-
Film endüstrisinde İki farklı kimlik taşıyorsunuz: Zion Lacroix ve Doğa Vurgun. Hikayeniz nasıl başlıyor?
Sanırım Doğa her zaman perde arkasında oldu, hala da oradan Zion’a sufle vermeye devam ediyor. Zion aslında ben 7. sınıftayken ortaya çıktı, tabii o zamanlar ismi Ulmus idi. Bu ismi evimize hediye gelen bir Çin Karaağacı’nın Latince ismi olan Ulmus Parvifolia’dan almıştım. Çekingen ve gözlemci bir çocuktum ama aslında bir o kadar da muhabbeti ele alabilen bir yapım vardı. Bunun farkına ilk defa MSN Messenger dönemlerinde vardım. Orada insanlarla konuşurken sanki farklı bir üslupla konuşuyor gibiydim. Ertesi gün okula gittiğimde ise insanlarla konuşurken o üslubu yakalayamıyordum. Ben de ikisini birleştirmek yerine tamamen birbirinden ayırıp ikincisine de bir karakter vermeyi seçtim. O gün Ulmus doğdu. Sonrasında birçok alt karakter daha girdi araya. Lise zamanında ise Ulmus’u Zion’a çevirdim. Bu ismi Matrix’teki Zion şehrinden aldım. Lacroix ise Eugène Delacroix ve Remy Lacroix’tan geliyor. O zamandan beri Zion benimle ve sanıyorum ki benden hiçbir zaman ayrılmayacak.
“Her Göz Bakar Fakat Her Göz Göremez”
-
Bütün geniş anlamlarıyla sormak istiyorum, ‘izlemek’ senin için ne ifade ediyor?
Üniversite 1. sınıfta hocam Erdağ Aksel bir derste “Her göz bakar, fakat her göz göremez” demişti. O günden sonra “izlemek” benim için farklı bir anlam kazandı. Her zaman detaycı bir gözlemci ve sabırlı bir izleyici oldum. İzlemek bence, bana göre ruh ve mod degüstasyonudur. İzleriz. İzledikçe fark ederiz. Fark ettikçe içimizdeki görsel açlığın sesini duyarız. Daha çok bakarız. Daha çok tatmaya çalışırız. Tattıkça fiziksel izleme ve mental izleme arasındaki boşluğa hakim olmaya başlarız. Bu hakimiyet ise canlandırma yetimizi kuvvetlendirir.
“İzlemek bana göre ruh ve mod degüstasyonudur. İzleriz. İzledikçe fark ederiz. Fark ettikçe içimizdeki görsel açlığın sesini duyarız. Daha çok bakarız. Daha çok tatmaya çalışırız.”
Göz eğitilebilen ve eğitilmesi gereken bir organdır. Ben bu egzersizi günlük hayattaki ufak gözlemlerimle yapıyorum. Yanımdaki arabayı kullanan insana bakıyorum. Gözüm benden habersiz neleri yakalıyor? Araba yanımdan geçip gittikten sonra bu detaylarla bir hikaye yaratıyorum. Neredeysem, yarattığım personayı oradaki görsel detayların içine oturtmaya çalışıyorum. Bu benim görsel açlığımı tam olarak gidermese de en azından yaralıyor.
-
Yaratıda rastlantısallık mı yoksa bilinçaltı mı daha başat? Görsel açlığınızı en fazla ne doyuruyor?
Sanırım aralarında çok büyük bir fark yok fakat öncelik sıralamasında bilinçaltı bir adım önde. Bunu fark ettiğimden bu yana başucumda kağıt kalemle uyurum. Mümkün oldukça rüyalarımdan notlar alırım. Yazamayacak gibiysem bir sesli not kaydetmeye çalışırım. Gün içinde bakıp da “o an” görmediğimiz veya görmediğimizi sandığımız her şey rüyalarımızda su yüzüne çıkar. Bu ekinleri biçip değerlendirmek, her defasında olmasa da bazen bizim elimizde olabilir. Yani bu noktada benim için rastlantısallık ve bilinçaltı neredeyse eşit değere sahip diyebilirim. Görsel açlığımı doyuran şeylerin başında ise duyular geliyor sanırım. Koku ve tat sanki yutakta birleştikten sonra gözlere de bağlanıyor gibi hissediyorum. Bunun anatomik bir açıklaması var mı bilmiyorum, hiç araştırmadım ama benim için rüzgarı suratımda hissederken koklamak önemli. Boş odada otururken o odanın sesini duymak önemli. Kavgada gelen tokadın tadını bilmek önemli. Yerleri değiştirilebilir duyular önemli, duyuları görevleri dışında kullanabilmeyi merak etmek önemli.
“Altılılar’ın İlhamı Riva Yolunda Geldi”
-
Filmlerinizin genel estetiği 2000’li yılların pop estetiğini çarpıtıyor. İnsanın kendini durmaksızın inkarından başlayan bu çapraşık ilişki içeriğine ve diline nasıl etki ediyor?
Bebek sanki prenatal habitatını inkar edip doğuyor. Akıbetini inkar ederek yaşıyor ve sonunda ölüyor. Bu döngü içinde insanların kendilerine yarattıkları çarpık gerçeklik simülasyonunu gözlemlemek beni besliyor. Bu simülasyonlar kimi zaman bir başkasınınkiyle kesişiyor, birleşiyor veyahut belki de hiçbir zaman yan yana dahi gelmiyorlar. Esas gösteri sonrasında başlıyor. Bu kurulu düzencikleri “an”da yakalayıp, olduğu gibi aktarabilirseniz; izleyici kendi algısına göre aktarılanı sentezliyor ve o noktada amaçlanan tahrif meydana geliyor.
Ben kendi gerçeklik algımı çarpıtmaya 1999 sonrasında başladım. O dönemimin ilk yıllarında sanatın farklı dallarındaki eserler, yeni doğan çarpık gerçekliğimi olgunlaştırmamda bana çok yardımcı oldular.
“…Benim için rüzgarı suratımda hissederken koklamak önemli. Boş odada otururken o odanın sesini duymak önemli. Kavgada gelen tokadın tadını bilmek önemli. Yerleri değiştirilebilir duyular önemli…”
-
Bu eserleri bizimle de paylaşır mısınız?
Film olarak: Bianca (Nanni Moretti, 1984), The Matrix Trilogy (Wachowski Kardeşler, 1999-2003), La Pianiste (Michael Haneke, 2001), L’amico di Famiglia (Paolo Sorrentino, 2006).
Resim olarak: Entre Les Trous de la Mémoire (Dominique Appia), The Last Judgement & An Angel Leading a Soul into Hell (Bosch), Woman in black (Modigliani).
Albüm olarak: MCMXC a.D. (Enigma, 1990), MTV Unplugged In New York (Nirvana, 1994), Sehnsucht (Rammstein, 1997), Americana (The Offspring, 1998), Flood (Jocelyn Pook, 1999), Dünya Yalan Söylüyor (Mor ve Ötesi, 2004).
-
Çok kısa bir zaman içerisinde yazıp yönettiğiniz son kısa film “The Sixfold/Altılılar” izleyiciyle buluşacak. Filmin ortaya çıkış sürecini, arkasındaki ilhamını paylaşır mısınız?
“Altılılar”ın hikayesi üniversite dönemime dayanıyor. Sabancı Üniversitesi’nde okuyordum ve o civarlarda yaşıyordum. Haftasonları Riva’ya ailemin evine giderken hep arka yolu tercih ediyordum. Köy yolu, daha uzun, yeşil ve sakindi. Kurtköy’den Riva’ya gitmek bir saati geçse de yılın farklı sezonlarında o yol boyunca gördüklerim bunlara değiyordu. Her şeyden çok da sokak köpeklerini ve başı boş atları görüyordum. Arabamda mama taşıyordum ve yer yer durup hayvanları besliyordum. Bazen bu süre uzadıkça uzuyor ve kendimi saatler geçmesine rağmen olduğum yerde buluyordum.
“O anda bir aydınlanma yaşadım. Bu ilişki çok tanıdık gelmişti. Oracıkta, doğanın ortasındaki at-sinek modeli aslında hepimizin hayatında farklı ölçeklerde mevcuttu.”
Bir defasında yine atları izlerken bir şey dikkatimi çekti. Otlayan atlar ritmik bir biçimde kuyruklarını sallıyorlardı. Sinekleri kovmak için. Görmedikleri sinekleri. Umurlarında bile olmayan sinekleri. Sadece savuşturmak için. Sinekler ise bıkmadan, yılmadan, usanmadan uçuşmaya devam ediyorlardı. İstediklerini alabilmek için; atların pisliğini.
O anda bir aydınlanma yaşadım. Bu ilişki çok tanıdık gelmişti. Oracıkta, doğanın ortasındaki at-sinek modeli aslında hepimizin hayatında farklı ölçeklerde mevcuttu. Mesela telefonuna çıkmadığımız o kimse. Mesela ödemeyi sürekli ertelediğimiz faturalarımız. Mesela sadece “o” konuyu konuşmamak için sofradan bir an evvel kalkmayı beklediğimiz bilmem ne yemekleri. Mesela yüzleşmeyip sürekli ertelediğimiz ve tiyatrosuna devam ettiğimiz ilişkilerimiz.
Bu noktada “Altılılar”ın zaten var olan tohumu içimde filizlenmiş oldu ve bu at-sinek modelini, birbirinden bağımsız 6 farklı sahne üzerinden ekrana taşımak istedim. Umarım pek yakında, izleyen herkes bu film içinde kendinin o köşesindeki toz tutmuş parçayı bulur.
“Bir Şeylere Başlamanın Yolu Hep Altıdır”
-
Son olarak, neden ‘altı’?
Çünkü 1+2+3. Çünkü bir şeylere başlamanın yolu hep altıdır. Çünkü bizlerin altı hep doludur. Çünkü altı bir cenindir, uzanıp açılırsa yol olur; toparlanıp kapanırsa son olur. Altılının her biri tek başına “var”dır ama her birinin kaderi yine altılılardır.
Eskiden herkesin bir uğurlu sayısı vardı. Her yere yazarlardı. Kollarına, sıralarına, anket defterlerine… Benimse hiçbir zaman net bir cevabım olmadı. Ne insanlara ne de kendime. Bazen 99 oldu ama ilkokul numaram 10’du. 10 güzeldi ama fazla popülerdi. Bazen 13 oldu. Evet 13 güzeldi sanki ama tatmin etmiyordu. 7 gibi sade ve kararlı bir forma sahip değildi. 8? 8 de olabilirdi ama çok fazla kişininki 8’di. Yahu tamam da bu iş böyle pazardan elma seçer gibi oluyor muydu ki? E olmuyordu malum. Yaşım geçince anladım ki ne 99 ne 13 ne 3 ne 5… 6’ydı 6. 6 beni buldu, ben altının oldum, altılıları sordum.