Venedik Mimarlık Bienali’nde Türkiye Pavyonu: Yerebasan - ArtDog Istanbul
2025, Concept by Ceren Erdem & Bilge Kalfa, Design by Bilge Kalfa Architecture, Produced by Förni & Mono Earth, Sound Installation by Michael Akstaller. Fotoğraf: Fatih Yılmaz

Venedik Mimarlık Bienali’nde Türkiye Pavyonu: Yerebasan

Venedik Mimarlık Bienali 2025 Türkiye Pavyonu’nda yer alan “Yerebasan” projesi, mimarlığı sadece yapılarla değil, toprakla, hafızayla ve birlikte yaşamla kurulan ilişki üzerinden sorguluyor.

//

Venedik Bienali 19. Uluslararası Mimarlık Sergisi 10 Mayıs – 23 Kasım 2025 tarihleri arasında gerçekleşiyor. İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın (İKSV) koordinasyonunu yürüttüğü Türkiye Pavyonu’nda bu sene Ceren Erdem ve Bilge Kalfa’nın küratörlüğünü üstlendiği “Yerebasan” başlıklı proje yer alacak. Küratöryel yaklaşımların ve sergileme yöntemlerinin gittikçe daha fazla tartışıldığı bir bağlamda mimarlık alanında önemli odaklardan biri olmayı sürdüren bienalin iki ana mekânından biri olan Arsenale’deki Türkiye Pavyonu’nda T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın katkılarıyla ve T.C. Dışişleri Bakanlığı’nın himayesinde ve Schüco Türkiye ile VitrA’nın eş sponsorluğunda hayata geçirilen sergide bu yıl Fibrobeton Yapı Elemanları ve STONELINE katkı sağlayan kuruluşlar, Türk Hava Yolları havayolu partneri, FÖRNİ, SAHA Derneği ve Summart ise prodüksiyon destekçileri olarak destek veriyor. Projede 10 bireysel katılımcı ile 10 katılımcı ekibin işlerinin yanı sıra açık çağrı sonucunda yapılan bir seçki yer alıyor. “Yerebasan” projesi, kısa süre önce hepimizin ister istemez yeniden odağına yerleşen deprem gerçeğiyle ilgili de mimari bağlamda çok önemli bir düşünme ve sorgulama alanı açıyor. Serginin çok ötesinde bir süreci kapsayan proje ile ilgili küratörler Ceren Erdem ve Bilge Kalfa ile konuştuk.

Bilge Kalfa, Ceren Erdem

Venedik Mimarlık Bienali Türkiye Pavyonu web sitesinde seçici kurul üyelerinin “Yerebasan’ı ekolojik ve kültürel belleğin taşıyıcısı olan toprağı bir ekosistem, doğal bir Zeka formu, yaşayan bir arşiv ve destekleyici bir model olarak ele alarak daha düşünceli ve kritik bir mimari yaklaşımı teşvik etmesi açısından değerli bulduğu” belirtiliyor. Bu kritik mimari yaklaşımı bir de sizden dinleyebilir miyiz?

Yerebasan’da benimsediğimiz mimari yaklaşım, mimarlığın sadece mekân üretimiyle sınırlı kalmadığı, aynı zamanda toplumsal, ekolojik ve tarihsel bir ilişkiler ağının önemli aktörlerinden biri olduğu kabulü üzerinden gidiyor. Bu nedenle Yerebasan, mimarlığın salt mekânsal temsiliyetinden uzaklaşan, daha ilişkisel, anlamaya, dinlemeye, araştırmaya ve topraktan ilhamla düşünmeye odaklanan bir sergi.

Sergi, insanın madencilik, tarım, kazı gibi faaliyetler aracılığıyla kurduğu toprak ilişkisini ele alıyor; toprağın nasıl bir Zeka formu olduğunu, ondan neler öğrenebileceğimizi, mimarlar olarak nasıl insan-merkezli olmayan yaşam biçimlerini de gözeten, döngüsel yapılar yapılabileceğini sorgulayan bir kurgusu var. Bunu yaparken hem eleştirel hem de umut verici projelere yer verdik; bu anlatıyı sanat, tarih, arkeoloji ve araştırma projeleriyle destekledik. Carlo Ratti’nin “Intelligens. Natural. Artifical. Collective.” çağrısından ilham alarak, çok sesli, disiplinler arası bir üretim ve deneyim alanı yaratmaya gayret ettik.

“Hissederek Var Olan Bir Yaklaşım”

Yerebasan ifadesi nasıl ortaya çıktı?

Başvurumuzu “Down to Earth” ismiyle yaptık. Bu ifadeyle, toprakla ilişkimizi ve yaklaşımımızı iyi yansıttığını düşündük. Seçildiğimiz açıklandıktan sonra bu başlığı Türkçeye çevirerek “Yerebasan” olmasına karar verdik. Kavramsal ve de duygusal anlamda serginin içeriğini karşılayan, güçlü ve ilginç bir sözcük ortaya çıktı. İkinci aşamaya geçtikten sonra, bir önceki bienalde Türkiye Pavyonu’nun yanında yer alan Lüksemburg Pavyonu’nun “Down to Earth” ismini taşıdığını öğrenince İngilizce başlığı “Grounded” olarak değiştirdik. Yerebasan, Grounded ve Down to Earth ifadeleri toprağa temas eden, mütevazı, gerçeklikten kopmadan düşünmeye çalışan, hayalperestlikten çok hissederek var olan bir yaklaşımı paylaşıyor. Bülent Tanju’nun kitabımızdaki “Sahi, mimarlık hiç yere bastı mı?” sorusu bu kavramı neden seçtiğimizi ve serginin arkasındaki fikri özetliyor.

Yerebasan, metinde belirtildiği haliyle, “Toprağın; yaşamın, hafızanın ve bilginin kaynağı olma özelliklerine vurgu yaparak geçmişle gelecek arasında bir bağ kuruyor” ve “bütün dinamizmine rağmen çoğunlukla göz ardı edilen bir kaynak olan toprağı ön plana çıkarıyor.” Toprağın geçmişten bugüne taşıdığı hafıza ve birikimi üzerine düşünmek biraz daha kolay sanıyorum. Peki gelecek tahayyülleri için nasıl bir birleştirici zemin olduğunu biraz açabilir misiniz?

Bugün mimarlık, insan türünün dünyaya bıraktığı izlerin ciddiyetini kavrayacak yeni araçlara ihtiyaç duyuyor. Yapılı çevrenin yapılı olmayanla ilişkisi artık teknik bir uyumluluk meselesi değil; gezegensel ölçekte bir hayatta kalma sorunu. İklim krizi, biyoçeşitlilik kaybı ve kaynakların tükenmesi gibi geri döndürülemez eşiklerdeyken, mimarlığın yalnızca neyi inşa ettiği değil, neyi durdurduğu, nereye dokunmadığı yahut nasıl dokunduğu önemli hâle geliyor.

“Yeni Bir Gelecek Tahayyülü İçin”

Yerebasan’da biz toprağı, yalnızca geçmişin taşıyıcısı değil; geleceğin kurucu zemini olarak görüyoruz. Bu zemin ne nötr ne de edilgen: hareket eden, direnen, bilgi taşıyan, ilişki kuran bir fail. Mimarlık bu faille ilişkisinde `yere basabilir` mi? diye soruyoruz; atmosferin, ısının, nemin, gölgenin, kokunun mimarlığın asli unsurları olduğunu kabul eden, ölçü birimi olarak yalnızca metrekareyi değil, karbonu, canlılığı, zamansallığı da alan bir anlayışla.

Sergi, artıktan, kayıptan, hafızadan, zekadan ve kırılgandan hareketle ‘yerebasan’ bir mimarlığın nasıl mümkün olabileceğini arıyor; toprağın sesini, dokusunu, direncini dinleyerek; yavaş olanı, geçici olanı, yerel olanı, önemsiz gibi görüneni merkeze alarak… Yeni bir gelecek tahayyülü için önce göz hizamızı uyarlıyoruz temel çukurlarına, kazı alanlarına, atık topraklara. Belki de geleceği ancak buralardan, yani geri dönüp bakmaktan, daha azla yetinmekten ve dinlemekten inşa edebiliriz.

Sergide çeşitli disiplinlerden ve farklı yöntemlerle üretilmiş bireysel katılımcıların ve ekiplerin projeleri yer alıyor. Bunların bir kısmı yeni üretilen işler bir kısmı da mevcut bazı araştırmalara dayanıyor sanıyorum. Yerebasan’da yer alan işlerden bahseder misiniz?

Sergi boyunca tam anlamıyla toprağa indik; onun sadece bir yapı yüzeyi ya da kaynak değil, aynı zamanda bir hafıza taşıyıcısı, bir yaşam alanı, bir direniş zemini olduğunu hissettiren bir mekânsal kurgu oluşturduk. Alana yerleştirdiğimiz bir ara mekân olan in, yani çukur, ziyaretçiyi bedensel olarak aşağıya çekiyor; zemine, kök sistemlerine, yerin karanlığına ve orada biriken bilgiye yönlendiriyor. Bu çukur, bir temel çukuru olabileceği gibi, aynı zamanda bir kazı alanı, bir mezar, bir bellek katmanı, bir araştırma boşluğu olarak da düşünülebilir.

Ali Mahmut Demirel, Gods of Latmos, 2023, Fotoğraf: Fatih Yılmaz

Yerebasan’da Yer Alan İşler

Michael Akstaller’in ses yerleştirmesi, toprağın iç ritmini işitilebilir kılarak bizi onunla buluşturuyor. Sinem Dişli’nin Toprak Pigment Ayrımları ve Gülleler yerleştirmesi, toprağın tarihsel ve biyolojik katmanlarını araştırarak kültürel hafızaya dair bir yolculuk sunuyor. Mono Earth ve Solidified’in Kozmik Çekirdek yerleştirmesi, mineral ve organik katmanlar arasındaki ilişkileri jeolojik bir kurguyla ele alıyor. Serkan Taycan’ın Kabuk serisi, hafriyat alanlarındaki yeni peyzajları inceleyerek kabukların yapı döküntüsü ve yeni jeolojik oluşum işlevini gösteriyor. Ali Mahmut Demirel’in Latmos Tanrıları projesi, antik kaya resimlerinin maden faaliyetleriyle gerilimli ilişkisini açığa çıkarıyor.

Hüseyin Aksoy’un Kabuk resim serisi, bitkilerle hafızanın ilişkisini kurarak eski yerleşimlere uzanıyor. E. Füsun Alioğlu ve Senem Akçay’ın araştırması, Anadolu’nun vernaküler toprak mimarisine dair bakım pratiklerini ve bu tekniklerin günümüzde nasıl yeniden anlam kazanabileceğini dair sorular soruyor. Orkan Telhan, mikrobiyal ve biyoteknolojik yöntemlerle bozulmuş toprakları ekolojik bir yeniden yapılandırma alanı olarak ele alıyor. Levent Ozruh’un Anti-Ruin projesi, doğanın kendini yenileme süreçlerinden ilham alıyor ve yıkım yerine dönüşümü savunarak mimarlığın değişime açık bileşenlerden oluşması gerektiğini vurguluyor. Fatih Yazar’ın Şanlıurfa’daki üretim modeli, toprağın modern yapı üretiminde etkin kullanımını gösteriyor. İstanbul Bilgi Üniversitesi projeleri, biyolojik ve dijital toprak bileşenleri üzerine çalışıyor. BIRE-PAN ve Common-Action Walls projeleri, yerel malzemenin parametrik ve katılımcı mimariyle birleşebileceğini gösteriyor. Robotic Earth Crafts II atölyesi, geleneksel mukarnas formunu robotik üretimle yeniden yorumluyor. Yelda Gin’in araştırması, toprak malzemesinin 3B baskı ile entegrasyonunu ve potansiyellerini ortaya koyuyor. Solidified’in Nevterra projesi, yerel bilgiyle teknolojinin birleştiği yeni mekânlar üretmenin yollarını araştırıyor. Yalın Mimarlık’ın Toprak Kule projesi, toprak bloklarla güneş enerjisi santrali için yerinde üretim yöntemini gösteriyor.

Sergiye ek olarak, Grounded teması doğrultusunda yayımladığımız açık çağrıya gelen başvurulardan seçilen 18 iş, sergi süresince açık çağrı gazetesi olarak hem mekânda hem de web sitesinde sunulacak.

Küratöryel yaklaşımların, sergileme yöntemlerinin gittikçe daha fazla tartışıldığı bir bağlamda Venedik Mimarlık Bienali odak olmayı sürdürüyor. Bu temsiliyet ve burada yer almakla ilgili ne düşünüyorsunuz?

Venedik Mimarlık Bienali, mimarlığın yalnızca fiziksel mekân ya da program üretimiyle sınırlı olmadığını; toplumsal, politik ve ekolojik sorulara temas eden çok katmanlı ve çok sesli bir alan olduğunu hatırlatan önemli bir platform. Günümüzde küratöryel yaklaşımların ve sergileme biçimlerinin yeniden düşünüldüğü ve tartışıldığı bir dönemde, bu bienalin hâlâ güçlü bir odak noktası olması, bir yandan bu tartışmaların somutlaştığı bir mekân yaratırken, diğer yandan temsiliyet ve erişim gibi kritik meseleleri de gündeme taşıyor.

Mekânsal Adalet

Bir ülkeyi ya da belli bir topluluğu temsil etme iddiası, topluluk içindeki tüm bireyleri aynı özne konumuna yerleştirme eğiliminde olup, farklı öznelliklerin görünmezleşmesine neden olabiliyor. Bu nedenle, bu platformda yer almak yalnızca bir görünürlük kazanımı değil; aynı zamanda eleştirel bir sorumluluk alanı. Katılan pratiklerin, yalnızca güncel mimarlık üretimlerini değil; aynı zamanda mekânsal adalet, topluluklarla kurulan ilişkiler ve ekolojik kırılganlıklar gibi konulara nasıl yaklaştıklarını da ortaya koyabilmesi son derece kıymetli. Bu çerçevede, bu bienale katılmanın yalnızca uluslararası bir platformda var olmakla sınırlı değil; aynı zamanda mekânı nasıl, kimlerle ve hangi bakış açılarıyla düşündüğümüzü sorgulamakla da ilgili olduğunu düşünüyoruz. Biz, özellikle çoğul seslerin, yerel bilgilerin ve yerinden edilmiş bakışların bu tür büyük uluslararası platformlarda daha fazla yer bulması gerektiğine inanıyoruz.

Yerebasan’ın araştırma temelli ve kolektif üretime dayanan bir proje olmasından hareketle, Venedik’ten sonraki yolunun nasıl devam edeceğine dair bir planınız var mı? Bu bağlamda sergiye paralel olarak Melis Cankara editörlüğünde hazırlanan kitap önemli sanıyorum. Kitabın hazırlık sürecinden, içeriğinden ve neden önemli olduğundan bahseder misiniz?

Başından beri bu projenin yaşayan bir süreç olarak devam edeceğini vurguladık. Serginin mekânsal kurgusunu ve kavramsal çerçevesini böyle bir kavrayışla şekillendirdik. Projenin farklı coğrafyalarda, farklı disiplinlerle yeniden biçimlenebileceği bir açık yapısı var. Melis’in editörlüğündeki kitap yalnızca serginin kaydını tutan bir katalog olmanın ötesinde, sergi sürecinin kavramsal çerçevesini, böyle kapsamlı bir sergiyi yapmanın alt yapısallıklarını, araştırma yöntemlerini, kolektif üretim sürecine metinsel açıdan katkıda bulunan yazarların özgün metinlerini bir araya getiriyor. Kitabın hazırlık süreci sergideki katılımcılar gibi kuşaklararası ve coğrafyalar arası (cross-generational) bir karşılaşmaya imkân veren, yatay bir örgütlenmeyle bir araya geldi. Editöryel bakış, çoklu seslerden bir araya geldi diyebiliriz.

Son olarak toprağa yeniden dönersek, geçtiğimiz günlerde İstanbul’da yaşadığımız deprem, aslında aklımızın bir kenarında hep duran sıcak bir gündem haline getirdi. Ve yapılaşma, mimari, kullanılan malzemeler yine tartışmaların odağında yer alıyor. Sürekli teknoloji ve dijital dünya tahayyülleri üzerine tartışmalar sürerken, en başta var olanı unuttuk veya geri plana attık sanıyorum. Bu bağlamda toprağa gelecek tahayyülleri odağında yeniden nasıl bakabiliriz?

Depremin etkilerini yalnızca teknik bir yapılaşma sorunu olarak değil, yeryüzüyle kurduğumuz ilişkinin bir aciliyeti olarak ele alıyoruz. Toprağa nasıl yaklaştığımız, onunla nasıl bir bağ kurduğumuz, geleceğe dair tahayyüllerimizi doğrudan şekillendiriyor. Yerebasan sergisinde yer alan işler de tam olarak bu tahayyüllere dair güçlü ipuçları sunuyor. Ali Miharbi’nin Sarsıntı adlı yerleştirmesi, depremi yıkıcı bir ‘afet’ olarak değil, toprağın doğal ritminin bir parçası olarak düşünmeye davet ediyor bizi. Bu bakış, mimarlığın sabit ve katı formlardan değil; esnek, devinime açık, toprağın hareketini tanıyan bir yapıdan beslenmesi gerektiğini hatırlatıyor. Böylece teknolojiyle örülen gelecek vizyonlarına alternatif olarak, toprağın sesini dinleyen, onunla birlikte düşünen bir mimarlık tahayyülünü birlikte kurmaya başlıyoruz.

“Toprakla Düşünmenin Yeni Yolları”

Benzer bir yaklaşım, Süper Kerpiç Çocuk Kitaplığı projesinde de karşımıza çıkıyor. 2023 depreminin ardından Kahramanmaraş’ta çocuklar için güvenli bir alan yaratmak üzere geliştirilen bu yapı, toprağın yalnızca bir inşa malzemesi olmadığını; güveni, aidiyeti ve topluluğu inşa eden bir unsur olduğunu gösteriyor. Bu proje bize sürdürülebilirliğin yalnızca çevresel değil, aynı zamanda sosyal ve duygusal bir mesele olduğunu, birlikte üretmenin dönüştürücü gücünü hatırlatıyor.

Sergi kapsamında yayımladığımız açık çağrı da mimarlık öğrencilerini ve profesyonelleri toprakla birlikte düşünmenin yeni yollarını keşfetmeye davet ettik. Bu katkılar, toprağın üzerine hükmetmek yerine, onunla diyalog kurmanın imkânlarını araştırdı. Böylece sergi yalnızca bir sunum alanı değil, birlikte düşünmeye, hatırlamaya ve dönüştürmeye açık bir zemin hâline geldi. Tüm bu yaklaşımlar, bizlere gösteriyor ki toprağın derinliklerine bakmadan, onun belleğini ve direncini tanımadan bir gelecek tahayyülü kurmak mümkün değil. Belki de bugün karşı karşıya olduğumuz kırılganlığa, kayıplara ve belirsizliklere ancak toprağı dinleyerek; geçmişin izlerini, hareketin ritmini ve dayanışmanın gücünü merkeze alarak yanıt verebiliriz.

Previous Story

Hollywood’da Üretim Krizi ve Vizyon(suzluk) Takvimi

0 0,00