Antakya, 11 Şubat, 7.8’lik depremden 5 gün sonra. Fotoğraf: Hussein Malla / Associated Press

Solup Gidişi Engellemek Gerek

//

Deprem, Kahramanmaraş, Adıyaman, Malatya, Hatay, Gaziantep, Kilis, Diyarbakır, Adana, Osmaniye ve Şanlıurfa illerini içeren geniş bir bölgeyi etkiledi. Bu bölge, tarihsel olarak Doğu Akdeniz kıyısıyla Mezopotamya arasındaki bir geçiş bölgesi olma özelliğini gösteren, insanlık tarihindeki ilk uygarlıkların filizlendiği sahaydı.

Göbeklitepe gibi oluşum sürecine ve işlevine dair bilgilerin halen güncellenebildiği, tarih öncesi çağların çok önemli kült alanlarını içeren bu geçiş bölgesi, tek tanrıcı dinlerin belli başlı anlatılarında sıklıkla karşımıza çıkıp durur. En önemli ve eski yerleşim yerlerinden olan Antakya, tıpkı batısındaki Tarsus ve güneyindeki Şam gibi özellikle Hristiyan dini için önem taşır.

Urfa yakınlarındaki Harran’ın İbrahim peygamberin, daha doğudaki Ninova’nın ise Yunus peygamberin yurdu olduğuna inanılır. Ayrıca bölge, Nusayrilik gibi ana akım inançlardan şu veya bu şekilde farklılaşan mezhepleri de bünyesinde barındırır. Özellikle Batı ülkelerinde, Yahudi-Hristiyan geleneğinin temel anlatılarının izini süren ‘kutsal kitap arkeolojisi’ alanında çalışan araştırmacıların en çok ilgisini çeken bölgelerden bazıları, tam da bu saha üzerindedir. Buradan elde edilen buluntular özellikle Neolitik dönem sonrasında insan topluluklarının gelişim sürecini anlayabilmek adına önemli bulgular sundukları gibi, tek tanrıcı dinlerin birbirleriyle olan bağlantılarını incelemek isteyenler için de zengin malzeme barındırır.

Hatay’daki 2500 yıllık Yahudi hayatı deprem felaketi ile son buldu. Fotograf: Michael Kaplan

Bu bakımdan, doğal bir uzantısı sayılan Suriye ve Irak bölgeleriyle birlikte bu alanın kültürel miras açısından büyük önem taşıdığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak 6 Şubat’ta gerçekleşen deprem, bu bölgenin zengin kültür mirasını da yabana atılmayacak ölçüde zedeledi. Gerek Türkiye’de gerek Suriye’de pek çok ibadethane, tescilli tarihi konutlar, kimi müzeler ve bazı kült alanları az veya çok zarar gördüler. Bu durum, ortaya önemli bir soru çıkardı: Büyük ve yıkıcı bir depreme karşı hazırlıklı görünmeyen Türkiye, böylesi doğal afetlerin öncesinde kültürel mirasını nasıl korumaya alacak? Bu mirasın, depremden etkilenmemesi veya görece az etkilenmesi için hangi önlemleri alacak? Gerçekleşmesi beklenen bir depremin sonrasında, ortadan kalkan veya ciddi ölçüde hasar gören kültür mirasını canlandırmanın yolları neler olabilir? Devlet kurumları veya özel ve tüzel kişiler, böylesi bir sürece ne ölçüde hazırlıklılar ve gerektiğinde nasıl bir eşgüdüm içinde seferber olabilecekler? Şüphesiz, biri diğerini akla getiren bu soruların hepsi de büyük önem taşıyor.

En Büyük Hasar Antakya’da

Birbirine yakın mesafedeki bu bölgelerin, depremin yıkıcılığından farklı boyutlarda etkilenmeleri hem bu yerleşmelerin üzerinde kurulduğu alanın jeolojik yapısıyla ve tektonik özellikleriyle, hem de inşa edilen yapıların nitelikleriyle bağlantılı. Bu verinin bir anlamı olmalı. Yine de Hatay’ın neredeyse tüm ilçeleriyle depremden en şiddetli biçimde etkilenen il olduğu açık: Antakya’dan İskenderun’a, Samandağ’dan Defne’ye varıncaya kadar belli başlı yerleşimlerinde büyük maddi hasar meydana geldi. Ancak en büyük hasar Antakya’daydı; kent neredeyse yeniden kurulmayı gerektirecek ölçüde büyük bir yıkım yaşadı ve tarihsel kültür mirasının gözle görülür bir bölümü bu yıkımdan etkilendi.

Antakya özel bir önem taşıyor: Zira tek tanrıcı inançların tarihinde, varlığını bir arada sürdürme eyleminin en uzun süreli ve başarılı örneklerinden biri sayılıyordu. Ancak 6 Şubat depremleri, hâlihazırda Suriye İç Savaşı’ndan olumsuz biçimde etkilenen Antakya’ya telafisi epey zor giderilecek zararlar verdi. Çok fazla insanı kaybettik, konutlar ve kamu kurumları yıkıldı, kentin altyapısı büyük hasar gördü.

Deprem öncesi Habib-i Neccar Camii, Hatay. Kaynak: hatay.gov.tr

Kentin kültür mirası da bu yıkımdan etkilendi. Kentin sembollerinden sayılan dinsel yapıların önemli bir kısmı yıkıldı. Bunlardan ilk akla gelen Habib-i Neccar Camii tarihsel olarak uzun süre boyunca önemli bir Hristiyan kenti sayılan Antakya’nın Araplar tarafından ele geçirilmesinin ardından inşa edilen ilk yapılardandı ve ismini de kentte Hıristiyan dinini ilk kabul edenlerden olan Habib-i Neccar’dan alıyordu. Yapının ayrıca Antakya’da Hıristiyanlığı yayan kişilerden olduğu düşünülen Barnabas’la Pavlus’un mezarlarını barındırdığına inanılıyordu. Habib-i Neccar Camii, Antakya’ya özgü kozmopolitizmin iyi bir örneğidir; bir Hristiyan din şehidinin adını taşıyan bu İslam ibadethanesine Antakyalı Hristiyanlarla Yahudiler de saygı gösteriyorlardı. Onun yanında, kentin erken tarihli büyük camilerinden olan Antakya Ulu Camii ve Sarımiye Camii de depremde yıkılan İslam ibadethaneleri arasında akla ilk gelenlerden. Doğu Akdeniz bölgesindeki en eski Yahudi cemaatlerinden birine ev sahipliği yapan kentin büyük sinagogu (muhtemelen 18. yüzyılda inşa edilmiş olan Antakya Sinagogu) ise depremde zarar görmekle birlikte yıkılmadı.

Fakat daha acı bir sonuç ortaya çıktı: Ortadan kalkan sinagogun fiziksel yapısı değil, onu dolduran Yahudi cemaati deprem nedeniyle yok oldu. Zaten, Liza Cemel’in Şalom’da yayımlanan “Antakya Yahudi Cemaati’nin dünü ve bugünü” başlıklı yazısında da belirttiği gibi Antakya Yahudileri uzun zamandan beri gerek politik sebepler gerekse ekonomik sorunlar yüzünden giderek ufalan bir cemaat halini almış, İstanbul’a olduğu kadar İsrail’e ve ABD’ye gerçekleşen göçlerle erimiş, büyük ölçüde yaşlılardan oluşur hâle gelmişti. Türkiye’deki tüm azınlık cemaatlerinde olduğu gibi, kendilerine gelecek göremeyen gençlerin ülkeyi terk edişi olgusu bu cemaatte de yaygındı. Fakat Antakya’daki Yahudi toplumunun varlığının birden sona ermesinde çok acı bir bitişin tadı var: Antakya Yahudi Toplumu Başkanı olan Şaul Cenudioğlu ile eşi Tuna Cenudioğlu’nun depremde hayatlarını kaybedişinin ardından kentte yaşayan son 12 cemaat üyesi de Antakya’dan ayrıldı ve binlerce yıllık bir tarihi olan Antakya Yahudi Cemaati böylece oradan kalktı.

Yeni Ahit’te adı geçecek kadar önemli bir Hristiyan kenti olan Antakya’nın kiliseleri de depremden etkilendi. İnşasına 1832’de başlanan ve 1872’deki depremde yıkılan, 1900’deyse yeni baştan kurulan Rum Ortodoks Kilisesi bugün bir kapıdan ve duvardan ibaret. Daha yakın bir tarihten beri ibadethane olarak kullanılan Protestan Kilisesi yıkımdan etkilenen yapılar arasında. Antakya-Reyhanlı yolu üzerindeki Haç Dağı’nın batı yamacında bulunan ve bölgedeki en eski kiliselerden biri olarak Aziz Petrus’a atfen Saint Pierre Kilisesi adıyla anılan kaya kilisesinin istinat duvarı yıkıldı.

Antakya Musevi Cemaati Başkanı Şaul Cenudi (solda) ve eşi Fortüne (Tuna) Cenudi dedepremde hayatlarını kaybetti. Fotograf: Michael Kaplan

Antakya’nın haricinde İskenderun’dan Diyarbakır’a varıncaya dek, Doğu Akdeniz’in ve Mezopotamya’nın bu bölgelerinde özellikle Doğu Hristiyanlığının çok sayıda önemli ibadethanesi ve önemli bir bölümü Türklerin bölgeye yerleşmesinden sonra inşa edilmiş olan camiler, depremin zarar verdiği yapılar arasında en önemli yeri tutanlardan. Arsuz’daki Rum Ortodoks Kilisesi depremde zarar gören çok sayıda Ortodoks ibadethanesinden sadece biri. Bir liman kenti olan ve zamanında ticaretle zenginleşen bir Katolik cemaatini bünyesinde barındıran İskenderun’un Latin Katolik Kilisesi de yıkılan ibadethanelerden bir başkası. Adıyaman’ın en önemli ibadethanelerinden olan ve Dulkadiroğulları Beyliği döneminde inşa edildiği düşünülen Adıyaman Ulu Camii de depremde yıkıldı.

Önemli Sivil Mimari Örnekleri

Sadece ibadethaneler mi? Hayır, Antakya’nın tarihi çarşısından Antep’in ince işlenmiş taş evlerine varıncaya kadar çok sayıda önemli sivil mimarlık örneği de ortadan kalktı. Diyarbakır’ın surları ve ünlü Hevsel Bahçeleri; İ.S. III. asırda Romalılar tarafından inşa edilen ve sonraki asırlarda genişleyerek bugünkü biçimini önemli ölçüde Doğu Roma İmparatoru Justinianus’un VI. asırdaki saltanatı sırasında alan Gaziantep Kalesi büyük zarar gördü.

Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Bölgedeki tüm kültür varlıklarının hasar durumlarının incelenmesi, hasar görenlerin hızlı ve doğru bir biçimde restorasyonunun başlatılması gerekiyor. Gördükleri zarar sonucunda ortadan kalkanların ise dikkatli bir planlamayla birlikte, eski biçimlerine tamamen uygun bir biçimde, bir daha benzer bir felaketten etkilenmeyecek veya en az biçimde etkilenecek şekilde inşa edilmesi gerekir. Kültür varlıklarına dair kayıt tutmanın önemi böyle zamanlarda daha da açık bir şekilde ortaya çıkıyor.

Bu arada, depremden zarar görmeyen veya az zarar gören kültür varlıklarının durumundan da bahsetmek gerekiyor. Böylesine büyük bir depremi –en azından görünüşte– az hasarlı atlatan bu varlıkların da ivedilikle tespit edilmesi ve eğer gerekiyorsa, güçlendirme çalışmaları kapsamına dahil edilmesi gerekir. Gaziantep’te bulunan ve barındırdığı eşsiz mozaik koleksiyonu dünya çapında bilinen Zeugma Mozaik Müzesi, bu bakımdan deprem felaketinden etkilenmemiş yapılar arasında yer alıyor. Müzenin müdürü Özgür Çomak’ın belirttiğine göre ne müze binasının fiziksel yapısında ne de yapının içinde teşhir edilen eserlerde hasar oluşmuş. O kadar ki Çomak, bu durumu “Mozaiklerimiz ve mozaiklerimizin aralardaki derz olarak tanımlanan yerlerde dahi çatlamalar olmadı. Yani bir tane mozaik taşımız dahi dağılmadı” cümlesiyle açıklıyor. Hatay Arkeoloji Müzesi’nin müdiresi Ayşe Ersoy ise müzede hasar olduğunu, ancak tarihi eserlerin zarar görmediğini, aksine başka müzelerden 555 eserin Hatay Arkeoloji Müzesi’nde korumaya alındığını belirtiyor: “Eserlerimiz de kültürel mirasımız da merak ediliyor. Kral Şuppiluliuma heykeli, dünyaca tanınan çok önemli eserimiz tamamen ayakta. Kaidesi bile duruyor. Antakya lahdimiz ayakta. İskelet mozaiğimizin olduğu salonumuza da hiçbir şey olmamış. Mozaiklerimizin hepsi sağlam.” Kazı alanları ve arkeolojik sahalar ile höyükler ve kült sahalarının da genellikle az hasar gördüğünü söyleyebiliriz. Ne Urfa’daki Göbeklitepe ne de Adıyaman’daki Nemrut Dağı depremin yıkıcılığından etkilendiler. Bunlar sevindirici gelişmelerdir.

İlginizi çekebilir:  Mimari ve Tasarıma Özel Platform

Unutmamalıyız ki deprem sadece Türkiye’yi vurmadı; Türkiye ile uzun bir sınırın haricinde tarihsel ve kültürel bağları olan komşusu Suriye’yi de sarstı. Depremin yıkıcı etkilerinin görüldüğü kentlerin başında bir zamanlar Antakya’yla ve Antep’le yakın ilişkiler içinde bulunan Halep de var. UNESCO daha 2013’te Suriye’deki iç savaşın etkilerinden ötürü kentteki yıkımın boyutlarını tespit etmiş, Halep’i Tehlike Altındaki Dünya Mirası Listesi’ne almıştı.

Batı’nın Suriye Konusundaki Sessizliği

Şimdiyse Halep’in kültür mirası daha büyük bir yıkıma uğramış durumda. UNESCO’ya göre eski kenti çevreleyen surlardaki batı burcu çökmüş, ayrıca ‘souk’ denilen çarşılarda da hasar var. Halep etrafındaki pek çok tarihsel yerleşimin depremde benzer ölçüde hasar gördüğünü düşünebiliriz. Daha acısı Batı’nın Rusya müttefiki olan Suriye’ye kasten yardım etmediği iddiaları depremin hemen ardından özellikle Rus basınında defalarca tekrarlandı. Jonathan Cook, www.middleeasteye.net adresinde konuyu ele aldığı yazısında Batı ittifakının Irak’ın işgali, Libya’da Kaddafi’nin devrilmesi ve Suriye’deki iç savaşa müdahalesiyle Orta Doğu’yu bir cehenneme çevirdiğini yazıyor ve Türkiye’nin yardım çağrısına hızla karşılık veren yahut Ukrayna için çok para harcamaktan geri durmayan Batı’nın Suriye konusundaki sessizliğini şiddetle eleştiriyor. Haksız olduğunu düşünmek mümkün değil.

Şimdi ne olacak? Yıkılan yapılar yeniden inşa edilebilir. Maddi tarihi ihya etmeyi deneyebiliriz. Bunda muhtemelen başarılı da oluruz; gerçi berbat restorasyon örneklerinin sayısının hiç de az olmadığını da biliyoruz. Peki ya insanlar ne olacak? Gayet iyi biliyoruz ki, giden geri gelmiyor ve onları yaşatan insanlar olmadıktan sonra, tüm bu yapıları yeniden inşa etmek bir bakıma hayalet bir kent kurmaya benziyor. Antakya Yahudi cemaati olmadan, yeniden inşa edilecek olan Antakya Sinagogu ancak boş ve hüzünlü bir ibadethane olacaktır ve bakanların hatırasına hayaletlerden başka şeyi de getirmeyecektir.

Depremden önce Halep Kalesi, Suriye. Kaynak: Wikimedia Commons

Tarihsel Katmanlar

Anadolu’nun pek çok kenti ve kasabasındaki bomboş kiliselerin akıbeti tam olarak da böyledir. Bu da acı bir gerçektir; zira bu topraklar, binlerce seneden bu yana kendi kozmopolitizmini doğurmuş ve beslemişti. Önce insanlar, sonra da ibadethaneleri ve evleri, kurumları bu coğrafyanın içinde giderek artan ölçüde görünmez oluyor. Bu solup gidişi engellemek gerekir.

Peki ne yapmak gerekiyor?

Kültür mirasımızı kurtarmaktan bahsediyorsak eğer, öncelikle acele etmemek gerekiyor. Antakya veya Antep gibi varlığını binlerce yıldan beri devam ettiren kentler, birbiri üzerine oturan tarihsel katmanlardan oluşuyorlar. Bu, böylesi kentlerdeki yerleşim dokusunun ancak çok uzun bir sürede ortaya çıktığını gösteriyor; yani kent, sakinlerinin ihtiyaçları doğrultusunda yüzlerce, bazen binlerce yıla yayılan doğal bir büyüme gösteriyor. Birbiri üzerine binen çeşitli katmanlardan oluşan bir tarihsel yerleşmeye ‘kimlik’ dediğimiz o kendine has dokuyu veren de bu tarihsel süreçlerin birlikteliği. O yüzden, kentler inşa edilmezler; inşa faaliyeti kısa bir süreye yayılır. Oysa kentler belirli bir süreçte –ki bu genelde uzun bir süreçtir– oluşurlar ve bu oluşum sürecinde insan elinin katkısı ne kadarsa, o uzun sürece yayılan bir kendiliğindenlik unsuru baskındır. Kadim olarak anılan tüm Yakın Doğu kentlerinin (Antakya, Kudüs, Şam, İskenderiye vb.) böylesine zengin bir tarihsel mirası bünyelerinde barındırmaları da işte bu süreçten ileri gelir.(1) Bu katmanların meydana getirdiği dokunun birden ortadan kalkmasının devası, o dokunun bir benzerini aynı hızla ‘inşa etmek’ olmamalı. O doku, bir tarihsel sürekliliğin sonucunda ortaya çıkıyor; onu diriltmek için de sözü edilen sürekliliğin kendi içindeki zamansallığını çok iyi çalışma ihtiyacı doğuyor. Bu ancak iyi bir tarih araştırmasıyla ve ona eşlik eden, vicdanlı bir planlamayla gerçekleşebilir.

İkincisi, müzelerin ve arkeolojik alanların iyi korunmasının ne kadar önemli olduğunun altının çizilmesi gerekiyor. Depremin ardından, bölgedeki müzelerin büyük bir kısmında az hasar oluştu ve koleksiyonları neredeyse hiç zarar görmedi ya da çok az zarar gördü. Bu, önemli ve olumlu bir gelişmedir; müzelerin ister kamuya ister özel veya tüzel kişilere ait olsun, böylesi afetler karşısında geliştirdikleri senaryoların görece iyi çalışıldığını gösterir.

Her müzenin, olası doğal afet ve felaketlerde devreye sokacağı birkaç senaryo mutlaka bulunur; bunlar, bahsedilen durumlarda müzeyi, personeli ve koleksiyonları en az kayıpla nasıl kurtaracakları konusunda üretilmiş farklı olasılıklar üzerine inşa edilmiştir. Bu bakımdan, depremin sonrasında tüm müzelerdeki hasar çalışmalarının hızla tamamlanması ve gelecekte gerçekleşebilecek benzer durumlardan koleksiyonların etkilenmemesi için neler yapılması gerektiğinin, hâlihazırda varlığını sürdürenlerin yanında alternatif senaryolar eşliğinde de düşünülmesi gerekir.

En İyi Örneklerden Biri

Arkeolojik kazı alanlarının güçlendirilmesiyse bir diğer öncelik olarak ortaya çıkıyor. Malatya’daki Arslantepe Höyüğü’nün çatı örtüsünün çökmesi ve duvarlarında görülen kaymalar, bu gibi sahaların daha fazla gözlemlenmesi ve olası afet durumlarında zarar görmesinin önüne geçecek senaryolar üretilmesiyle engellenmelidir. Özellikle Cumhuriyet’in erken dönemlerinden itibaren yetiştirilen kadrolarının çalışmaları hesaba katıldığında Türkiye, tarihsel korumacılık bakımından önemli tecrübesi olan bir ülkedir. Bu tecrübenin giderek artan ölçüde teknolojinin katkısıyla desteklenmesi, koruma çalışmalarında elimizi güçlendirecek. Bunun en iyi örneklerinden biri, depremin ardından görüldü: Ege Üniversitesi Arkeoloji Bölümü’nden Prof. Dr. Çiler Çilingiroğlu ile Akdeniz Üniversitesi Uzay Bilimleri ve Teknoloji Bölümü’nden Doç. Dr. Nusret Demir’in başını çektiği gönüllü ekibi ilginç bir çalışma yürütüyor. ‘Uydu görüntülerinin tek tek incelendiği projede yer alan gönüllüler, yüksek çözünürlüklü uydu verileri ile kaymalar ve sahadan fotoğrafları karşılaştırarak arkeolojik alan ve kültürel varlıklarda ortaya çıkan hasarın boyutunu’ tespit ediyorlar. Arkeolojik alanların ve kültür varlıklarının deprem öncesindeki ve sonrasındaki durumlarını karşılaştırmaya dayanan yöntem, araştırmacılara sağlam veriler edinme olanağı sunuyor. Bu görsel belgeleme çalışmasını gönüllü olarak yürüten ekip depremden etkilenen 11 ildeki 1652 kültür varlığını veri tabanında toplamış. Bu çaba, zarar gören varlıkların onarılma sürecini başlatacak olan çok önemli bir bilgi birikimi demek. Böylesi bir birikim, onarım ve canlanma sürecini güvenilir bir biçimde yürütmenin en önemli kaynaklarından biri sayılmalı.

Buna benzer bir başka çalışma ise İstanbul Üniversitesi’nin yakın zamanda kurulan Mimarlık Fakültesi tarafından yürütülüyor. Yapıların üç boyutlu modellemesinin yapılması esasına dayanan bu çalışma, yıkılan yapıların yeniden inşa edilmesini kolaylaşacak. Lazer tarayıcıların ve dronların da kullanıldığı bu çalışmada ‘alanda ayrı grup halinde çalışan ekipler, dron yardımı ile fotogrametri tekniği kullanarak ölçümler yapıyor ve lidar haritalama gerçekleştiriyor’. Böylelikle, yıkılan binaların ve fiziksel çevresinin gerçeğe uygun bir ikizi yaratılıyor ve önce dijital olarak kurgulanan bu ikiz, sonradan fiziksel gerçekliğe aktarılabiliyor. Fiziksel kültür mirasının tahribata uğradığı durumlarda işe yarayabilecek olan sanal ve maddi bir veri tabanını oluşturmanın da çok önemli bir adım olduğunu belirtmek lazım.

 

(1) Bunun tersini ‘planlı kent’ olgusunda görebiliriz. Özellikle 1950’lerden itibaren organik bir gelişim sürecinin sonunda ortaya çıkan kent yapısının yerine, başından itibaren türlü ayrıntısı incelikle hesaplanarak inşa edilen planlı kentlerin yaygınlaşmasına tanık olundu. Ancak planlı kentler eleştiriden muaf değillerdi. Marshall Berman, “Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor” adlı kitabında planlı kentlere yönelik eleştirilerini Brezilya’daki Brasil üzerinden dile getirir.
Previous Story

“Harmoni” Maximum Uniq Hall’de

Next Story

Sanat ile Eğitime Destek

0 0,00
02_ArtDog_CD_Logo_RGB_Black

BÜLTEN

Türkiye ve dünyadan haftalık kültür-sanat haberleri, inceleme yazıları, sergiler ve etkinlikleri takip et.

Bülten aboneliğinde ArtDog Istanbul’un gizlilik sözleşmesini kabul etmiş olursunuz.