3. haz
Bir başka sanat yapıtında, Pieter Quast’ın Handa Kavga Eden Köylüler (1630) adlı gravüründe şiddetin haz ile harmanlandığı garip bir tahrip sahnesi vardır. Ortada dizleri üstüne yığılmış bir kişiye aklını kaybetmiş gibi görünen üç köylü saldırmaktadır: biri bıçak ile tehdit etmekte, diğeri diz çökmüş kişinin kafasına indirecek gibi bir sandalyeyi tutmakta, bir diğeri ise mınçıka ile saldırıya geçmek üzeredir. Bütün bu ölüm tehditlerine rağmen -şunu da ekleyelim ki sağdaki saldırganın giydiği tayt benzeri pantolonun açılmış kasıklığı erekte olmuş bir penisi özenle saklamaktadır- tahrip edilmek üzere olan kişinin yüzünde son derece mest olmuş, büyülenmiş, haz ve hayranlık dolu, davetkâr bir ifade vardır. Sanki biz izleyiciler, bu haz aldığı tahrip sahnesine katıldığımızda ya da tahribin temsil edildiği bu sahnede rol aldığımızda aldığı tatmin doruğa ulaşacaktır.
Ya da, Kertenkele Tarafından Isırılan Oğlan (1594) adlı Caravaggio tablosunda bir oğlan camdan bir çiçek kavanozunun içine saklanmış bir kertenkele tarafından ısırılır. Her ne kadar camdan yapılmış ve saydam olsa da kavanoz karanlığın odağını oluşturmakta ve kertenkelenin niçin kavanozda bulunduğunun ya da ressamın neden böyle bir sahneyi resmettiğinin arkasındaki motivasyonu açıklamamaktadır. Öte yanda, bu sahnede bir ipucu oluşturabilecek tek şey oğlanın ellerinin takındığı “jest”te bulunabilir. Kuşkusuz bu eller taş atmamaktadır ve taş atma eylemini çok gerilerde bırakmış gibi bir sahneyi, hayvanlığa duyulan bir nostaljiyi, özellikle de bir sado/mazo sahnesine ait hazzı harekete geçirmektedir.
4. nihilizm
Marx’ın en sık alıntılanan paragraflarından biri Nietzsche tarafından rahatlıkla şöyle değiştirilebilirdi: “Bir hayalet musallat olmuştur Avrupa’ya –Nihilizm hayaleti. Avrupa’nın bütün güçleri bu hayaleti kovmak adına kutsal bir ittifaka girişmiştir.” Nietzsche’ye göre Nihilizm 19. yüzyılın hastalığıdır; hem bir hastalığın semptomu hem de bu hastalığın tedavisi olsa da her iki durum da tahrip etmekle ilişkilidir. Öte yanda, Nihilizm hayaletimsiliği, tahriple ilişkisi ve görünmez oluşu itibarıyla da olağanüstü aciliyete sahip bir durum teşkil eder. Söz konusu bu durum, yalnız 19. yüzyıl Avrupası’na değil günümüze kadar uzanan bir döneme musallat olabilme kapasitesiyle acilliğini korumaktadır.
Anlattığım konu gelecek iki yüzyılın tarihidir. Gelmekte olanı, farklı bir şekilde gelemeyecek olanı tarif ediyorum: Nihilizmin ilerleyişi.
Öte yanda, Marx’a göre komünizmin hayaletimsiliğinin, ya da musallat olma kapasitesinin tahrip etme gücüyle değil insanlığın kapitalist üretim biçimlerinden özgür kılınmasıyla alakası vardı. Bir yanda tahrip, bir yanda özgürlük. Hayaletimsiliğin bu iki farklı durumda büründüğü form, adı geçen iki terimin birbirinden nasıl farklı kılınmış olduğunu belirler. Ruhu belirleyen şey, örneğin Homer metinlerinde olduğu gibi, Psuché’dir: Beden sona erdiğinde, “ruh” – psuché – bedenden ayrılır ve ölüler ve canlılar dünyası arasında dolaşma özgürlüğüne sahip olur. Ancak Plato’ya geldiğimizde psuché, “psyche”ye, yani bildiğimiz ruh’a dönüşür ve bir daha canlılar dünyasına gelmemek üzere Thanatos’a mahkûm olur. Bu açıdan bakıldığında, özgür kılınma gerçeklik anına dair bir söz veriyorsa, tahrip herhangi bir vakit çıkıp geri gelebilme, hayatta olanlara musallat olabilme özgürlüğüne sahip bir hayalettir. Hayaletin nihilizm ile ilişkili olarak musallat olma özelliğinin kökenleri “zemin” ile olan ilişkisinde bulunabilir. Bir hayaletin görünür hâle gelmesi ya da herhangi bir anda ziyaret edebilmesi rahatsız edicidir çünkü yaşayanlar ve ölüler arasında kesin çizgilerle belirlenmiş ayrım üstüne kurulu metafizik dayanağımızı sarsar. Örneğin, gelin, babasının hayaletinin Hamlet’i hiç ziyaret etmediğini farz edelim. Böyle bir durumda Hamlet’in trajedisini yazmak imkânsız kılınacak, trajedi henüz başlamadan olay örgüsü tahrip edilmiş olacaktı. Öte yandan, Hamlet’in kendi kendini tahrip edişinin nedeninin de babasının hayaleti yüzünden gerçekleştiğini de göz ardı etmeyelim. Ziyaret etsin ya da etmesin, hayaletin varolmayan varlığı tahribe yol açar çünkü zeminle ilgili inançlarımızı krize sokar.
Nihilizmi çağımızın hastalığı olarak nitelendirdiğinde, Nietzsche buna benzer bir pozisyon edinmişti. Zeminsizliğe, değerlerin çözünmesinin yol açan şey, en başta, dinin, Hristiyanlığın yok olması olmuştu. Dinin ürettiği değerler aracılığıyla kurulan zemin olmayınca, insanlık topyekûn bir Nihilizme, tahrip olmaya mahkum olmuştu. Öte yanda, 19. yüzyıl ortalarından önce zemin henüz sarsılmamışken bile, Hristiyanlık, insanları metafiziğin sarsılmaz bir zemin sağladığı aldatmacasına inandırarak, Nihilizmin tohumlarını içinde barındırıyordu. Bir başka deyişle, kendisini evrensel gerçeklik olarak addeden bir düşüncenin içinde bile tahrip etmenin tohumları mevcuttu.
Nietzsche’nin Nihilizm anlayışının en can alıcı özelliği Nihilizmi hem bir hastalığın semptomu hem de bu hastalığın tedavisi olarak görmesinde yatar. Düşünürün bütün felsefesini, “zemin” ile ilgili her düşünceden vazgeçerek felsefe yapmaya nasıl devam edileceği sorusu oluşturur. Bu zorluk karşısında iki tür Nihilizm önerir: pasif ve aktif nihilizm. İlki değersizliğin kabulü ve depresyon, karamsarlık ile hayata devam etmek anlamına gelirken; ikincisi, bütün değerlerin yeniden değerlendirilmesinden sonra hiçbir zemine yaslanmadan düşünmeye devam ederek yeni değerler yaratmak demektir.
5. figür
“Vahşilikten insancıllığa uzanan hiçbir tarih yoktur, olsa olsa sapandan megaton bombaya uzanan bir tarih vardır.”
Yukarıda Adorno’dan yaptığımız alıntı, tahribin insan türünün en temel özelliği olmasıyla ilgili bir analiz öneriyor. Bu alıntı, tahrip etme aracı olarak taşın insanı ontolojik anlamda nasıl bir tahrip aracı, tahrip etme tasarımına dönüştürdüğüne dair bir değerlendirmeyi gerektiriyorsa da, biz incelememizde görsel ya da işitsel olarak bir “figür”ün nasıl ve ne pahasına ortaya çıktığı ile ilgili bir soruşturmaya yöneleceğiz. Bu aşamada, Göbekli Tepe’deki T biçimli yekpare taş sütunların üstünde yer alan figürleri hatırlamak faydalı olacaktır.
Philippe Lacoue-Labarthe, Musica Ficta adlı kitabında Wagner’in 19 ve 20. yüzyıl dönemlerinin entelektüel kimliklerinde -örneğin, Baudelaire, Mallarmé, Heidegger, Adorno- yansımalarını gözden geçirdikten sonra, “figür” denen şeyin ideolojik olarak belirlenmiş bir arka plan önünde nasıl hegemonik anlamda ısrarla görünür hâle getirildiğini tartışır. Haneke’nin Beyaz Bant’da (2009) çizdiği, Nazi Almanyası’nı öncelleyen nedensiz, zehirli örgütlenme harekatı buna gayet güzel bir örnektir. Birinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında, sürekli çağrıldığı hâlde hâlâ bir türlü varlık kazanamayan “figür”, Nazi Almanyası’yla birlikte Hitler kimliğinde ortaya çıkacaktır. Benzer şekilde Wagner’in müzikte yapmak istediği şey Teutonik kökenlerine geri dönerek, mit katmanlarından Nibelungen Destanı, Tristan ve Isolde, Sigfried ve Die Walküre kompozisyonlarında yaratacağı gibi işitsel figürler çıkarmaktır. Bunlara ek olarak yarattığı “leitmotif” kavramı ile birlikte Wagner müzik, tiyatro, opera, dans, söz ve şiir gibi farklı sanatları bir araya getirerek izleyiciyi ezici bir etkileme gücüyle hakimiyet altına almak demek olan, günümüzün kitlemsi rock konserlerine benzeyen, “gesamtkunstwerk” adını verdiği bir temsil biçiminin de mucitidir. İlginçtir ki, bir yüz yıl sonra gerçekleşecek olan medya aracılığıyla toplumsal kontrolün tohumlarını taşıyan Wagner’in müziği zamanının sanatçılarını, yazar ve entelektüellerini, özellikle Baudelaire ve Proust’u derinden etkilemiştir.
Wagner’in müziğinde ortaya bir figür çıkarma amacıyla kullanılan manipülasyon gücünün ya da temsilin tahribe dönüştüğünün farkına varan Nietzsche, sonraları Wagner ile olan dostluğundan vazgeçmiş, bu müziği Nihilizmin en başta gelen örneği olarak nitelendirmiştir. Nihilizm, yani pasif nihilizm, o zamanlar olduğu kadar günümüzde de, bütün değerleri yeniden değerlendirirken arka planda hâlâ bir değer figürünü muhafaza etmek değil midir?