Prof. Dr. Talat Kırış, beyin ve sinir cerrahisi alanında dünyanın önde gelen profesörlerinden biri ama bizim bu sayfada onunla buluşma nedenimiz çokça deniz, kaçınılmaz olarak edebiyat ve tabii ki biraz da sanat. Talat Kırış için denizin anlamı çok derin, hayatının bir parçası. Edebiyat da öyle bence hatta not düşelim eğer okumadıysanız Kırış’ın 2023 yılında Doğan Kitap tarafından yayımlanan Uzak Deniz Küçük Yağmur adlı öykü kitabını mutlaka okuyun. Bu söyleşimizde de onun denizine dalıp edebiyattan kitaplara, deniz ve kıyılarımızın geldiği halden, sanat eserlerine ve şahane dostu Dagu’ya kadar birçok şeyi konuştuk. Tüm bunlar olurken Talat Kırış yine denizdeydi ve ArtDog Istanbul’un sorularını denizde seyir halindeyken yanıtladı…
Talat Bey, şu an denizdesiniz. Nereden gelip nereye gidiyorsunuz?
Evet, tam bir aydır denizdeyim. Fransa’nın kuzeyinden, Manş Denizi kıyısındaki Treguier’den İstanbul’a tekne getiriyorum. Yeni bir tekne yaptırdım, uzun ve uzak yollar için. Sorularınızı Sardinya Adası’nın hemen önünde St. Pietro Adası’ndan yanıtlıyorum, yani Akdeniz’in ortasında bir yerlerden. Ton balığı avcılığıyla geçinen bir kasaba. Beni içine çekti, bırakmak istemiyor. Ama yola çıktın mı gideceksin hem kendi içine, hem derya boyunca. Belki dönerim ama.
Benim için sorması kolay sizin için yanıtlaması belki zor ama bırakın kendinizi maviye ve “Talat Kırış için deniz ne ifade ediyor?” sorunu yanıtlayın lütfen…Bir heves değil, meşgale değil bir yaşam biçimi sizin için deniz. Yaşamınızla denizin buluşması, denizin yaşamınıza yol, yön vermesinin hikâyesi nasıl başladı?
Deniz hayatımda hep vardı. Çocukluğum Marmara Denizi’nin şahane olduğu bir dönemde Ataköy’de geçti. Ataköy plajı o yıllarda çağının ötesinde modern bir plajdı. Annem ablamla beni okuldan alır, doğrudan plaja giderdik. Hafta sonlarını da ailecek Ataköy sahilinde geçirirdik. Hele de poyraz estiğinde kristal gibi berrak olurdu su. Dipte pisi balıklarının kumda oynaşmasını izlerdik. Yazları Marmara’nın adalarına bazen Avşa’ya ama daha çok Marmara Adası’na giderdik, Çınarlı Köyü’ne. Püfür püfür eserdi rüzgar, denizi güzeldi, kitap okumayı seven bir aileye doğmuşum, hepimiz kitaplarımızı alır bir köşede okurduk akşamüstü serinlikte.
Bugün geldiğim yere baktığımda, bir de çocukken Resimli Bilgi’de, Gökkuşağı Ansiklopedisi’nde, Keşifler ve İcatlar Ansiklopedisi’nde okuduğum kaşiflerin, denizcilerin hikâyelerini hatırlıyorum, beni bir ömür boyu etkilemiş olan. Sonunda onların izinden bir yelkenliyle Antarktika’ya gittim. Grönland’da kuzey kutup dairesini kanoyla geçtim. Deniz, dediğiniz gibi bir yaşam biçimi. Doğayla birlikte olmak, deniz kültürünü özümsemek, deniz canlılarını izlemek, denize dair okumak, düşünmek ve yazmak. Denize çıktığınız an şehirde asla hissetmediğiniz bir şeyi, Dünya isimli bir gezegende yaşadığınızı hissediyorsunuz. Bütünleşiyorsunuz gezegeninizle. Denizin, rüzgarın ihtişamı, gücü muazzam. Onun huyunu suyunu anlamaya, saygı duyarak içinde yaşamaya çalışıyorsunuz. Bulutlarla dalgalarla hayallere dalıyorsunuz. Bir kente denizden girmenin güzelliği bambaşkadır mesela. Ya da şu anda üzerinde bulunduğumuz ada, insan ancak denizden gelir buraya ve bir anda gizli bir hazine bulmuşa dönersiniz.
“Çirkinleşme Kimseyi Rahatsız Etmiyor”
Türkiye sınırları içerisinde denizde olmayı en sevdiğiniz bölgeler, koylar neresi?
Ben en çok güney Ege sahillerini severim. Gökova, Hisarönü tarafları, yüzlerce koyu ve pırıl pırıl deniziyle.
Bodrum, Ayvalık, Alaçatı mesela her yaz dolup taşan ve eskiye göre birçok anlamda değişen, kiminin vazgeçemediği kimin ise kalabalığından- kaosundan artık kaçtığı yerler. Sizin için ne ifade ediyor bu bölgeler?
Bu bölgelerden benim bildiğim epeyce zaman geçirdiğim yer Bodrum. Bodrum’un eski halini hatırlıyor ve özlüyorum. 20’li yaşlarda bir arkadaşımla, Melek Teyze diye seslendiğimiz yaşlıca bir Bodrumlunun, avlulu eski Rum evinde pansiyoner olarak tatil yapmıştık. Bize zeytinyağlı etli pırasa yapmıştı. Yürüyerek ya da bir minibüsle gidip denize girerdik. Kuşkusuz artan nüfusla beraber değişim olacaktı, oldu da. Ama bu denli çarpık, görgüsüz bir kentleşme önlenebilirdi. Yalnızca kâr eksenli tatil yerleri olacağına, kendi dokusuyla, tarihi, kültürüyle öne çıkan beldeler olsa ne güzel olurdu. Güzellikleri bozmadan gelişmeyi, büyümeyi beceremiyoruz. Arazi, inşaat, rant. Hem yerel yöneticiler hem merkezi iktidarlar bunlardan besleniyorlar, buradan üretilen aşırı kazanç, siyaseti de finanse ediyor. Vatandaş da eline fırsat geçince estetik, coğrafi, tarihi, kültürel dokuyla uyum düşünmeden dalıyor kentlere, kasabalara, başını sokacak bir yer olsun da nasıl olursa olsun. Çirkinlik, çirkinleşme sanki kimseyi rahatsız etmiyor. Yine de Bodrum benim için ayrıdır. Her gidişimde meydanda Denizciler Kahvesinde oturup bir çay içer bir tost yerim. Gözlerim güzelim tirhandilleri, guletleri arar.
Talat Kırış denizdeyken öykü yazıyor mu yoksa denizdeyken oradan beslenip ayağı yere basınca mı yazının başına oturuyor?
Yazıyorum. Ama benim yazma biçimim hep hikâye anlatmak üzerine. Gezdiğim gördüğüm yerler bana ilham veriyor. Hikâyeyi kafamda kurmaya başlıyorum ve bunu sürekli yapıyorum, her an bir hikâye düşleyerek dolaşıyorum. Yazma, kağıda geçirme meselesi sonra, bazen çok sonra oluyor. Bir kısmını unutuyorum, sonra ansızın aklıma geliyor bir başka zaman. Mesela bugünlerde ününün zirvesindeyken bir corrida (boğa güreşi) sonrası ortadan kaybolan, yıllarca kendisinden haber alınamayan bir boğa güreşcisini bulup kendisiyle röportaj yapmak isteyen bir gazetecilik öğrencisinin hikâyesini büyütüyorum. Endülüste Ronda isimli kasabada geldi bu hikâye aklıma. Ronda, Rilke’nin yazmak için ilhamını kaybettiğini düşündüğü bir dönemde bir otobüse atlayıp tesadüfen geldiği kasaba, orada yeniden doğmuş adeta.
“Deniz Ve Edebiyat”
Deniz ve Edebiyat diye bir başlık açsam size, neler söylersiniz? Hangi yazarlar sizi alıp götürür edebiyatın ve denizin güzelliğine?
Benim kutsal kitabım Moby Dick. Dönüp dönüp okurum. Başucumda durur, rastgele bir bölüm açar okurum, sıkıldığım zaman, mutlu olduğum zaman, her zaman. Denizle ilgili edebiyat deyince aklıma hemen Jack London, Jules Verne, Joseph Conrad, tabii ki Hemingway’in Yaşlı Adam ve Deniz’i, Yaman Koray’ın kitapları, Panait Istrati’nin Akdeniz’i, Nikos Kazancakis ve öykünün fonu Girit olan Zorba’sı, Lawrence Durrel’in deniz kentlerinin romanın asıl karakteri olduğu romanları, John Fowles’un, Spetses Adası’nın kitabın esasını teşkil ettiği Büyücü’sü, Yaşar Kemal’in Deniz Küstü’sü geliyor. Tekrar tekrar okuduğum ve üzerine yakında yayınlanacak bir kitapta küçük bir bölüm yazdığım Odysseus’un ve Binbir Gece Masalları’ndaki Sinbad’ın yolculuklarını da eklemem gerekir. Son zamanlarda edebiyat dışında denizi yaşamış, gezmiş, dolaşmış, keşfetmiş insanların kitaplarını okuyorum. Sadun Boro’nun Pupa Yelken’i, Bernard Moitessier’in Uzun Yol’u, Tristan Jones’un Buz ve Imkânsız Yolculuk kitapları, Joshua Slocum’un İlk Defa Tek Başına ve Tania Aebi’nin Tek Başına’sı, Pete Goss’un Close to the Wind’i ilk aklıma gelenler. Ekrem İnözü, Osman Atasoy, Tanıl Tuncel, Hakan Öge, Özkan Gülkaynak, Eralp Akkoyunlu, Haldun Karagöz gibi dünyayı denizden dolaşmış denizcilerimizin kitaplarını da anmadan geçmek istemem. Antarktika, Arktik, Kuzey-Batı Geçidi arayışları ve tüm o maceracı denizcilerin kitapları da son yıllarda en çok okuduğum eserler arasında. Sanırım ülkemizde Arktik bölgeyle ilgili en zengin kütüphaneye sahip olanlardan biriyimdir. Son olarak çevrilme hikâyesini (henüz yayınlanmadı) Deniz Mecmuası dergisine yazdığım ve bir TEDx konuşmasında anlattığım Jules Michelet’nin Deniz isimli kitabını da ekleyeyim.
Sizin sanat tarihiyle yakından ilgili olduğunuzu biliyorum. “Deniz ve sanat” desem?
Deniz ve sanat deyince tabii Aivazovsky, Edward Hopper’in kimi resimleri, Van Gogh’un Deniz Fenerler’i, Joan Miro’nun soyut da olsa bana denizi düşündüren resimleri, Matisse’in sahil manzaraları, İnuit sanatçılarının resimleri aklıma geliyor öncelikle. Boticelli’nin Venüs’ün Doğuşu da beni hep bir deniz kenarına, bir deniz yolculuğu hikâyesinin başlangıcına götürür. Sanat deyince müziği ve mimariyi de katmak lazım. Vivaldi’nin Denizde Fırtına eserini, kendisi de bir yelkenci olan Frank Gehry’nin denizin dalgalarından esinlendiği mimari eserlerini de eklemeliyim. Bir de çizgi roman. Hugo Pratt’ın Corto Maltese’si. Hem çizgilerinin zarafeti hem hikâyelerinin maceraperest yanı, hem de Corto Maltese’nin kahraman/anti kahraman kişilik özellikleri beni alır götürür. Yapı Kredi Yayınları, çok güzel bir baskıyla tüm eserlerini yeniden basıyor, ilgilenenlere öneririm.
“Marmara’yı Öldürdük, Cesedi Üzerinde Tepiniyoruz”
Siz aynı zamanda iklim aktivistisiniz. Ne yapıyoruz biz denizlerimize?
Kendime iklim aktivisti dersem iklim aktivistlerine haksızlık etmiş olurum. İklim meselesi üzerine düşünen, zaman zaman bu konuda yazan biriyim. Denizlerimize ne yapıyoruz derseniz, iyi davranmıyoruz. Gözbebeğimiz gibi bakmamız gereken denizlerimizi, sistematik olarak kirletiyoruz. Derin deniz deşarjı diye hayata geçirilen uygulamalar baş sorumlu diyebiliriz. Tam arıtma değil de, kaba bir ön arıtma yapılarak pisliklerin denize atılabileceğini yasal hale getirmiş uygulamalar. Sanki ürettiğimiz tüm pislikleri derin denize boşaltırsak deniz onu arıtacak temizleyecek gibi saçma sapan bir tez üzerinden kabul edilmiş. Bu şekilde Marmara’yı öldürdük, cesedi üzerinde tepiniyoruz. Yaşanan müsilaj felaketi falan hep ona bağlı. Düşünsenize üç tarafı denizlerle çevrili ülkemizde bir Deniz ve Denizcilik Bakanlığı bile yok.
“İnsan Doğanın Kanseridir”
Gezegen ölçeğinde baktığımızda ise küresel ısınma ciddi bir sorun. Bilim insanı kılıklı birileri çıkıp dünya tarihinde böyle dönemler olmuştur falan diye ahkam kesiyorlar. Belki olmuştur bilmiyorum, ama milyonlarca yıl içinde olan döngüleri yüz yıla, elli yıla sıkıştırırsanız felaket de kapınızı çalar. Şu anda, felaket kapıyı çalmayı bıraktı, kapıyı kırdı oradan bize bakıyor. Buzullar eriyor, her yerde ortalama sıcaklıklar artıyor, iklim yaşam dilimimizde belirgin olarak değişti. Bu seyahatte Sierra Nevada Dağları’nda yürüyüş ve küçük bir tırmanış yaptık. Rehberimizle konuşurken yenice bir kitap okuduğunu bu dağlarda 1970’lerde senede yalnızca bir haftanın karsız geçtiğini, bu yılsa kayak merkezi olan bu bölgede ocak, şubat aylarında ancak yapay karla kayak yapılabildiğini anlattı.
Başka bir mesele de deniz çayırları, Posidonia Oceanica. Akdeniz’e özgü endemik bir tür. Denizi ve deniz canlılarını yaşatan bir habitat. İtalya’da, İspanya’da deniz çayırlarının olduğu yere demir atamazsınız, büyük cezaları var. Bizde böyle bir hassasiyet yok. Küçük gibi görünen ayrıntılar ama aslında o kadar büyük ki. Doğa bir ahenk içinde yaşıyor ve biz ona saldırıyoruz, her yerden ahengini bozmaya çalışıyoruz. Rahmetli babam insan doğanın kanseridir derdi, bütün kaynakları kendine almaya çalışıyor ve böylece sonunu hazırlıyor.
“Dagu’yu Almayan Lokantalara Ayak Basmam”
Dostunuz Dagu ile tanışmıştım bir akşam. O da denizde size eşlik ediyor mu? Biraz Dagu ile hikâyenizi dinlesek…
Dagu’yu sorunca içim sızladı, çünkü bir aydır kendisinden uzaktayım. Yüreğim onu bir kafese koyup uçak yolculuğuna çıkartmaya izin vermedi ve çok özlüyorum. Ama Narval (teknemin adı) İstanbul’a bir ulaşsın Dagu’da Narval’ın baş tayfası olacak. Dagu bir Labrador, denizci bir köpek. Yüzmeyi çok seviyor, yelkenden ne kadar hoşlanıyor emin değilim ama alışacak. Adı Moby Dick’teki bir karakterden, iri yarı bir Afrikalı olan üçüncü mızrakçı Daggoo dan geliyor. Dagu benim evladım gibi. Benimle yatar, benimle her yere gelir. Onun gidemediği yerlere, Dagu’yu almayan lokantalara asla ayak basmam. Çok çelebidir. Her şeyi anlar, neredeyse de konuşur. Günün birinde onunla denizlerde daha fazla zaman geçirmeyi hayal ediyorum.
Biliyorsunuz sokakta yaşayan köpeklerin “uyutulma” adı altında katledilmesi gündemde. Biz ArtDog Istanbul ekibi olarak bu konuyla ilgili çok haber yaptık, bunu da hazır sizi bulmuşken konuşmak isterim. Bu konuyla ilgili neler söylersiniz?
Sokak hayvanlarının uyutulması, ötenazi yapılması maske sözcüklerinin kullanılarak öldürülmesi projesine tabii ki karşıyım. Olacak iş değil. Tam da bu iktidara uygun bir yaklaşım. Durup durup “Hımm bunlar insanlara zarar veriyor hadi hepsini öldürelim” yaklaşımı. Öncelikle kaç saldırı olmuş, kaç kişi yaralanmış, yaralanmaya neden olan hayvanların kaçı sahipli kaçı başı boş, hiçbiri bilinmiyor. Bir sorun varsa bunun çözümü, canlıları öldürmek değildir.
“Kedisiz, Köpeksiz İstanbul Düşünebilir misiniz?”
Bakın üç yıldır Orkalar Cebelitarık Boğazı bölgesinde teknelere saldırıyor/ dokunuyor ya da teknelerle oynuyorlar. Neticede teknelerin dümenlerini parçalıyorlar. Bu nedenle beş tekne battı, onlarcası karaya çekilmek zorunda kaldı. Halen sürüyor. Yakında ben de o bölgeden geçtim. Nedeni çözülmüş değil. Kimse de aklından alalım tüfekleri geldiklerinde vuralım şunları diye geçirmiyor. Aksine koruma altındalar ve zarar verilmesi halinde ağır cezaları var. Bilim insanları, denizciler bu davranışın nedenini anlamaya, Orkalara zarar vermeden sorunu çözmeye çalışıyorlar. Sokak hayvanlarına gelince. Ben İstanbulluyum, İstanbul’u kedisiz, köpeksiz düşünebilir misiniz? Hatta martısız, kargasız, güvercinsiz, serçesiz. Onlar da şehri, doğayı bizimle paylaşan canlılar. Sorunun çözümü bütçe ayırarak barınak yapmak, kısırlaştırmak, sahiplendirmeyi özendirmek. Dünya kadar veterinerlik fakültesi var, buralarda hocalarının gözetiminde son sınıf öğrencileri hayvanları kısırlaştırabilir. Belediyeler, vakıflar, dernekler barınak açma sorununa eğilebilir. Kenya’da fil, İngiltere’de eşek yetimhaneleri görmüştüm. Vakıf olarak yapılanmış, annesi babası öldürülmüş, ya da travmatize edilmiş hayvanları rehabilite eden. Önemli olan zihniyet, nasıl idam suçu önlemekte bir çözüm değilse, hayvanların öldürülmesi de herhangi bir sorunun çözümü olamaz.