Abbey Lincoln’un Upper West Side’daki evinde bir pazar günüydü. Hava soğuk, keskin, güneşli; sohbet sıcaktı. Sohbet derken, hayranı olduğunuz biriyle sohbetin dinamikleri nasılsa öyleydi; kartların eşit dağıtılmadığı bir sohbetti. Philippa ve ben Abbey’nin ağzının içine bakıyor, anlattıklarını kavramaya çalışıyorduk. Birkaç ay sonra İstanbul’da buluşacağımız için heyecanlıydık. Ben söylediklerini değil, sesini dinliyordum hayranlıkla. O sesi sıcak bir odada duymak güzeldi. Abbey’nin piyanosunun yanıbaşında duymak daha da güzeldi. Orada olmak güzeldi.
Derken ciddi sulara doğru ilerlemeye başladık: şiddet, adalet, eşitlik, özgürlük, müzik. Sevdiğimiz ve meselemiz yaptığımız konular. Bir kültürü kendine mal etme olarak algılanabileceğini bile bile şunu söylemek isterim: siyah meseleleri hep kendi meselem gibi hissetmişimdir; özellikle de eşitlik meselesini. Belki kendi meselelerime uzak olduğumdandır. Neden uzak olduğum apayrı bir konu tabii ki. Belki de siyah estetik içinde kendimi güvende ve evimde hissettiğimdendir. Bilemiyorum. Size ait olmasa da, bir yere ait hissetmek iyi bir duygu yine de.
Bilirsiniz, Amerika’da siyahsanız, hükmen ciddi bir meseleniz var demektir. Yaratıcıysanız bu meseleyi hikâyeleştirirsiniz. Ancak şunu unutmamak gerekir ki; yaratıcıysanız eşit değilsiniz demektir bir taraftan da. Bir hediyeniz var; bu hediyeyle doğdunuz ve bu hediye sizi, siz istemeseniz de başka bir yere yerleştiriyor. Eşyanın tabiatı.
Abbey Lincoln ve Max Roach da Siyah Amerika’nın olağanüstü yetenekli iki serüvencisiydi. Abbey bir film ve kabare yıldızı olmak üzereyken girdi hayatına Max Roach. Parlak, güvenli, sıcak bir gelecek çok mümkün ve yakınken, Max’le birlikte bir mayın tarlasına dalmayı seçti. Dönemeçlerdeki bu seçimler sizi şekillendiriyor, ortaya çıkarıyor. 60’ların Amerika’sında siyah olmak zor işti tabii ki; her zaman olduğu gibi. Abbey’nin politize olmayı seçmesi, zaman içinde siyah bir aktiviste dönüşmesi, biraz da Max’e duyduğu hayranlıkla ilgiliydi. Düşününce, aslında hayranlık da bir kurgu meselesi. Hayranlık ve arzu objenizi, beklentilerinize göre şekillendiriyorsunuz. Genellikle de kafanızda kurguladığınız şey, gerçekle pek bağdaşmıyor. Cesur, özgür, kuvvetli, yaratıcı bir adamdı Max Roach. Bedel ödemeye hazırdı. Zaten, cesur olmanın tanımı bu değil mi? Bedel ödemeye hazır olmak. Cesur insanları cazip kılan şey bu. Kaybetmeyi göze aldıkları şeyler. Kendinden çok daha büyük ve güçlü bir makineyle savaşmaktan kaçmıyordu Max Roach. Tam tersine bu mücadelenin onu o yapacak şey olduğunu biliyordu. Adaletin saflarında olduğu için, yaratıcı olduğu için de mücadelesi çok estetikti. Etrafında hikâyeler yazılacak türden bir estetik. Işıklar altında yaşarken, sahnedeyken, kaybedecek şeyleriniz çok daha fazlayken, sesi olmayanların sesi olabilmek Max’i daha da karşı konulamaz kılıyordu. Özellikle de onun yörüngesine yeni girmiş olan Abbey Lincoln için.
60’larda olduğumuzdan, mücadele cinsler arası eşitlik, ırklar arası eşitlik ve adalet içindi. Bunu biliyoruz. Mücadelenin bugün bile daha yeni başlıyor olduğunu düşünebiliriz de, en basitinden başlarsak; sesi olmayanlar için adalet adına kim mücadele edecekti? Herhalde, kuvvetli olan ve gücü elinde tutan değil. Güçlü olan neden adalet istesin ki? Kaynaklar onun elinde, sistem onun hizmetinde. Bir eli yağda, bir eli balda. Güçlüden vicdanlı olmasını beklemek saflık olurdu. 60’lar dizginleri ele almak için doğru bir zamandı. Max de dizginleri adalet ve eşitlik adına ele alanlardan biriydi.
Max’le Abbey’nin hikâyesi güzel hikâye de, çok karanlık ve tanıdık bir tarafı da var. Bir tarafta ırk ekseninde güçlüye karşı bir adalet ve eşitlik savaşı, diğer yanda cinsler arası bir adalet ve eşitlik mücadelesi. Burada rollerin değiştiğine tanıklık ediyoruz. İki kişilik bir ilişkinin dinamiklerini anlama şansımız pek yok ama, burada, o parıltılı hikâyenin baş aktörünü, adalet ve özgürlük savaşçısını, karısına sistematik şiddet uygularken buluyoruz. Zayıfa şiddet uygulayabilen bir adalet savaşçısı. İronik ama gerçek bu ne yazık ki. Evet, barış, eşitlik, adalet rüyalarını görüp duruyoruz hep. Çünkü işimiz bu; hayal görmek. Türümüzü diğer türlerden ayıran en önemli özellik bu; hikâye yazabilme özelliği. Biz aslında buna sanat da diyoruz. Hepimiz şöyle ya da böyle gerçeği bulandırıyoruz, saptırıyoruz, eğip, bükebiliyoruz, yeniden yazıyoruz. Kahramanlar yaratıp, onları ulaşılmaz kılıyoruz. Bu hikâye anlatma işini farklı yöntemlerle, farklı araçlarla yapıyoruz. Kimimiz buna müzik diyor, kimimiz politika, kimimiz din. Bu hikâye yazma işinin en güzel tarafı, hikâyenin mutlaka bir alıcısı olması. Her hikâyenin bir alıcısı var. İncil de güzel hikâye. Max Roach’un Freedom Now Suite’i de. Abbey Lincoln’un Throw it Away’i de. Mesele hikâyenin hangi tarafında olduğunuz, hikâyeyi nasıl yaşadığınız, neleri kaybetmeyi göze aldığınız ve kendinize karşı ne kadar dürüst olduğunuz. Eşitlik güzel bir masal tabii ki. Cinsler arası eşitlik de güzel bir masal. Ancak doğada ne yazık ki eşitlik yok. Ne türler arasında, ne de cinsler arasında. Bu eşitsizlik deryasında, güzel olan tek şey, hikâyeler. Hikâyelerimiz.
Max Roach ve yaşattığı şiddetin ağırlığı altında dolaşmaya başladığımızda “Erkek şiddeti kadardır” gibi bir laf etmişti Abbey Lincoln. Max pek çoğumuz içi tanrı mertebesindeydi. Tabii ki bu şiddet meselesini duymuş ama duymamış gibi yapmıştık herhalde. Abbey Lincoln da Max’i ve müziğini ve mücadelesini ayrı yerlere koyuyordu. Müzik içinde yaşadıkları büyülü anları da özlemle anıyor gibiydi. Çok karmaşık meseleler gerçekten.
Rosa Parks, Harriett Tubman, Bessie Smith, Billie Holiday, Abbey Lincoln, Max Roach. Hikâyesi olanlar; hikâyelerini yazıyorlar. Cinsler ve türlerin ötesinde. Eşitliğin ve adaletin olmadığı yerde de özgürlük olamıyor. Özgürlük hikâyelerde yaşıyor sadece.