Jinekolog ve infertilite uzmanı Ercüment Cengiz’in Gırnatacı romanı Nedim Saban önderliğinde, Kanada ve ABD tiyatrolarında müzikal olarak sergilenmeye hazırlanıyor. 1890’lardan, 1955’e uzanan, İstanbul ile Chicago’da geçen aşkı, kardeşliği, vefayı, vefasızlığı ve savrulan hayatları anlatan roman yakında yine Saban önderliğinde önemli bir dijital platformda 4-8 bölümlük bir müzikal olarak karşımıza çıkacak. Cengiz, film çekme arzusuyla tetiklenen romancılık serüvenini, kitaplarının baş kahramanı olan müzikle ilişkisini ve gelecek projelerini anlattı. Cengiz’in anlattıkları Cenap Şahabettin’in, “Tıp Fakültesi’nden her şey çıkar arada bir de doktor çıkar!” sözünü doğruluyor.
-
Hem başarılı bir tıp hekimi hem de iyi bir edebiyatçısınız. Bu, sık duyduğumuz bir başarı öyküsü değil. Edebiyatla yolunuz nasıl kesişti?
Kimi insanlar anlatmayı daha çok sever. “Sanatçı” dediğimiz insanların da temel dertlerinden biri budur. Genel olarak hayatı, hayalin içinde kalarak anlamaya ve anlatmaya çalışırlar. Her sanatın bir anlatım dili var malum. Resmin başka, heykelin başka, müziğin başka… Ama, benim için Roman -Fransız “Yeni Romancılar”ın da zamanında yazdıkları gibi- anlatım biçimlerinin en özeli ve en güçlüsü. En etkileyicisi demediğimi fark etmişsinizdir, şiir, öykü, deneme, gibi formların etkileyiciliğini düşünecek olursak. Bu zorlu sanatın romanın hacmi, karıncaların, suların toprağa sızması gibi hayatın derinliklerine işleyecek imkânı olması ve gündelik hayatta kimsenin ilgilenmediği ayrıntıları yakalayabilmesi gibi avantajlarını düşünecek olursak gücü ortada.
-
Roman yazmaya nasıl karar verdiniz?
Ben kitapları olan bir evde doğdum. Ailenin uzak ara küçük çocuğuydum. Babam hafta sonları yemek masasında demlenirken cızırtılı bir radyodan yayılan müzik eşliğinde sevdiği bir romanın eğlenceli komik yerlerini gülerek, neşeyle okurdu, anlatırdı. Masada herkes mutlu görünürdü. Ben beş altı yaşlarında olduğumdan bir şey anlamazdım. Ama o neşeli sahneler böyle sorular sorulduğunda gülümseyerek gözümün önüne gelir. Sonuçta sanırım erken okumaya başlamanın, okuyan bir ailede büyümenin romana erkenden bulaşmama yararı olmuştur. Ancak elbette bu yeterli değil çünkü evinde tek bir kitabı olamayan ailelerin çocuklarının da çok önemli yazarlar olarak yetiştiğini görüyoruz. Buna, benim şansım diyelim… Hal böyle olunca roman okumaya, onun büyüsüne ilk gençlik yıllarımda kapıldım ve içine çekildim. Müzik ve sinemayla da yakından ilgiliydim. Aslında öncelikle senaryo yazmak, bir film yapmaktı hayalimdi. İlerleyen yıllarda bunun hekimlikle beraber mümkün olamayacağını anladım. Yapımcı bulmak, büyük paralar, aylarca süren çekimler gibi koşulları düşünecek olursak bu olanaksızdı. İşte o zaman dertlerimi, -malum, her romanın bir derdi vardır- yarı karanlık bir odaya kapanıp roman yazarak anlatmak dışında başka bir yolumun olmadığını anladım.
-
İlk romanınız Gırnatacı ile 2012’de Everest Yayınları’ndan “İlk Roman Yarışması Ödülü”nü kazandınız. 49 yaşında yazmaya başladığınız bu ses getiren hikâyenin ilhamı nereden geliyor?
Dünyada ve ülkemizde ayrıştırmanın, etnik ayrımcılığın, ötekileştirmenin, nefret söylemlerinin salgın hastalık gibi yaygınlaştığı ortada. Yeryüzünün yırtıcılık değeri en yüksek canlısı olan insanoğlunun kendi türüne kin ve nefretle bakmasına tahammül edemediğim için bir kardeşlik hikâyesi yazmak istedim. Doksanlı yılların sonunda bir dünya kongresinde tıbbi makalelerimi sunmak için Chicago’ya davetliydim. Kaldığım Michigan caddesindeki Intercontinental otelinin eski binasının giriş merdivenlerinin üstünde kocaman mermer bir lahitte şöyle yazıyordu; “ES SELAMUN ALEYKUM Since 1928”. Latin harfleriyle yazılı bir Allah’ın selamı… İlginç olanı ise harf devriminin bizde henüz o yıl yapılmış olması! Dönünce araştırdım. O esnada 1893 de Amerika’nın keşfinin 400 yılı şerefine Chicago’da bir dünya fuarı gerçekleştiğini ve II. Sultan Hamid döneminde Osmanlıların da fuara katıldığını öğrendim. Caz formuna uygun bir çalgıyı ve çalgıcıyı bulup Asmalımescit’den oraya taşımaya karar verdim. Zemininde caz müziğinin ve Osmanlı musikisinin de olduğu dokunaklı ve siyasi sorunu da olan bir roman tasarlamaya başlamıştım. Orhan Pamuk’un ödül aldığı yıl davetiyem olmamasına rağmen Nobel ödül törenine gittim, salona girdim ve izledim. Türkçe yazan sevdiğim bir romancı için söylenenlerden duyduğum gurur, dönüşümde romana kararlılıkla başlamamın fitilini ateşleyen şey oldu.
-
Gırnatacı, Nedim Saban yönetmenliğinde, Kanada’nın önemli bağımsız tiyatrolarından Theatre Why Not ve Tiyatro Kare tarafından “The Clarinetist” adıyla müzikale dönüşüyor. Müzikal çalışmaları bugün ne aşamada?
Türkiye’de ilk kez bir roman uluslararası arenada müzikal olarak sahnelenmiş olacak. Kanada hükümeti destekli bir proje. İki ülke arasında kültürel bir bağlantı kurmak amacıyla başlatılan bir yolda seçilmiş Gırnatacı. “The Clarinetist” adıyla Kanada’nın önemli bir tiyatro grubu ile usta tiyatro insanı Nedim Saban’ın önderliğinde yazımının ve provalarının üçte birinin bittiğini biliyorum. Kaydedilmiş prova görüntüleri bile çok hoş. Aynı zamanda New York’ta da aynı projeyle ilgilenen başka kaynakların olduğunu biliyorum. Nedim Saban’ın salgın başlayınca Amerika’ya gidememesi ve koşullar işleri yavaşlatsa da devam ediyor. Bu hem Nedim Saban’ın hem “Tiyatro Kare”nin hem de Gırnatacı’nın yurt dışına ve Amerika kıtasına açılması adına önemli. Henüz görüşme aşamasında olduğundan tam isim veremesem de yine Nedim Saban önderliğinde önemli bir dijital platformda dört ya da sekiz bölümlük bir müzikal olma yolunda da ilerliyor.
-
Bir röportajınızda, geçmişte sinemacı olmanın hayalini kurduğunuzu söylüyorsunuz. Kitaplarınızın sinema filmlerine dönüşmesini ister miydiniz?
Müzik kadar sinema da ilk göz ağrılarımdan. Küçükken annemle gittiğim siyah beyaz, çoğunluğu aşk hikâyesi konulu filmleri bir şey anlamasam da perdenin büyüsüne takılıp en küçük ayrıntılarına kadar izlerdim. Mesela, kadınla erkek sahiden öpüşüyor mu ya da bir meyhanede sandalyenin ayağında dolanan hamam böceği acaba yapımcı hatası mı?… Sonra liseye başlamadan görmediğim, görme imkânımın bile olamayacağı filmlerin eleştirilerini okumak için harçlığımla sinema dergileri alır, eleştirilerini zevkle okurdum. Lise sonda ise Sinematek üyesi oldum. Tercüme edilmemiş, Çek, Macar, Bulgar, Rus filmleri dahil bir sürü film izledim. Çok mutlu olduğum roman uyarlaması bir film izledim diyemem. Belki şu dayanakla romanlarımın film olmasını isterim; evet, sinematografik yazdığım doğrudur. Romanları yazarken sahneleri baştan hayal ederek kurgular ve yazarım. Görsel yazıyorsunuz, atmosfer yaratmada başarılı bir romancısınız diye pek çok okuyucu, eleştirmen, yazar ve yönetmenden bu duydum bu sözleri. Birçok önemli yönetmen ve yapımcı Gırnatacı’yı dizi film, Çellocu’yu film yapmak istedi ve istiyor. İzlediğimde ne hissederim bilemesem de merak ederim doğrusu.
-
Özellikle Gırnatacı ve Çellocu romanlarınızda müzik önemli yer tutuyor. Edebiyat gibi müziğe de özel bir ilginiz var mı?
Romanlarımın isimleri anlatıyor aslında. Ben ilk iki romanımı müzikal bir zemin üzerinde yazdım. İki romanda da anlatmak istediklerimi müzik ve müzisyenler üzerinden anlatmayı tercih ettim. Müziğe ilgim olmasa bunu başaramazdım. Değerli Cemil Kavukçu’nun kitabın arka kapak yazısı için kaleme aldığı yazıdaki bir cümle çok hoşuma gider; “Büyülü sesiyle giderek bir roman kişisine dönüşen gırnata, okurun bildiği ama kahramanların bilmediği yakıcı bir sırrı da beklenmedik sona götürecektir.” Bir çalgıyı roman kişisine çevirmek! Gırnatacı’da tam da yapmak istediğim buydu. Çello da çok özel bir yaylı çalgı. Ancak, hatırlarsak büyük romancıların, yazarların çoğu ressamdır aynı zamanda… Goethe, Victor Hugo, Herman Hesse, Ernest Hemingway, Oscar Wilde, Marcel Proust, Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşar Kemal, Orhan Pamuk… Bir kısmı da bir resim eleştirmeni kadar bağlıdır resim sanatına. Hem Pamuk, hem Umberto Eco Roman yazmanın kelimelerle resim yapmaya benzediğini söyler. Resimle roman sanatının kardeşliği 20. yüzyılın başından beri sıklıkla vurgulanır. Bense romanın ihmal edilmiş bir kardeşi daha olduğunu düşünür, içten içe üzülür, hatta dert edinirim. O da “Müzik”tir.
Romanları aynı zamanda birer müzik parçalarına benzetirim. Aslında, resim yapmak kadar müzik de yaparız romanlarımızı yazarken. Bazen uzun bir cümleden sonra kısa bir cümleyle devam etmek, bazen çok uzun bir cümleden sonra tek kelimelik bir cümle. Seslileri sessizleri bir ses gibi görerek ilerlemekten tutun da romanın ritmine kadar hepsi müzik içerir. Kimi romanlar senfonilere benzer, inişli, çıkışlı. Kreşendolar, de kreşendolar… Kimileri hüzünlü hicaz bir peşrevle başlar ağdalıca akar. Kimileri pastoral halk şarkıları gibi neşeli ya da hüzünlü… Kimileri kahır dolu arabesk şarkılar gibidir acıtıcı… Romanları en çok caz şarkılarına benzetirim. Nasıl başlayıp, nerede, nasıl biteceği belli olamayan caz şarkılarına. Hiçbir caz performansı her gece aynısı gibi çalınamaz bir kulüpte ya da konserde. Tıpkı nasıl başlayıp nerede, nasıl biteceğini kestiremeyeceğimiz romanlar gibi.
-
Son romanınız Yazmaya Devam Et’te roman yazmaya çalışan bir doktorun hikâyesini anlatıyorsunuz. Yazar burada biraz kendini mi yazıyor?
Sıkça merak edilen bir soru. Aslında çoğu okur her yazarda bunu merak eder. Büyük çoğunlukla ilk romanların otobiyografik özellikler taşıdığı söylenir. Benim ilk romanım “Gırnatacı” böyle bir roman değil. Onun için de ayrıca mutluyum. Son romanım “Yazmaya Devam Et” de otobiyografik bir roman değil. Otobiyografik ögeler taşıyor olabilir ama o kadar. Üstelik, bütün romanlar bir parça otobiyografik özellikler içerebilir. Roman yazmanın en sevdiğim özelliklerinden birisine gelince, “Hiç yaşanmamış olayları sanki yaşanmış gibi anlatmakla, yaşanmış olayları hiç yaşanmamış gibi anlatma” becerisidir biraz da…
-
Yazarken nelere dikkat ediyorsunuz? Yazmak için belli rutinleriniz var mı?
Sabah erken uyanır uyanmaz temiz bir zihinle yazabiliyorum. Sabaha karşı hava aydınlanmadan, hiçbir sesin olamadığı saatlerde… Çünkü gün içinde çalışmak, hastalarla konuşmalar, ameliyatlar, günlük sohbetler, şakalaşmalar zihni yoruyor. Roman yazmak, yazdıklarınıza aylar ya da yıllarca odaklanma işidir. Hangi romanı yazıyorsanız o romanın tam da içindesinizdir ve kopamazsınız. Koparsanız, romanı baştan yazmanız gerekir. Duyduğunuz, gördüğünüz her şey sizi oraya taşır. Yorgunluk, yarım kadeh içki, aşırı mutluluk, aşırı mutsuzluk halleri de bu odaklanmayı bozar. Arada bir yerde olmanız daha iyi, bir ‘blues’ hali ve hafifçe bir öfke belki. Okuyucunun merak ettiği hatta hayal ettiği, sıkça duyduğum şey şudur; “Ne güzel… Bir kadeh duruyordur elinizde, romanlarınızda söz ettiğiniz parçaları dinlerken yazıyorsunuzdur değil mi?” diye sorarlar.
Ne yazık ki öyle değil. Yazdıklarınızdan aldığınız duygusal mutlulukla, somut hayata geçeceğiniz zaman kendinizi ödüllendirir mutlu olursanız, bunu yaparsınız. William Faulkner’in, Paris Review röportajlarından birinde bütün romancılara düstur olan sözlerinden bahsetmenin yeridir. “Bir yazar, nasıl gerçek bir romancı olur?” diye soran gazeteciye “Yüzde doksan dokuz yetenek… Yüzde doksan dokuz disiplin… Yüzde doksan dokuz çalışmak…” diye ironik bir cevap verir.
-
İlham aldığınız yazarlar?
Sevdiğim yazarlara ya da romanlara saygısızlık edermişim gibi geliyor bunu cevaplarsam. Daha önce söylediğim sözlerden anlaşıyordur diye düşünüyorum.
-
Kitaplarınız birçok dile çevrildi, defalarca basıldı. Şimdiden üç romanınız var. Yeni kitaplarınızı bekleyen okurlarınız için müjdeniz var mı?
Bu da sıkıntılı, zor bir soru. En yalın haliyle söylemeye çalışayım, diğer romanlarıma hiç benzemeyen bir “Anadolu Trajedisi” üzerinde çalışıyorum.
“Roman Yazmak Normal Bir İnsan İşi Değil”
Roman yazmak ise, normal bir insan işi değil bence. Özellikle de ilk romanlarını yazanları düşünsenize. Kendinizi birkaç yıl bir odaya kapatacaksınız. Bitirip bitiremeyeceğinizi bile bilmeden, ısrarla ve inatla çalışacaksınız. Ve o birkaç yıl her an o olayların, yarattığınız kahramanların ve kurduğunuz atmosferin içinde yaşayacaksınız. (Ki, son romanım “Yazmaya Devam Et” tam da bir editör yazar aşkının trajedisi üzerinden bunları işliyor.) Sonra, bittiğinde basılıp basılamayacağı bile belli değil. Yani bu iş bir çeşit acıdan zevk alma hali. Ama, bitirdiğinizde de büyük bir boşluk ve ferahlama. Bu arada, bir televizyon programında, Doğan Hızlan ve Beşir Ayvazoğlu ile yaptığım söyleşide gülerek bana hatırlattıkları Cenap Şahabettin’in “Tıbbiyeden her şey çıkar, arada bir de doktor çıkar” sözlerini hatırlatmak isterim.
Ölüm ve Kalım Arasında
Hekim olmanın, cerrah olmanın, ölümle kalım arasında ince bir çizgide bir mesleğe sahip olmanın güçlükleri ortada. Yapacağınız hatanın, telafisi yok çünkü. Binlerce çocuk dünyaya getirdim, asistanlık yıllarımda, zorunlu hizmette, acil nöbetlerinde, yollarda onlarca insan da gözümün önünde öldü. Dünyaya gelirken ağlayan o güzelim yüzleri de gördüm, gülümseyerek veda eden solmuş yüzleri de. Hayal ve hakikatin ince bir çizgide birbirine yakın olduğunu görmek, öğrenmeye başlamak da kolay olmuyor. Ama hayatın sırrını, manasını, merkezini anlamama ve anlatmama mutlaka katkısı olmuştur.