Sulardan Yıldızlara – Jean Marie Appriou ile Elementlerin Bilinci - ArtDog Istanbul
Ascendant Goemon, parlatılmış bronz, 185 x 100 x 100 cm., 2025.

Sulardan Yıldızlara – Jean Marie Appriou ile Elementlerin Bilinci

Jean Marie Appriou’nun "La Cinquieme Essence" sergisi; kişisel ve kolektif bellek, rüyalar ve imgeler, uygarlık ve aidiyet gibi temalar etrafında şekilleniyor. Sergi, Appriou’nun bugüne kadar ürettiği sanat çalışmalarını ve sanatçı tavrını bir arada görme fırsatı veriyor.

/

“Sen okyanusta bir damla değilsin,

bir damlada koskoca bir okyanussun” – Rumi.

Montpellier’yi her ziyaretimde MO.CO (Montpellier Contemporain ) ve MO.CO. Panacée’deki  sergileri son dakika yakalayabiliyordum. Bu sefer farklı oldu ve hatta açılışını yakaladığım bir sergiyle MO.CO. Panacée’ye merhaba dedim. Tarihi ve modern bir yapılaşma planının günlük hayata nüfus etmesiyle bir hoşgörü kenti olan Montpellier’ye ilk gelişlerimde çok az kişiyi tanıyordum ve kendi araştırmalarımla sergi mekânlarını keşfetmeye çalışıyordum. İlk keşfettiğim sanat mekanlarından biri de MO.CO. Panacèe idi. Bu sanat mekânını keşfettiğimden bu yana hem güler yüzlü ekibi ,hem ismi hem sergileri ve tüm mekânın enerjisi kendimi sıcak bir ortamda hissettirirken kentle olan bağımı da güçlendiriyordu. Bazen geçmişten gelen bir esintiyi bazen güneşin bıraktığı güçlü gölgeleri, bazen de ay döngüsünü takip ederek tarihi kentin dar sokaklarından Lez Nehri’ne çıkıyor ve ışıyan nehir boyunca inşa edilmiş yeni yapılar arasından geçiyordum. Bazen de geniş caddelerden sonra kentin dışına uzanan patika yollara sapıyordum. Buradaki açık manzaralarda, köprü altlarını ve yol kenarlarını kaplamış etkili grafitilerde kent dokusunun farklı katmanlarını izlemeyi seviyordum. Montpellier’ye birkaç ziyaretim sonrası da kentin sunduğu güzel arkadaşlıklarla birlikte daha da organik bağlar oluşmaya başladı.

Patikalardan tekrar Panacée’ye dönersek, buradaki sergileri ücretsiz ziyaret edebiliyor ve her ayın belli günlerinde ücretsiz rehberli turlara katılabiliyorsunuz. Ben de fırsat buldukça sergileri bir kere daha geziyor, hava güzelse küçük havuzlu verandasında veya ferah kafeteryasında soluklanırken sergi notlarımı alıyordum. İşte, Mayıs ayındaki ziyaretimde de birçok serginin açılışı denk gelmişti. Özellikle, MO.CO. ve MO.CO. Panacée’deki sergiler, bende bu sergilerle ilgili bir sanatçı gözüyle hep yazma ve paylaşma arzusu yaratıyordu.

Ve yazıya hazırlanış

Her şey Panacée’nin açılışında Chrisitine ile tanışmamla başladı. Christine’e göre hiçbir şey tesadüf değildi ve ona bu konuda gönülden katılıyorum. Christine, buradaki sosyal hayata ve sanat ortamına ısınmam konusunda bana karşı oldukça misafirperverlik gösterdi. Kendisine bir kere daha teşekkür ediyorum. MO.CO Panacée’de, Caroline Chabrol küratörlüğündeki Jean Marie Appriou’nun La Cinquieme Essence sergisini ve MO.CO’da, Numa Humbar küratörlüğündeki Françoise Petrovitch’in Sur Un Silence sergisini Christine ile birlikte gezme şansımız oldu. Kişisel ve kolektif bellek, rüyalar ve imgeler, uygarlık ve aidiyet, sınırlar ve haritalar gibi kendi işlerimde de benzer dertleri taşıdığım her iki sergi beni çok etkiledi. Françoise Pétrovitch’in sergisini de yazmayı çok istiyorum fakat öncelikle Appriou’nun sergisine odaklandım. Çünkü bu sergide kadim uygarlıklara ve özellikle Mezopotomya’ya dair derin izlerin olması sanatçının işlerini daha çok araştırmama yol açtı. Sergiye dair daha detaylı bilgilere ihtiyacım vardı ve Panacée’nin daimi küratörü Caroline Chabrand ve asistan küratörü Deniz Yoruç ile tanışma ve konuşma şansım oldu. Kendilerine sergiyle ilgili yazmak istediğimi söyleyince beni çok desteklediler. Ben de bir cesaret ve heyecanla notlarımı düzenlemeye başladım. Ayrıca, sevgili Caroline ve Deniz ile tanışmadan önce serginin oldukça açıklayıcı rehberli turuna katılmıştım. Caroline ile tanıştıktan sonra da kendisi bana sanatçının bir kataloğunu hediye etti. Bu katalogda, Donatien Grau’nun, Caroline Chabrand’ın metinlerinin yanı sıra Numa Hamburs’ın sanatçı ile yapmış olduğu bir söyleşisinin de olması detaylı araştırmama yardımcı olmuştu. Tüm kaynaklar önümde duruyorken geriye artık notlarımı toparlamam kalıyordu. Sergi açılışında da tanıştığım Jean-Marie Appriou’nun sergisine odaklı bir yazıda yol almaya başladım.

Event Horizon (Primordial Vessel), parlatılmış alüminyum. iki parça birlikte, 280 x 194 x 27 cm, 2024.

21 Haziran-28 Eylül 2025 tarihleri arasında sergilenen 5. Element (La Cinquième Essence) sergisi, Appriou’nun bugüne kadar ürettiği sanat çalışmalarını ve sanatçı tavrını bir arada görme fırsatı veriyordu. Caroline Chabrand’ın derinlikli küratöryel bakışı, sanatçının eserlerini hem kavramsal hem malzeme hem de form olarak çok katmanlı bir okumayla kucaklıyordu. Chabrand, sergi boyunca Appriou’nun eserlerinden dengeli bir yerleşim planı oluşturmasıyla sanatçının dünyası ile ziyaretçi arasında çok boyutlu şiirsel bir harita çiziyordu. Adından da anlaşılacağı üzere, beş elementin adını taşıyan ve ayrı ayrı odalara yerleştirilmiş sanat eserleri arasında bir yolculuğa çıkıyorduk. İlk üç oda su; dört ve beşinci odalar toprak; altıncı oda hava; yedi ve sekizinci odalar eter, mekânın verandası ise ateşelementlerine ayrılmıştı. Bu elementler, dünyanın var oluşundan bu yana kâinatın Mısır, Yunan, Mezopotamya gibi kadim uygarlıklarla ve Zodyak bilgisiyle harmanlandığı bir imgeler gezegenine kapılar açıyordu. Bu gezegen çok uzağımızdaki herhangi bir gezegen değildi, aksine yerküremizin ta kendisiydi ve onun bütünlüğünde saklı bir sırrı keşfe çıkıyorduk. Bu ilksel sırrın keşfi, ziyaretçiyi elementler ve hafızalar arası arkeolojik bir kazıya davet ediyordu.

Jean Appriou’nun kavramsal ve plastik dili ile yaşamı arasındaki bağlar

Bu noktada, bu hafıza kazısı için sanatçının yaşamına ve önceki işlerine bakmamız önem arz ediyor. 1986 yılı, Brest, Fransa’da doğan Jean-Marie Appriou, Paris’te çalışmalarını sürdürmekte. 2010 yılında Rennes Güzel Sanatlar Bölgesi Okulu (École régionale des Beaux-Arts, Rennes) mezunu. Doğduğu ve büyüdüğü yerin özellikleri Appriou’nun kavramsal ve plastik dilini doğrudan etkilemekte. Sanatçı, alüminyum, bronz, cam, kil ve mum gibi çeşitli malzemeleri ustalıkla kullanarak simyasal bir yaklaşımla şiirsel bir dil yakalamayı başarmış. Appriou’nun malzeme seçimi, eserlerindeki kavramsal derinliği ve kendi hayatı ile doğrudan ilişkili. Bronz ışığa, ateşe ve göksel enerjiye işaret ederken camın akışkanlığı su ve kaos motiflerini çağrıştırıyor. Alüminyumun, gündelik hayatımızda sıkça kullanılan iletken, kolay işlenebilir, hafif ve geri dönüşüme yatkın çevreci bir metal olması sanatçının ilgilendiği kavramlarla da örtüşmekte. Alüminyumdan heykellerde uygulanan karartma ve parlatma işlemleri çok boyutlu kara kalem tekniğini de çağrıştırmakta. Kil ve mum kullanımı ise, geçici/kalıcı unsurları bir araya getirerek heykellerde hem fiziksel hem de metafizik bir süreklilik yaratmakta.

Sanatçının çalışmalarını teknik olarak incelediğimde heykel yapımının geleneksel tekniklerini özümsüyor, sonra teknikleri kendine özgü şekilde yeniden yorumlayarak alışılmışın ötesine taşıyor. Figüratif heykellerinde insan, hayvan ve bitkisel formları bir arada sunarak hibrid, mistik ve sembolik bir atmosfer yaratıyor. Mitolojiden pop kültüre, bilim kurgudan antik medeniyetlere uzanan zengin bir ilham ve imgeler dünyası var. Örneğin, Yunan ve Mısır mitolojisinden motiflerle bilimkurgu unsurlarını harmanlıyor. Bir rüya alemine davet eden sanat işleri, seyirci ile yakın ilişki kuruyor ama bir o kadar da tuhaf dünyalara sürüklüyor. Betimlediği figürler, deniz ve kara varlıklarının bir bedende olması gibi birer dönüşüm ve geçiş figürü olarak öne çıkıyor. Bana göre Appriou, eserlerinde geçmiş ile geleceği, ideal olan ile algılanabilir olanı, gerçek ile düşü birleştiren bir anlatım kuruyor. Özellikle, heykellerinde süreçteki müdahale izlerini gizlememesi materyalin elle işlenmiş hissini ve dokusunu sunması üretimindeki samimiyeti özellikle vurguluyor. Sanatçının parmak izlerini görünür bırakan işçilik anlayışı, materyali canlı kılarken ziyaretçisi ile malzemenin dokuları aracılığıyla bir bağ kurmakta.

Appriou,  eserlerinde kadim uygarlıklar yanında felsefe, edebiyat ile de sıkı bağ kurmakta. Sergi başlığı “Beşinci Öz / Quintessence”, hem Batı felsefe geleneğinde Aristoteles’in “aither” kavramına hem de doğa unsurlarının (toprak, su, hava, ateş) ötesinde aşkın bir element arayışına işaret ediyordu. Sanatçı, bu kavramı simya, kozmoloji ve arkaik mitolojilerle ilişkilendirerek hem evrenin doğuşu hem de varlıkların dönüşümü ile bu aşkın element keşfinde ziyaretçisini kadim sorularla karşı karşıya bırakıyordu.

Grasshoper no 5, alüminyum, 30 x 50 x 20 cm., 2017.

Benim sergiyle kurduğum bağ, sergiye kaynaklık eden kavramlar ile geldiğim coğrafyanın doğasındaki Mezopotamya uygarlıkları, kozmogoni ve elementleri arasındaki bilinç ortaklığıydı. Sümer ve Babil yaratılış mitlerinde su, Apsu ve Tiamat olarak bilinir. Apsu, tatlı suların tanrısıyken Tiamat ise tuzlu suların tanrıçasıdır. Mezopotamya mitolojisinde ilksel su, kaosun ve başlangıcın temel unsuru olarak hem yaratıcı hem de yıkıcıdır. Appriou’nun sık kullandığı cam ve sıvısal formları beni doğal olarak bu mitlere taşıdı. Ayrıca, Zigguratlar gök ile yer arasında aracıdır ve sanatçının bu sergideki piramit gibi dikey formları da yeryüzü ile gökyüzü arasında oluşturduğu yükseliş köprülerini hissettirdi bana. Babil’de gezegenlerin tanrılaştırılması gibi, sanatçının kozmonot, gezegen ve kozmik saat figürleri de Babil’in astroloji geleneğine doğrudan gönderme yapmaktaydı.

Appriou’nun sergideki heykellerinde sıkça rastlanan dönüşüm figürleri (arıcı, denizden çıkan varlık, astronot) Mezopotamya’daki insan-tanrı-hayvan melez figürleri olan lamassu ve apkallu ile akraba bir “eşik varlık” estetiği taşıyordu sanki. Bu tuhaflık hissinin yanı sıra, sanatçının tüm bu hibrid geçişlerde malzemeyi simyasal bir dönüşümün parçası gibi işlemiş olması beni çok etkiledi. Bronzda ateşin, camda suyun akışkanlığının, alüminyumda göksel bir ışığın varlığını deneyimlemek ortak bağlar kurmamızı sağlıyordu. Bu yaklaşım, Mezopotamya’nın ritüel kapları, güneş/ay sembolleri, göksel mühürleri gibi gündelik nesneleri kozmik işlevlerle bütünleştiren estetiğini de hatırlatıyordu. Öyle ki kazılar boyunca ziyaretçiye bir arkeolojik düş şöleni sunuyordu. Kayıp bir uygarlığın kalıntılarına bakarken geleceğin mitlerini de keşfeden kozmik bir partide gibiydik.

Böylece Appriou, Mezopotamya’nın başlangıç zamanı ile çağdaş dünyanın gelecek zamanını birleştirerek kişisel ve kolektif belleğimizde yer eden efsaneleri de hatırlatıyordu. Ziyaretçiyi, kadim zaman ve günümüz arasında bir köprüde yürütüyordu. Bu köprü ise, hafızamda yer eden Mezopotamya topraklarının diğer kadim kültürlere bir kaynak ve bir köprü olduğunu bir kere daha hatırlatması açısından hafızama daha derin izler bıraktı.

Element odaları ve Deftere notlar

Şimdi, sergi salonunda almış olduğum notlar ve çok boyutlu şiirsel harita ile yol almaya çalışalım:

Su odası

Deftere not: Sergiye giriş, hareket, yaratılış, kaos, dönüşüm, yansıma, rölyef, çizim, alüminyum, yaşam kaynağı, gemi ve çocuk, deniz feneri, yosun ve gül, rüya ve böcek…

Deniz kenarında büyüyen Appriou’nun cam, alimünyum ve akışkan form kullanımı su odasında ön plana çıkıyordu. Denizden çıkan varlıklar, eller, akışkan heykeller. Bir gemide ayakta ufka bakan bir çocuk. Deniz yosunlarının sürüklenen formları, Baudelaire’in dalgalara açılan melankolik imgelerini çağırıyordu. Les Fleurs du mal’deki deniz, içsel yolculuğun ve bilinçaltının mekânı olduğu için Appriou’nun yosunları, kayboluş ve akışkanlık arasındaki karanlık suyun ilksel bitkisiydi ve yosunların hafıza taşıyıcısı olduğuna işaret ediyordu. Benim için Mezopotamya ile bağı, Tiamat ve Apsu mitlerinden esinlenen kaotik ama yaratıcı enerjileri hissettirmesiydi. Gemiyi koruyucu rahim olarak düşünürsek, çocuk Tiamat’ın sularından doğan yeni bir varoluşun masumiyet sembolü olarak okunabilirdi. Bence, diğer önemli bir nokta, Mezopotamya’da su yalnızca fiziksel değil, ruhsal bir geçiş mekânıdır. Bu geçişte, çocuğa içsel ışığı ve anlamı bulmaya rehberlik eden Deniz Feneri Gözlemcisi idi ve gözlemci aynı zamanda o içsel ışığa ulaşılmasını bekliyordu. Gözlemcinin camdan başı, yeşil ışık yansımalarıyla suyun hareketini de çağrıştırıyordu. Ziyaretçi, sanki kaynağından yeni çıkmış bir evrenin sularında bu içsel ışığı bulmaya davet ediliyordu. Eller, kâinatın ilk varoluş izlerinden mağara resimlerine ve kozmik bütünlüğe kadar uzanan bir nehir yolu açıyordu. İkinci odadaki Event Horizon (Primordial Vessel) iki parça birlikte duvara asılan bu rölyef çalışmada alt parçasındaki negatif form üstteki pozitif imgenin yansıması. Suyun ayna gibi yansıttığı geminin içinde mitik ve hibrid figürlerin belirsiz bir kıyıya yaklaştığını görüyoruz. Bu bir gerçeğin yansımasından çok bir ilksel bir efsanenin yani yansımanın yansıması olarak karşımızda belirince kaynağın sudaki kökenini yeniden hatırlıyoruz.

Üçüncü küçük odada Yükselen Goémon ile Gece Taşıyıcısı heykellerini kendi dünyalarındayken sakin bir gecenin ışığında görüyoruz. Goémon, aslında kelime olarak çok boyutlu ve oyunsu bir kelime. Araştırdığımda goémon, Normandiya gibi yerlerde kıyı boyunca kayalıklarda yetişen yosun veya deniz otuna verilen bir ad iken Uzak Doğu’da, Robin Hood karakteri gibi zenginlerden çalıp fakirlere veren bir halk kahramanının adıymış. Bir diğer oyun, bu imgenin yükselen bir yosundan çok yükselen bir gül ağacını bende çağrıştırmış olmasıydı. Yosun gibi ilksel bitkiyi benim bir gül gibi algılamam çok ilginç geldi bana ama heykeldeki çiçekler güle çok benziyordu. Belki de o içsel ışığın yolculuğunun bir işaretiydi bu benzetiş. Sufizm inancında gül, ruhun Tanrı’ya yükselişi ve arınmanın sembolü değil midir? Her gülün bir dikeni vardır deriz ya; işte, içsel yolculukta yükselirken her güzelin bir kusuru olduğunu ve dünyevi arzuların kırılganlığını bir kere daha dile getiriyordu benim için. Gece Taşıyıcısı bir böceği hatırlatıyor ve topraktaki dışkılarla küre yapabilen tek böcek olan bok böceğine çok benziyor. Bu böceğin yavruları da suda oluşuyor. Küre suda eridiği zaman yavrular serbest kalıyor. Ayrıca gökyüzü ile uyumu çok kayda değer çünkü yönünü Samanyolu galaksisini kullanarak belirleyen tek böcek türü olarak biliniyor. Belki de, bizlere yükselen bitkiyle birlikte Samanyolu galaksisini işaret ediyorlardı.

Cristal Soulprint, cam ve bronz, 20 x 21 x 5 cm, 2025.

Toprak Odası

Deftere not: Dayanıklılık, köken, güneş, dönüşüm, hibrid ayçiçekleri, mısır tarlaları, biçim ve doku…

Su odalarından toprak odalarına geçiyorum. Sanatçı, kil, bronz ve alüminyum kullanarak heykellere yoğun bir dokusallık kazandırmış. Toprak odalarındaki Appriou’nun heykelleri, Dante’nin İlahi Komedya’sında varoluşun başlangıcı olan yeryüzü ile buluşuyordu. Toprak hem köklenmenin hem de ruhsal yolculuğun da çıkış noktası olarak bilinir. Mısır tarlaları Appriou’nun toprak elementine adanmış alanında, mısır tarlaları figürü yalnızca pastoral bir motif değil, aynı zamanda sanatçının kişisel belleğindeki çocukluk anılarına da gönderme yapmaktaydı. Bu anılar, sanatçının abileriyle mısır tarlasında oynadığı zamanları somutlaştırmış. Ara patikalarda kaybolduğu sırada etrafında duyduğu seslerle yolunu bulmaya çalışırken anksiyete ve dünyayı anlama hissi arasındaki paralel bir evreni temsil etmekteymiş. Ayrıca, Kadim Mezopotamya ve Mısır uygarlıklarında mısır, toprağın bereketi ve uygarlığın kökeniyle özdeşleştirilirdi. Hasat, bitkinin ölümü pahasına yaşamın devamını mümkün kılardı. Mısır figürleri bu sergide, toprağın yalnızca maddi değil, aynı zamanda ruhani bir element olarak kavranmasına aracılık etmekteydi. Özellikle, figürlerin dokusu ve malzemenin elle işlenmiş hissi, kadim uygarlıklarla doğrudan bir bağ kurma hissi veriyordu. Mitos SolaireAyçiçek heykelleri Yunan mitolojisindeki toprak-ana tanrıça Gaia’nın doğurganlığı ve bereketiyle bağ kurarken benzer yükseliş anlamları taşımaktaydı. Yüzünü hep güneşe çeviren ayçiçeklerini, Mezopotamya mitolojisindeki Samas tanrısının ışığına yani tanrısal farkındalığa yükselme arzusunun sembolleri olarak da okuyordum. Tabii ki Anadolu topraklarındaki Kybele, İştar tanrıçalarını unutmayalım. Bu tanrıçaların bereketli yaşam döngüsünü gibi ayçiçekleri de bereketli tohum dolu başlarıyla doğum, ölüm, yeniden doğuş döngüsünün sembolüdür. Bu odalardaki Güneşin Yetimleri Ekinoks ve Eklips olarak güneş gözlüklü bu portreler mekâna arketip ve mitik bir ağırlık veriyordu. Bu yüzler sanatçının çocukluk anılarından, güneşli ve nehir ışığıyla dolu Loire bölgesinden izleri geleceğe taşımaktaydı. Toprak odasındaki iki pencereye yerleştirilmiş çekirge heykelleri ise tarlalardaki berekete bir tehdit gibi tekinsiz durmaktaydılar.

Uzun koridor

Deftere not: Hafiflik, görünen-görünmeyen, kanatlar, şiir…

Hava odasına geçerken koridor boyunca bronz ve üflenmiş camdan gövdeleriyle tavandan sarkan Kayıp bir Gökyüzünün Tılsımı, Yıldırım Yumurtası, Kozmik Bir Rahatlamanın Parıltısı, Göksel Kürek, Yıldız Gözyaşı, Fosil Fener, Gece Fısıldayanı gibi hibrid kanatlılar ziyaretçiye hava elementine doğru rehberlik ediyorlardı.

Hava odası

Deftere not: Hareket, geçiş, geçicilik, Zodyak hayvanları, metafizik, bütünlük ve zaman-ötesi…

Diğer odalardan sonra serginin en büyük odasına geldiğimizde kozmik varlıklar hem geçmişi hem geleceği simgeleyen melez 12 Zodyak hayvani karşılıyordu bizi. Hava odası, karışık malzemeler, ışık ve cam kombinasyonlarından oluşmuş bir geçit töreni gibiydi. Zodyak hayvanları ise, Appriou’nun kozmik düzenin ve göksel ritmin sembolü olarak ortaya çıkıyordu sahneye. Burada hayvan figürleri yalnızca biyolojik varlıklar değil, zamanın döngüsel akışını temsil eden kozmik işaretlerdi. Çin ve Batı astrolojilerindeki zodyak sembollerinden esinlenen bu figürler, insana yazgısını ve evrenle olan bağını hatırlatıyordu. Appriou’nun heykellerinde bu hayvanlar çoğu kez melezleşirken insan ve hayvan formları arasında sınırları bulanıklaştırıyordu. Geçmiş olduğumuz odalardaki gemi, yosun veya gül dalı, bok böceği, eller, ayaklar, ay/güneş sembollerini bu kozmik ve hibrid hayvan bedenlerinin uzantısı olarak yeniden görüyorduk. Aynı zamanda, şairler ile bitkilerin farklı elementlere bağlı simgeleri de birleşiyordu. Baudelaire’in denizini, Dante’nin toprağını, Blake’in ışığını, gülün dikenini ve çiçeğin soğuk malzemede saklı sıcak kokusunu, yosunun sürüklenişini ve ayçiçeğin göğe yönelişini izliyorduk. Gemi hep vardı. Hepsi burada kozmik bir bütünlük hâline geliyordu. Böylece, toprak odasında yeryüzünün bereket döngüsünü, hava elementi odasında ise gökyüzünün kozmik döngüsünü deneyimleyebiliyorduk. Hava, görünmeyenin taşıyıcısı olarak nefesin, kokunun, rüzgârın mekânı diyebilir miyiz? Kadim kültürlerdeki bu göksel yolculuk birliği bir yükselişi, rüzgârı ve hava tanrılarını anımsatıyordu. Zodyak hayvanları, sergiyi başlatan kadim toprak ve su mitolojilerinin göksel karşılığı olarak çıkışa yönlendiren bir eşik işlevi görüyordu. Mekânın merkezinde konumlanan Hücresel Varlık da tüm bu kozmik bütünlüğün kaynağında yeniden doğuşun simgesi gibiydi.  

Eter odası

Deftere not: Aşkın bir element, boşluk, hava, ateş, su ve toprak elementlerinin oluştuğu kaynak, ruh, öz, ışık, zaman ve mekan esnemesi, hafiflik, evrensel bilinç…

Beşinci element eter için ayrılan odalarda, özellikle 7. ve 8. odalardaki Pembe Ay, Yaşlı Ay, Gök Gürültülü Ay, Sazlık Ay , resimlerdeki figürler yalnızca astrolojik semboller değil, aynı zamanda kozmik bir takvim, gökyüzünün döngülerini hatırlatan varlıklar hâline geliyordu. Ziyaretçi, elementler arasındaki yolculuğunu kozmik zamanda ve evrensel düzende tamamlıyordu sanki. Siyah beyaz baskı resimlerdeki sakin ama yine tekin olmayan belirsiz düzlemlerdeki hibrid varlıklar eter elementinin bir katından gezegene açılan pencereler gibiydi.

The Lighthouse Watcher, alüminyum ve cam, 220 x 65 x 90 cm., 2025.

Eter, Aristoteles’in “aither” kavramını, kozmoloji, simya ve rüya gibi mekânlarını hatırlatıyordu. Böylece beşinci element, yalnızca dört elementin ötesinde bir bütünlük değil, aynı zamanda kader, zaman ve evrenle kurulan ilişki olarak da şekilleniyordu. Appriou’nun evreni burada görünür dünyanın ötesine taşmaktaydı. Sergi, elementleri bir arada tutan bir evrene dönüşüyordu. Mezopotamya evreninde de yaratılış, elementlerin harmanlanmasıyla gerçekleşir. Mezopotamya mitolojisinde yine göğün en yüksek tanrısı olan tanrı Anu’nun katı eter katmanı olarak kabul edilebilir.

Appriou ise eter hakkında şöyle demiş: Eter, salt bir soyutlama değildir. Gizemin, dönüşümün, unsurlar arasındaki iletişimin alanıdır. Bizi evrene bağlayan şeyin ne olduğunu ve sonsuzlukta –şimdi, burada– olmanın ne anlama geldiğini sorgular.

Hava odasına açılan kapıdan geçmeden önce (Yerçekimi) Koruyucu piramidi bana Zigguratları yani madden ve ruhen yükselişin tapınaklarını hatırlattı. Bu piramidin zirvesinde duran bir koruyucunun alçıdan başı, Hücresel Varlık ta olduğu gibi cam bir küre içine alınmıştı. Zirvedeki koruyucu, ziyaretçiyi yerçekimi ile boşluk arasında bir dengede tutuyordu.

Hava odasına tekrar geçtiğimizde, Zodyak hayvanlarının çevrelediği mekânın merkezinde konumlanan Hücresel Varlık, tüm elementler arası yolculuğun çekirdeği olarak yerini koruyordu. Bu heykel, yaşamın en küçük yapı taşına gönderme yaparken elementler arasındaki sürekliliği de görünür kılıyordu aslında. Hücresel Varlık, serginin hem başlangıcını hem de bitişini içerirken çıkışa yönelen ziyaretçiyi merkeze geri dönme ihtiyacı da hissettiriyordu.

Ateş – Veranda

Deftere not: Süreklilik, simya, döngüsellik…

Serginin verandaya açılması, bana göre serginin sürekliliğini güçlendiren yerinde bir karar olmuş. Verandada bulunan küçük havuzcuğa yerleştirilmiş büyükçe demir bir istiridye içinde güçlü bir ateş yanıyordu. Mangal ateşi gibiydi. Ateş, deniz ve su elementine göndermede bulunurken aynı zamanda Montpellier’in koruyucu azizi St. Roch ile de dolaylı bir bağ kuruyor mu acaba diye düşünmeden edemedim. Hac yolunun simgesi olan istiridye, yüzyıllar boyunca yolculuk, koruma ve ruhsal dönüşümle ilişkilendirilmekteydi. Appriou’nun istiridyesi bu bağlamda, serginin eşiklerinden birinde hem kentsel hafızaya hem de ziyaretçinin kendi yolculuğuna işaret mi ediyordu yoksa çok mu zorlama bir yorum olurdu bu emin değilim. Fakat suyun organik formu hem kutsal hem dünyevi bir seyahatin simgesine dönüşüyor diyebiliriz. Appriou’nun, içinde ateş yanan demirden istiridyesi, içsel ışık ile maddi dünyanın ateşini aynı anda görünür kılıyordu. Simya ve elementler dünyasında ateşin dönüştürücü gücüne tanık oluyorduk.

Verandada demir istiridye yani Ateş Banyosu ve Hücresel Varlık, sergideki yerleri ile lineer bir anlatıdan çok döngüsel ve süreklilik vurgusu olarak ziyaretçisi ile organik bağını kuruyordu. Çünkü hem içeriyi hem dışarıyı bağlayan demirden istiridye yaşamın döngüsel sürekliliğini yansıtıyordu. Hücresel Varlık ile de doğanın ve kozmik düzenin şifa verici gücünü hatırlatarak, ziyaretçiyi hem yeniden doğuşa hem geçmişin mitlerine hem de geleceğin ihtimallerine açıyordu. Topraktan çıkan, suyla akışkan olan, ateşle dönüştürülen, havayla hareket eden ve eterle bütünleşen varlıklar.

Sonuç

Özellikle son yıllarda, çok hızlı küresel dönüşümler yaşanırken belirsiz bir yörüngeden geçmekteyiz. Gezegenimizi sarmalayan bu belirsizlikte uygarlık kavramını yeniden sorguluyoruz. Kolektif bir tekâmül içinde kâinatsal bir bütünlük arayışındayız. Çünkü, yaşamlarımız bizim uzantımızdır. Sergiden ve mekândan bu sorgulamalarla çıkarken Appriou’nun kavramsal çerçevesi ile Chabrand’ın küratöryel pratiğinin çok dengeli bir kolektiflik yarattığını düşündüm. Aynı zamanda bu sergi, 15. yüzyılda kurulan Kraliyet Tıp Fakültesi binasıyla bütünleşen ve 2013’te açılan Panacée’nin kelime anlamına da bir yansımasını hissettirdi: Her derde deva bir evren hayali.

Bir su damlası ve onun buharı hep hayattan yanadır …

 

*Jean-Marie Appriou; Çalışmaları dünya çapında pek çok önemli kurum tarafından sergilenmiştir: Fondation Louis Vuitton, Palais de Tokyo, Louvre Müzesi, Fondation Lafayette Anticipations, Fondation Vincent van Gogh (Arles), Musée des Abattoirs (Toulouse), Musée d’Art Moderne de la Ville de Paris, Consortium Museum (Dijon), Villa Medici (Roma), Lyon Biennali, Central Wharf Park (Boston), Giza Piramitleri önü (Mısır), Public Art Fund’tan New York’taki Central Park’a yerleştirilen at heykelleri, Versailles Şatosu, Viyana Biennali ve daha pek çok yer.

Previous Story

Dünyanın En Büyük Mısır Medeniyeti Müzesi Açıldı

0 0,00