Venedik Bienali’nin Öne Çıkanları

Sanat dünyasının olimpiyatları sayılan, 330’dan fazla sanatçı ve 86 ülkenin ulusal pavyonunun olduğu 60. Venedik Bienali, 20 Nisan’da açıldı. Bienalin ilk Güney Amerikalı küratörü olan Adriano Pedrosa’nın Yabancılar Her Yerde temasını belirlediği bu yılki bienalin en çok konuşulan ülke pavyonlarını ArtDog Istanbul okuyucuları için derledik.

//

20 Nisan’da başlayan 60. Venedik Bienali’nin temasına yerleştirdiği Stranieri Ovunque ya da Yabancılar Her Yerde başlığı, bienalin ilk Güney Amerikalı küratörü Adriano Pedrosa için hem bir slogan hem de bir eylem çağrısı oldu. 1895’te başlayan ve bu yıl 60. edisyonunu gerçekleştiren dünyanın en büyük sanat sanat etkinliğinin bu yıl ki küratörü son aylarda Filistin’de yaşanan krizin de dahil olduğu bu çalkantılı dönemde, bienal küratörlüğünü üstlenerek “büyük bir sorumluluk” aldığını söylüyor. Yabancılar Her Yerde (Foreigners Everywhere/ Stranieri Ovunque) isimli bienal sergisinde Pedrosa, sürgünü, marjinalleştirilen grupları, mültecileri, ötekileştirilmişleri, gözardı edilmiş ve unutulmuş olanları merkeze alıyor ve yerel ve bilindik sanat anlayışının dışında kalan sanat akımını (outsider art) görünür kılıyor.

Pedrosa’nın günümüz sanatçılarının yanı sıra geçmişte yeterince kıymet görmemiş, unutulmuş, ciddiye alınmamış sanatçıları da dahil ettiği bienal, 330’dan fazla sanatçı ve kolektife ev sahipliği yapıyor ve ayrıca 86 ülkenin ulusal pavyonunu da ağırlıyor. Ulusal pavyonlar da yerel mirası, savaşları ve dünyada yaşanan umutsuzlukları barındıran ilgi çekici ve cesur temalarıyla dikkat çekiyor. Bu yıl bienale ilk kez katılan dört ülke var. Benin, Etiyopya, Timor ve Tanzanya. 24 Kasım’a kadar devam edecek olan bienalin öne çıkanlarını derledik.

Avustralya

Archie Moore, kith and kin, 2024, Avustralya Pavyonu. Fotoğraf: Andrea Rossetti. Sanatçının izniyle.

Avustralya Ulusal Pavyonu’nda Avustralya yerlisi sanatçı Archie Moore’un sunduğu kith and kin (hısım akraba) enstalasyonu, Avustralya’nın ilk halklarına bir ağıt, sömürgeciliğin kalıcılığına ve olumsuz sonuçlarına direnen çarpıcı bir çalışma. Avustralya’yı temsil eden Moore, işiyle “sanat olimpiyatları”nın açılış töreninde de bienalin en büyük ödülü olan “Altın Aslan”ı aldı.

Pek çok ulusal pavyon alanını devasa LED ışıklar ve büyük ekranlar süslerken, Avustralya sanatın ilk ifade biçimlerinden biri olan tebeşire geri döndü. Bigambul-Kamilaroi kökenli Archie Moore, son iki aydır, bilginin yetersiz aktarımı ve bu bilgi eksikliklerinin gelecek nesiller üzerinde yarattığı sonuçlar üzerine bir yorum olarak, ölen binlerce Aborijin’in adını Avustralya Pavyonu’nun duvarlarına ve tavanına tebeşirle çizdi. Tek tek isimlerin olduğu soyağacı 3 bin 484 kişiyi kapsıyor ve Moore, soyağacının 65 bin yıl öncesine uzandığını söylüyor. Pavyonun ortasındaki dev masada da, tarihte gözaltına alınıp öldürülen yerli Avustralyalıların ölümleriyle ilgili resmi belgeler yer alıyor.

Enstalasyon, sanatçının Kamilaroi, Bigambul, İngiliz ve İskoç kökleriyle olan bağlantılarını da gösteriyor ve Moore’un atalarının isimlerinden oluşan bir takımyıldızını andıran, nesiller ve halklar arasındaki bağlantılara dair çarpıcı bir vizyon sunuyor. 60. Venedik Bienali’nin bu yılki jüri başkanı ve Columbia Üniversitesi çağdaş sanat profesörü Julia Bryan-Wilson, Moore’un işinin “kederli bir arşiv” olduğunu söylüyor.

Brezilya

Fotoğraf: Shawn Ghassemitari/Hypeart.

Brezilya’nın bu sene yeniden adlandırdığı Hhongawpuá Pavyonu, Brezilya’nın yerli topluluklarındaki yerli sanatçıların verdiği mücadeleleri ilk kez merkezine alıyor. Hhongawpuá, Pataxó dilinde “büyük toprak” anlamına geliyor.

Kuzeydoğu Brezilya’daki Serra do Padeiro bölgesindeki Tupinambá topluluğundan gelen Glicéria ve Olinda Tupinambá, sanatçı Ziel Karopotó ile çalışarak Ka’a Pûera: We Are Walking Birds (Yürüyen Kuşlar) isimli sergiyi organize ettiler. Serginin başlığı, verimsiz görünen ancak kutsal ve şifalı bitkilerin yeniden yetişmesine hizmet eden nadasa bırakılmış arazilere (capoeira) atıfta bulunuyor.

Aynı zamanda bu isim, bir yandan Brezilya’nın balta girmemiş ormanlarında kendini kamufle ederek yaşayan ve yenilenmeyi sembolize eden bir kuş türüne referansta bulunurken, bir yandan da “capoeira” isimli 18. yüzyılda köleleştirilmiş Afrikalı ve yerel halklar tarafından yerel bir dans figürü gibi tasarlanan ama aslında popüler bir dövüş sanatı stiline gönderme yapıyor. Sergide, Brezilya’daki yerli halkların süregiden direnişini anlatan bir dizi çizim, resim, multimedya heykel, film ve enstalasyonun yanı sıra insan hakları ve iklim kriziyle ilgili temalar da ele alınıyor.

Sergide konu edilen mücadelelerden biri de Tupinambá topluluğunun yurtdışındaki müzelerde tutulan yerel giysilerini geri alma mücadelesidir. Küratörler Arissano Pataxó, Denilson Baniwa ve Gustavo Caboco, Tupinambá mantosunun Kopenhag’daki Danimarka Ulusal Müzesi tarafından Rio de Janeiro’daki Brezilya Ulusal Müzesi’ne iade edilmesine değinerek, “Sergi, Tupinambá yerel giysilerinden birinin 1699’dan beri politik olarak tutsak edildiği Avrupa sürgününden uzun bir süre sonra Brezilya’ya döndüğü yıl düzenleniyor.” ifadelerini kullandılar. “Tupinambá ve diğer halklar kendi topraklarında sömürge karşıtı mücadelelerini sürdürürken, bu giysiler zamana yayılıyor ve sömürgeleştirme sorunlarını günümüze taşıyor -tıpkı Ka’a Pûera gibi, yeniden hayat bulan ormanların üstünde gezinen kuşlar gibi.”

Çek Cumhuriyeti

Fotoğraf: Shawn Ghassemitari/Hypeart.

Bienal’deki sergilerin çoğunda mültecilik, göç, yabancılık gibi temalar yayılmış durumda, ancak Çek Cumhuriyeti için toplumun hayvanlar alemiyle olan şiddetli ve hiyerarşik ilişkisine yapılan vurgu da aynı derecede önem taşıyor. Küratörlüğünü Hana Janečková‘nın yaptığı “Esaret altındaki bir zürafanın kalbi on iki kilo daha hafiftir” başlıklı sergi, 1954 yılında Kenya’da yakalanıp Prag’a gönderilen ve burada ilk Çekoslovak zürafası olan büyük toynaklı bir memeli olan zürafa Lenka’nın hikâyesini anlatıyor. Lenka sadece iki yıl daha yaşamış ve ölü bedeni Prag Ulusal Müzesi’ne bağışlanmış, müze de onu mumyalama atölyelerinde 2000 yılına kadar sergilemiştir.

Sanatçılar Eva Kot’átková, Himali Sign Soin ve David Tappeser Çek pavyonunu yeniden yaratarak Lenka’nın hikayesini şiirsel bir enstalasyon serisiyle, zürafanın kemiklerinin 3D heykelsi yinelemeleriyle ve hayvanın yaşamını ve ölümünü yeniden canlandıran büyüleyici bir canlı performansla anlattılar.

Mekâna girildiğinde hemen göze çarpan şey, Lenka’nın cılız boynunu taklit eden iki devasa tünel. Estetik açıdan enstalasyon, yeni yürümeye başlayan bir bebeğin oyun parkında bulunabilecek bir dekor gibi görünüyor. Ancak peluş hayvanlar yerine Lenka’nın boynunun, gövdesinin, kafasının ve iç organlarının kopmuş uzuvları, izleyiciler pavyonun ortasındaki küçük bir deliğin etrafında toplandığında odanın etrafını sarıyor.

Janečková, “Hayvanat bahçesinde sergilenen hayvan Lenka ile cam gözleriyle müze nesnesi Lenka arasındaki fark nedir?” diye soruyor. “Lenka’nın çağdaşı olan çocuklar, eğitimciler ve yaşlılar tarafından yorumlanacak olan enstalasyon, çeşitli hikâye anlatıcılığı biçimlerini kolaylaştıran kolektif bir beden olarak düşünülmüştür.”

Fransa

Fotoğraf: Shawn Ghassemitari/Hypeart.

Fransız pavyonuna girmek, Fransız-Karayip ilişkilerinin karmaşık ilişkiler ağına sürüklenmeye benziyor. Institut Français tarafından görevlendirilen ve Chanel Kültür Fonu tarafından desteklenen sanatçı Julien Creuzet, Fransa’nın pavyonunu yönetecek ilk siyahi şahsiyet olarak seçildi ve özgürleşmeyle ilgili temaları ve Karayip diasporasının Avrupa modernitesiyle yaşamaya devam ettiği mücadeleleri keşfetme olanağını tercih etti. Aynı zamanda bir şair olan Creuzet, sergisine “Atilla Kataraktı” adını verdi.

Paris’te yaşayan Creuzet, Martinique’i (büyüdüğü yer) hayal gücünün “kalbi” olarak gösteriyor. Sergisine, Fransa’nın başkentindeki ünlü Jardin du Luxembourg’u, pavyonun dış cephesini süsleyen Roma Toskana sütunlarının üzerinde gezinen soyutlanmış figürlerden oluşan bir denizin resmedildiği büyük bir film gösterisiyle yeniden yorumlayarak başlıyor.

Kırılmış zincirler ve yağmalanmış hazinelerden oluşan bu soyut denizde, yüzen küçük heykeller aracılığıyla Creuzet, Fransa’nın binlerce Afrikalı köleyi, o zamanlar altından daha değerli olan şeker üretmeye zorladığı ada olan Martinik’teki kölelik tarihini yansıtıyor. Küratörler Céline Kopp ve Cindy Sissokho sergiyi şu cümlelerle ifade ediyor: “Biçimlerin ve seslerin, hareket halindeki seslerin ve dizelerin, yeni bir dil oluşturan renkli karşılaşmaların şiirselliğine dalıp gitmeyi anlatıyor: derinlemesine yaşanacak bir deneyim.”

Almanya

Ersan Mondtag, Monument eines unbekannten Menschen, 2024, Almanya Pavyonu. 2024 Fotoğraf: Thomas Aurin

Bu yılki Venedik Bienali’nin en ilgi çekici pavyonlarından biri Almanya Pavyonu oldu. Açılış haftasında en uzun kuyruklar Almanya pavyonunun önünde oluştu. Pavyonun küratörü, Kunsthalle Baden-Baden’in direktörü ve bienalin Altın Aslan ödülünü altı kez kazanan Türk-Alman mimar Çağla İlk.

İlk’in sergisine eşlik eden metinde, serginin başlığı olan Eşikler’in, Venedik kanallarında gezinen gondollar ile La Certosa’yı birbirine bağlayan metal iskele boyunca yaptığı bir gezinti sırasında aklına geldiğini açıklıyor. Genellikle gözden kaçan bu rıhtım, bir geçiş mekânı olarak hizmet veriyor. Gondollardan inen çoğu kişi, iskeleye çıkan patikadan ziyade ormanlık alanın bağlantı yoluna odaklanır. İlk, bu ara alanların önemini vurguluyor.

Göçten etkilenenler için şimdiki zaman, temelde üç boyutlu ve bedensel bir deneyimdir, çünkü göçün mevcut durumu her zaman farklı aidiyetlerin kesişme noktasında yaşar. Eşikler, tarih ve geleceği fotoğrafçı ve film yapımcısı Yael Bartana, tiyatro ve opera yönetmeni Ersan Mondtag ve Michael Akstaller, Nicole L’Huillier, Robert Lippok ve Jan St. Werner’in işleriyle görünür kılıyor.

İlginizi çekebilir:  Yepyeni Bir MoMA

Sanatçı Ersan Mondtag, pavyonun dış cephesi neredeyse tavana kadar toprakla kapladı. Toprak, Mondtag’ın büyükbabasının savaş sonrası Almanya’nın yeniden inşasına yardım etmek üzere 1960’larda göç ettiği Anadolu’dan, Türkiye’den geldiği için sembolik bir anlam taşıyor. Mondtag daha önce verdiği bir röportajda, “Kimsenin bilmediği emekçiler için bir anıt inşa etmek istedim” diyerek, asbest fabrikasında çalışan ve işiyle bağlantılı kanser nedeniyle ölen büyükbabası gibi göçmenlerin unutulmuş tarihini hatırlatmak istediğini belirtmişti. Alman pavyonunun zemininde, duvarlarında ve iç yapısında da kullanılan Anadolu toprağı, mekânda gezinirken nefes almada zor bir etki yaratıyor.

Büyük Britanya

John Akomfrah, Listening All Night To The Rain (Tüm Gece Yağmuru Dinlemek), Canto V. Fotoğraf: Jack Hems ©

Büyük Britanya Pavyonu, günümüzün en çok tanınan film yapımcılarından biri olan John Akomfrah’ın son projesinden oluşuyor. Listening All Night To The Rain (Tüm Gece Yağmuru Dinlemek), saatlerce süren görüntüler, bunlardan bağımsız olarak çalan bir ses ve kültürel sembollerin bir karışımından meydana geliyor.

Gana doğumlu, Britanya’da büyümüş sanatçı Sir John Akomfrah hafıza, ırksal adaletsizlik, göçmen diasporaları ve iklim değişikliğini irdeleyen hareketli filmler üretiyor. Akomfrah, 1982 yılında İngiliz medyasında Siyahların kültürel varlığını gündeme getirmeyi amaçlayan Black Audio Film Collective’in öncülerinden biri olarak, Büyük Britanya pavyonunu post-kolonyal söylemleri altüst eden duyusal bir anlatıya dönüştürdü.

Çarpıcı görsel sunumlarıyla tanınsa da Akomfrah’ın sergisinin merkezinde dinlemek yer alıyor. Sanatçı, sekiz odanın her birinin kantolara bölündüğünü ve bunların birlikte bir “kolaj” gibi çalıştığını söylüyor. Küçük LED ekranlar, duvarlara yansıtılan projeksiyon görüntüleri ve su birikintilerinden derelere, yağmurdan sellere kadar çeşitli su kütlelerinin sesi bina boyunca ziyaretçilere rehberlik ediyor.

Akomfrah, İngiltere’nin kuzeyindeki polis şiddeti, Güney Amerika’daki iklim değişikliğinin etkileri ve Batı Afrika’daki özgürleşme çığlıkları gibi dünyanın dört bir yanından farklı toplumsal meseleleri ve İngiltere’deki göçmenlerin deneyimlerini, suyun evrenselliğiyle birbirine bağlıyor.

Japonya

Yuko Mohri’nin “Compose” enstalasyonundan görünüm. Fotoğraf: kugeyasuhide, sanatçının izniyle.

Japonya Pavyonuna bu sene, 1980 Kanagawa doğumlu, üretimlerini Japonya’da devam ettiren Yuko Mohri eşlik ediyor. Mohri, rüzgâra, sıcaklığa, kalabalıklarına hareketlerine odaklanan enstalasyonlarıyla sanatsal ekosistemler yaratıyor. Bienalde ise kendi tarzını sürdürerek plastik hortum, kova, poşet gibi materyallerden oluşan tuhaf mekanizmalardan meydana gelen bir eğlence evi tasarladı. Enstalasyonunun ismi “Beste” (Compose).

Sanatçının devam eden serisinin bir parçası olan sergi, işçilerin Tokyo metro sistemindeki sızıntıları onarmak için kullandıkları akıllıca, pratik ve doğaçlama yöntemlerden ilham alıyor. Malzemeler ilginç bir orkestra içerisinde enstrümanlara dönüştürülüyor. Dönen bir fan, lastik bir tüpü harekete geçirerek yakındaki bir alışveriş çantasının hışırdamasına neden oluyor; plastik bir tabakanın üzerine düşen yağmur damlaları bir dizi rüzgâr çanını tetikliyor. Tüm duyuları harekete geçiren enstalasyon, her şeyin birbirine bağlılığını somutlaştırırken aynı zamanda deneyime mizah ve enerji katıyor.

Hem pavyonun küratörü hem de Tate Modern’de Uluslararası Sanat Kıdemli Küratörü olan Sook-Kyung Lee, Mohri’nin derme çatma su sızıntısı enstalasyonlarının, 2019’da son sel felaketini yaşayan Venedik şehri gibi, sel felaketlerinin yapılı ve doğal ekosistemleri sürekli tehdit ettiği bir dünyaya paralel olduğunu belirtiyor. “Sergi, çok sayıda küresel krizle karşı karşıya olan bir dünyada insanların birlikte olmasının ve çalışmasının ne anlama geldiğini soruyor” diyen Lee, sözlerine şu ifadeleri de ekliyor: “Su sızıntıları hiçbir zaman tam olarak giderilemiyor ve meyveler Mohri’nin enstalasyonlarında çürümeye terk ediliyor, ancak görünüşte nafile olan bu çabalar, mütevazı yaratıcılığımızın getirebileceği çözümlerin ipuçlarını gösteriyor.”

Güney Kore

Koo Jeong A, Odorama Cities, Kore Pavyonu, Fotoğraf: Yonhap

Güney Kore Pavyonu’nda Koo Jeong A’nın vurguladığı belirleyici duyu koku oldu. Nörobilimciler kokunun hafızayla bağlantılı en güçlü duyu olduğunu, çünkü kokuların doğrudan beynin duyguları ve hafızayı işleyen amigdala ve hipokampüs ile aynı bölümü olan limbik sisteme girdiğini belirtiyor. Meşe ağacına gömülü sonsuzluk sembolleri, iki ahşap şekilli möbius heykeli ve periyodik olarak yaklaşık her 10 dakikada bir farklı bir koku salan heykel dışında son derece sade bırakılan pavyonda hafiflik hissi anında kendini gösteriyor.

Koo’nun 2023 yazında sosyal medya ve basın bültenleri aracılığıyla insanlardan Kore yarımadasına dair anılarını hatırlatan bir koku göndermelerini istemesiyle tasarımına başlanan enstalasyon, Odorama Cities adını taşıyor. Hem Korelilere hem de Koreli olmayanlara açık olan çağrıda “Kore’yle ilgili hatırladığınız koku nedir?” sorusu yer alıyordu. Koo ve Kore Sanat Konseyi’nin daha sonra Paris, Şangay ve Singapur’daki 16 uzman parfümcüye ilettiği bu soruya gelen 600’den fazla yanıt, pavyonda sanat eserleri olarak işlev gören 16 farklı kokuyla sonuçlandı.

Serginin küratörleri Koo’nun tasarladığı pavyonu şöyle açıklıyorlar: “Koo, Odarama Cities adlı yeni işiyle mekânsal karşılaşmalarımızın nüanslarını araştırıyor; kokuların, esansların ve tatların bu anılara nasıl katkıda bulunduğuna özel bir vurgu yaparak mekânları nasıl algıladığımızı ve hatırladığımızı inceliyor.”

Nijerya

Fotoğraf: Shawn Ghassemitari/Hypeart.

Nijerya Hayali ismini taşıyan Nijerya Pavyonu, Batı Afrika’yı hem tarih hem de insani zihinde oluşan ve ardından şekil değiştiren imge kavramı bağlamında inceliyor. Küratörlüğünü Aindrea Emelife’nin yaptığı sergi, Nijerya’nın geçmişindeki iyimser olarak değerlendirdiği sömürü dönemlerini irdeleyen resim, film, enstalasyon, heykel ve sanal gerçeklik ekranlarını kapsıyor ve Emelife’ye göre “olabilecek ve henüz olmamış bir Nijerya” tasarısı içeriyor.

Nijerya’nın 1960 yılında Birleşik Krallık’tan bağımsızlığını kazanması, sömürge sonrası iyimser yıllarda bir yaratıcılık patlamasına yol açtı. Kısa bir süre sonra kurulan ve mitoloji, eğitim ve hayal gücünün kesiştiği “fikir laboratuvarı” olarak hizmet veren Mbari Kulüpleri, bu dönemin simgesi haline geldi. Toyin Ojih Odutola gibi sanatçılar, Mbari Kulüpleri’ni merkeze alan bir dünyanın neye benzeyebileceğini araştırırken, Yinka Shonibare CBE RA isimli sanatçı da bronz heykellerin ve sembolik eserlerin yağmalandığı ve British Museum gibi dünyanın dört bir yanındaki galerilere ve kurumlara açık artırmayla satıldığı 1897 Benin Seferi’nin mirasını yeniden gündeme getiriyor. Serginin küratörü Emelife, Mbari Klüpleri’nin yaratıcılarının “sanat üretimini gelişmekte olan bir ulus için bir görev ve hayati bir kamusal mesele olarak gördüklerini” sözlerine ekliyor: “İşte burada Mbari ve Nijerya Hayali el sıkışıyor ve bu görevi bir ulusu yeniden yaratmak üzere yeni bir sanatçı ekolüne devrediyor.”

Amerika Birleşik Devletleri

ABD pavyonunun basın ön gösterimi sırasında bir performans. Fotoğraf: Avedis Hadjian/Hyperallergic.

Choctaw-Cherokee kökenli Amerikalı sanatçı Jeffrey Gibson‘ın bu yılki Venedik Bienali’nde ABD pavyonuna liderlik edeceği açıklandığında Gibson, The New York Times’a verdiği demeçte, Bienal tarihinde ABD’yi temsil eden ilk Amerikan yerlisi olarak kendisini bir yol ayrımında hissettiğini anlattı. Gibson’ın evi olması gereken bir ülkeyle olan “karmaşık ilişkisi” hiç de şaşırtıcı değil. Büyükannesi ve büyükbabası, ABD hükümeti tarafından zorla yerlerinden edilen birçok Amerikan yerlisinden sadece birkaçı. Serginin ismi de Gibson’ın kişisel tarihiyle birlikte anlamlı hale geliyor: “beni yerleştireceğiniz yer” (the space in which to place me).

Küratörler Kathleen Ash-Milby ve Abigail Winograd, Gibson’ın, Amerikan mitolojisinin dayandığı temellere ve bu temellerin hayata geçirilme biçimlerine meydan okuyan, bunun yanında “kimlik yelpazesinin insan deneyiminin merkezinde yer aldığı” bir gelecek öneren heykeller, resimler ve film enstalasyonlarından oluşan canlı renklere sahip bir sergi yarattığını söyledi. Gibson ve 20 kişilik ekibi, kabileler arası estetiği Avrupa modernitesiyle titizlikle dokuyarak, ABD’deki yerli toplulukların geçmiş ve güncel deneyimlerini yansıtan canlı totemik heykeller ve büyük boyutlu geometrik resimler meydana getirdi.

Sergide dikkat çeken bir diğer unsur da, sanatçı ve dansçı Sarah Ortegon HighWalking’i Jingle Dress dansını yaparken gösteren hipnotize edici multi-kanal film enstalasyonu She Never Dances Alone (2020). HighWalking, Kızılderili elektronik grubu The Halluci Nation tarafından tasarlanan gürültülü bir bas-house melodisi eşliğinde dans ederken gösteriliyor; film, yerli kadınların nesiller boyunca süregelen dayanıklılığını somutlaştırmaya devam ederken HighWalking’in imgesi de katlanarak çoğalıyor.

Previous Story

Kültürel Yabancılaşma: “Yabani İstasyonlar”

Next Story

Türkiye Gerçekliğinde Bir Büyüme Hikâyesi

0 0,00
02_ArtDog_CD_Logo_RGB_Black

BÜLTEN

Türkiye ve dünyadan haftalık kültür-sanat haberleri, inceleme yazıları, sergiler ve etkinlikleri takip et.

Bülten aboneliğinde ArtDog Istanbul’un gizlilik sözleşmesini kabul etmiş olursunuz.