Klasik filoloji dünyasına adım attığım gün zihnimde üç isim vardı: Azra Erhat, A. Kadir ve Cevat Şakir Kabaağaçlı, nam-ı diğer Halikarnas Balıkçısı.
İlyada ve Odysseia’yı, Homeros’un zamanlar üstü destanlarını çeviren değil, Türkçe söyleyen Erhat ve A. Kadir, genç filologların ilham kaynağıydı. Halikarnas Balıkçısı ile “mavi yolculuğun” kahramanlarıydı onlar, yaşadığımız topraklar, kadim medeniyetlerin beşiğiydi ve keşfedilecek, okunacak, çevrilecek ve çalışılacak ne çok şey vardı! Bugün Kapadokya Babaları’nı merkezine aldığım doktora çalışmamın temelinde en çok onlardan aldığım ilham var.
Halikarnas Balıkçısı kim mi peki? Asıl adı Cevat Şakir Kabaağaçlı. 1890 doğumlu. İlköğrenimini Büyükada Mahalle Mektebi’nde, ortaöğrenimini Robert Kolej’de tamamlıyor. Oxford Üniversitesi’nde dört yıl Yakın Çağlar Tarihi okuyor, üniversiteyi orada bitiriyor. İstanbul’a dönünce Resimli Ay, İnci gibi dönemin önemli dergilerinde yazılar yazıyor, kapak resimleri ve süslemeler yapıyor, karikatürler çiziyor.
Bir dâhiyle, çok yönlü bir sanatçıyla, yazarla, çevirmenle karşı karşıyayız. Cumhuriyetten sonra asker kaçaklarıyla ilgili bir yazısı yüzünden üç yıl kalebentlikle Bodrum’a sürülüyor. İktidarın ceza olarak gördüğü bu sürgün, onun da, bir şehrin de kaderini değiştiriyor. Cezasının son yarısını İstanbul’da çektikten sonra yeniden döndüğü Bodrum’da kalıyor; Anadolu ve Akdeniz kültürünün tanınması için çalışıyor, kapsamlı araştırmalar yapıyor. Araştırma sonuçlarını denemeleriyle dünya okuruna sunuyor. Servet-i Fünun, Cumhuriyet ve daha sonra Demokrat İzmir gibi dergi ve gazetelerde yazdığı yazı, hikâye ve romanlarla uluslararası bir üne ulaşıyor. Kadim Yunan uygarlığının kökeninin Anadolu uygarlığı olduğu düşüncesini yaygınlaştırmak amacıyla sayısız çalışmaya imza atıyor. Dahası görür görmez vurulduğu Bodrum’un uluslararası düzeyde tanınmasını sağlıyor. Neredeyse Bodrum’la özdeşleşiyor Halikarnas Balıkçısı, Bodrum’un eski adı Halikarnassos’tan kaynaklı, “Halikarnas Balıkçısı” adıyla anıyoruz onu. 1947’de İzmir’e yerleşen Halikarnas Balıkçısı, 13 Ekim 1973’te bu kentte hayata gözlerini yumuyor. Çok sevdiği Bodrum’a gömülüyor.
Ölmek mi? Hiç zannetmiyorum, Bodrum’un her köşesinde o var.
Yabani Sakız, Karabaş, Laden…
Benan Kapucu’nun Sesli Doğa Tarihi Müzesi programlarını takip ediyor musunuz?
Bir radyo programından, bir podcastten beklediğiniz ne varsa daha da fazlası bu programlar dizisinde. 14 Temmuz 2019 tarihli müthiş bir yazısına denk geldim araştırmalarım sırasında, Bodrum’un Gönüllü Bahçıvanı: Halikarnas Balıkçısı.
Mavi Sürgün adlı kitabından söz ediyor Kapucu Halikarnas Balıkçısı’nın, şu bölümü hatırlatıyor kitaptan, Bodrum’la ilk karşılaşma anı:“Yolun her dönemecinde manzara değişiyordu; işte sazlık bataklık Varvil ovası. Köylülere göre bu yerin kemikli sivrisinekleri bile varmış. Geceleyin hızla taban tepildikçe insanın yüzüne iri yağmur damlaları çarpıyormuş gibi sivrisinekler yağarmış; kulaklarda da sert sert çınlar gibi ardı arkası kesilmeyen bir vızıltı. Biraz ötede bir zeytinlik… Sağanak, okşayan tatlı bir avuç gibi yaprakları sıvazlayınca gümüşi bir hare yürütüyor, füüü … üüü diye ılık bir yelpazeleyiş işitiliyordu. İşte Ekinambarı Köyü. Sonra birden manzara görkemli oluverdi. Çamlık, Akarsu, Sarısu, sonra yine dağ, bir köy; köylü kadınlar karpuz kavun kesmekte; kara ve ak üzüm, çövenotu (öyle bol ki yeryüzünü helvaya çevirebilir), dünyada soyu tükenmiş yalnız buralarda kalmış ademotu (madragor), kösele gibi sert yapraklı kurtotu, ılgın, sandal ağacı, renk renk hayıtlar, ay ışığında yaprakları mavi mavi çakan yabani sakız, karabaş, laden, adaçayı, yaban nanesi, kekik, çetinlik kırlalesi, çobançantası, civanperçemi, kardelen, gelincik, papatya, gülhatmi, yabani hanımeli, çan çiçeği, kandilli sümbül, çayır güzeli, kadın tuzluğu, haseki küpesi, mersin. Daha sayayım mı? Bunlar yüzde biri bile değildi yahu!”
Halikarnas Balıkçısı’nın bir sürgün yerini cennete, bilmediğini vatanına çevirme hikâyesi ilham verici. Sevgiyle, emekle kendini işlemeye, şehri işlemeye dair öğrenilecek o kadar çok şey var ki ondan. Bugün Bodrum’un her köşesinde onun izleri var, ağaçların ilk tohumlarında, yeşertip büyüttüğü bahçelerde, ara sokaklarda karşınıza çıkan o tuhaf çiçeklerde.
Bodrum’u bilip öğrenmeye kulüplerinden, hip mekânlarından, İstanbul’da başlayıp Bodrum’da devam eden buluşmalardan önce Halikarnas Balıkçısı’ndan başlamak en doğrusu belki de. Şehrin değişim ve dönüşümüne dair ne çok ipucu var yazdıklarında ve bugünkü Bodrum ne kadar uzak geçmişinden. Yoksa her şey hazcılığa, keyfe mi kurban verildi?
Hazcılığın Sonsuz Nimetleri
Yazar, çevirmen Cihat Taşçıoğlu, klasik filoloji dünyasından yayıncılık belasına geçişimin önemli kahramanlarından. Bodrum hikâyelerini çok dinledim yıllar içinde, yazı çizi dünyasının neredeyse tüm aktörlerini Bodrum günlerinden tanıyor, çoğunun unutmak istediği hatıralarını ardı ardına sıralamaktan hiç geri durmuyordu İstanbul masalarında. Bodrum’u sordum ona, 80’lerin Bodrum’unu. Ne de olsa o da bir yönüyle gönüllü sürgün yaşamıştı bu bitek topraklarda.
“Bodrum’a 1980 senesinin Aralık ayında, 25 yaşındayken yerleştim. Ama bunun hikâyesine girmeden önce 80’lerin dünyasına çok kısa değinmekte yarar var. Kimileri o on yılı sanayide, sanatta, kültürde, bilimde atılım ve ekonomik refah dönemi olarak tanımlar ama çoğu insan için öyle değildi. İngiltere’de Margaret Thatcher başbakandı; II. Elizabeth tahttayken I. Elizabeth’i taklit etmeye çalışıyordu, hatta ‘yenilmez armadasını’ Arjantin’in üzerine bile gönderdi. Amerika’da Ronald Reagan başkandı; kötü aktör, eski FBI ajanı, McCarthy dönemi oportünisti olarak herkesi hayretten hayrete sürükledi. Vurdular ama ölmedi. Türkiye’de Kenan Evren darbeyle gelip Devlet Başkanı oldu ve Bodrum’a taşınmam için bana müstesna bir bahane sundu. Vurmadılar, çok sonra öldü.
Falan filan… 80’lerin geri planını aktarmak koca bir kitap yazmayı gerektirir. Bizim Bodrum konusuna gelirsek, o on yılın belirleyici özelliklerinden biri, söz konusu ‘şirin tatil beldesini’ ön plana çıkardı: Hazcılık.
YAZAR-ÇİZER TAKIMI
12 Eylül’ün hemen ardından oraya taşınmaya karar verdiğimizde niyetim orada mimarlık yapmaktı. Yarımadanın şimdi tanınmaz hale gelmiş köylerinden birinde yaşayan ODTÜ’lü bir çift yakın arkadaşımızdı. Onlara danışıp bir durum yoklaması yapalım dedik. Ferit de eşi Melek de açık sözlü, dürüst insanlardır. Melek lafı hiç uzatmadı:
“İkinci yıl –o kadar dayanabilirseniz elbette- boşanacak ve alkolik olacaksınız. Sen de mimarlığı falan unut, Cihat.”
Dinlemedik ve Bodrum’a gittik. İkinci yıl Feryal’le ayrılmıştık ve içki kültürümüz henüz fazla olmadığından alkolikliği beceremesek de akşamcıydık. Bense Melek’in dediği gibi mimarlığı unutup La Scala adında bir bar açmıştım.
Feryal gerisingeri Ankara’ya döndü, ben devam. Bir süre sonra mimarlık yapmaya başladım ve çevrem genişleyince herkesin merak ettiğini düşündüğüm ‘yazar-çizer takımı’ ile kaynaştım. Kimler yoktu ki! Yaşları genellikle benden büyüktü ama çok iyi dostluklar kurduk, o yılların patırtısı içinde zaman zaman birbirimizin kalbini kırdık, sonra hemen barışıp hazcılığın nimetlerinden yararlanmaya devam ettik.
Ve sık sık öldük.
O dönemdeki –sonradan ‘Büyük’ ibaresiyle anılacak olan- ekipten gelip geçenleri adlarıyla anacak olsam, bu yazıda en çok kullanılan kelime ‘rahmetli’ olurdu. Geçenlerde sevgili Hümeyra’nın sevgili oğlu Sadık vefat etti ve kadıncağızın telefonunu alabileceğim tek kişi kalmadığını gördüm.
Evet, yukarıda ‘gelip geçenler’ ifadesini kullandım ama kastım sadece aramızdan ayrılanlara gönderme yapmak değildi. Bodrum’da yerleşik olanların yanı sıra her yıl mutlaka birkaç defa gelip bizlere misafir olan bir sürü tanınan kişi de vardı. Yine isimleri hariç tutarak kalanları sevgiyle analım buradan.
Olağanüstü yıllardı; kimsenin ayrıntılı hikâyesini yazmayı göze alamadığı kadar olağanüstü hem de. 80’lerin sonuna yaklaşırken arada sırada birbirimizi şüpheyle süzüp, ‘Yaşadıklarımızı gizlice yazıyor olmasın sakın bu!’ diye işkillendiğimizi hatırlarım.
BODRUM ÇOK BOZULDU
Uzun zamandır gitmiyorum Bodrum’a; içimden gelmiyor. Onca hatırasını biriktirdiğim insanların çoğu yok, mekânların da varlığını koruduğundan şüpheliyim. Klişe gibi gelecek kulağa ama bu klişeyi kullanmaya en yetkili kişilerden biriyim: Bodrum çok bozuldu, Bodrum olmaktan çıktı.
Oraya taşınmanın hayatımın en iyi kararlarından biri olduğunu iddia edecek değilim, çünkü tabiri caizse –ki galiba caiz- çok serserilik ettik ve tüm güzelliklerine rağmen bazı yılları muhtemelen boşa harcadık. Öte yandan, şimdilerde magazin dünyasına ve televizyonlara yansıyan görüntülere, gidenlerin ve eskilerden hâlâ orada kalanların anlattıklarına bakılırsa, sekiz sene yaşadıktan sonra 1988’de oradan –hâlâ tek parçayken- ayrılmak hayatımın en doğru kararlarından biri olabilir.
Bu büyük lafı ettikten sonra bir de dileğim var… Hayır, o dilek, Bodrum’un kâinatı altüst edecek bir mucizeyle 80’lerdeki haline dönmesi değil. Dileğim şu: Umarım bu yazıyı ayrıldıktan beş sene sonra Bodrum’a dönüp orada beş sene daha kaldığımı bilen birileri okumaz!”
40 yıl sonranın İstanbul’undan geriye dönüp baktığında böyle anlatıyor Taşçıoğlu kırk yıl öncesinin Bodrum’unu. Bense on yıl öncenin Gümüşlük’üyle bugünün hip Gümüşlük’ü arasındaki binbir farkı biliyorum. Bir de yeni bir hayata yeni bir şehirden başlamak isteyenlerin hüzünlü göçlerini. Küçük İstanbul’unu taşıyanların Bodrum’unu. Hayatını temize çekmek isteyenlerin gönüllü sürgün yeri olarak Bodrum’u. Tam da bunun için Halikarnas Balıkçısı’nı tanımanın, okumanın tam zamanı, salgın günlerinde doğaya dönüşü hayal edenler için de, hafızasını sıfırlamak isteyenler için de, keşfedilmemiş bir köşe arayan fetih meraklıları için de bir davet yazdıklarının her cümlesi. Ya da yol yakınken vazgeçmek için ilahi ve edebi bir mesaj da alabilirsiniz Halikarnas Balıkçısı’ndan. Karar sizin.
“Yokuş başına geldiğinde Bodrum’u göreceksin,
Sanma ki geldiğin gibi gideceksin,
Senden öncekiler de böyleydiler,
Akıllarını Bodrum’da bırakıp gittiler.”