verilmesi gerekiyor. Özel müzelerin açılması da epistemolojik bir gereklilikti. Yıllardır üretilmiş resim, heykel ve diğer yapıt türlerinin artık depolarda bekletilmesinin bir anlamı kalmamıştı; bu yapıtların kitlenin ve özellikle genç kuşakların bilgisine sunulması gerekiyordu; çünkü bu önemli bir görsel bellektir. Koleksiyonerler bunun farkına vardı ve bu gelişmeyi başlattı. Şimdi bence yapılacak en iyi iş, koleksiyonerlere bir büyük bina tahsis edip, onların sürekli yapıtlarını göstermelerini sağlamaktır; bu bina aynı zamanda bir sanat ve sanatçı arşivi işlevini de taşıyabilir. Bu bağlamda benim önerim, Nejat Eczacıbaşı’nın 1993’de ölmeden önce ünlü mimar Gae Aulenti’ye onartıp, kurmayı başardığı ve 3. İstanbul Bienali’nin yapıldığı Feshane binası artık sünnet düğünü ve el sanatları pazarı için kullanılmayıp, organik sahiplerine, yani İstanbul sanat ortamına geri verilip, bu tür bir “Kunsthalle”ye dönüştürülmeli İBB yönetimi tarafından.

Previous Story

“Öğrenme Bozukluğu Olan Tesadüfi Bir Vahşiyim”

Next Story

Burnumuzun Dibindeki Sanatçı İlhan Koman

0 0,00
02_ArtDog_CD_Logo_RGB_Black

BÜLTEN

Türkiye ve dünyadan haftalık kültür-sanat haberleri, inceleme yazıları, sergiler ve etkinlikleri takip et.

Bülten aboneliğinde ArtDog Istanbul’un gizlilik sözleşmesini kabul etmiş olursunuz.