5 Kasım 2024’te gerçekleşen ABD başkanlık seçimlerinde Donald Trump’ın Biden’ın ardından yeniden başkan seçilmesi bütün dünyada büyük ses getirdi. 6 Kasım’da sonuçlar açıklandıktan sonra 20 Ocak 2025’te göreve başladı ve o günden beri her an çıkardığı kararnamelerle gündemde.
Çoklukla ABD’nin yakın dönem politikalarında yer alan çeşitlilik, eşitlik ve kapsayıcılık girişimlerini hedef alan kararnameler tepkilere yol açarken sanat kurumları da bu süreçten bire bir etkilenmeye başladı. DEI ofislerinin kapatılması, Başkan’ın Sanat ve Beşerî Bilimler Komitesi’nin (President’s Committee on the Arts and the Humanities) dağıtılması, Ulusal Sanat Vakfı (National Endowment of the Arts) hibe yönergelerini güncellenmesi, Kennedy Center’in başkanının görevden alınmasından sonra Trump’ın kendisinin seçilmesi ve Stonewall Ulusal Anıtı internet sitesinden transgender ve queer referanslarının kaldırılması gibi tartışmalı kararlar hızla alındı.
“Politika Çağdaş Sanatı Nasıl Yok Etti?”
Bir yandan da sanat dünyasında o denli büyük olmayan ama dönemi ve içeriği bakımından manidar başka bir tartışma gündemde. Harpers dergisinin Trump’ın seçilmesinden kısa süre sonra, Aralık 2024’te kapağa taşıdığı Dean Kissick imzalı “Boyalı Protesto: Politika Çağdaş Sanatı Nasıl Yok Etti?” adlı uzun makalenin etkisi, yazılan karşı yanıtlarla beraber; çeşitlilik, şu anki ABD politikaları ve sanatçının durumunu da içine alarak çığ gibi büyüdü.
Peki Kissick’in geçmişe özlem içeren, belki amacını da aşarak birçok alana yansıyan bir tartışma başlatan yazısı neler içeriyor? Kissick yazısında, 1990’ların, 2000’lerin ve 2010’ların başlarının sanatını, “niyetleri, biçimleri ve konuları bakımından çoğulcu,” olarak betimliyor. “Çağdaş sanat temelde iyimserdi; sanat yapmanın başlı başına iyi bir şey olduğuna, sınırlarını zorlamanın değerli bir çaba olduğuna ve kültürde ileriye doğru büyük sıçramaların hâlâ mümkün olduğuna dair bir inanç vardı. … İşte beni çeken sanat dünyası buydu,” sözleriyle ifade ettiği o yılların çağdaş sanatının yerini, kimlik politikalarının baskın olduğu bir sanat anlayışına bıraktığını ifade ediyor. Kissick’e göre, “Kimlik, toplumsal meseleler ve eşitsizliklerle ilgili kaygılar yoğunlaştıkça, sanat dünyasının anlamsızlaştığı ve yozlaştığı, on yıllar boyunca biçimlerin ve yaklaşımların çoğalmasının sınırına ulaştığı hissi ortaya çıktı… Sanatın ne yapması gerektiği sorusuna verilen yeni bir yanıt vardı: Sanat, tarihsel olarak ötekileştirilenlerin seslerini yükseltmelidir. Görünüşe göre yapmaması gereken şey, yaratıcı ya da ilginç olmaktı.”
Sanatta “Tersine Misyonerlik”
2017 tarihinde başladığını ifade ettiği bu yeni sanat anlayışı, “bir tür tersine misyonerlik gayretini çağrıştırıyordu: Küratörler artık dünyayı dolaşıp yerlilerin ruhlarını kameralarla çalmak yerine, daha ilkel yaşam biçimlerinin boyanmış görüntülerini … Düşüş’ten önceki zamana, Trump, popülizm, Silikon Vadisi, küreselleşme, modernite, Aydınlanma, kapitalizm, sömürgecilik, milliyetçilik, beyazlık, doğrusal zaman ve Tarım Devrimi tarafından bozulmamış bir cennete doğrudan bir bağlantıya erişebilmeleri için hayal kırıklığına uğramış Batı’ya geri getiriyorlar.” Azınlık kimliklerine sahip sanatçılar tarafından yeniden yapılmış kanonik sanat diye ifade ettiği bu yeni tutumun hayal gücüne ve sınırsızlığa doğası gereği içinde barındırdığı muhafazakârlıkla ket vurduğunu söyleyen eleştirmen, “artık sanatın politik değişimi yönlendirme kapasitesiyle” ilgilenildiğini belirtiyor.
“Sanatı Yeniden Harika Yap?”
Yazı belki başka bir zamanda çıksaydı, önemli bir derginin kapağına taşınmasaydı bu denli alevlenmeyecek ya da eleştiriler yalnızca, Ajay Kurian’ın sözleriyle, “dağınık yapısı, iyi tanımlanmamış terimleri” ile sınırlı kalacaktı. Ama sanatçı ve eleştirmen Ajay Kurian 4 Aralık tarihli Cultured Dergisi’nde yayınlanan makalesinde, Kissick’in yazısının, “kamuoyunda büyük alkış almasıyla görünür olan Sağ’a kayış ve kültür savaşının geniş bağlamından ayrı olarak ele alınamaz,” diyor. Doğrudan Trump’ın her iki seçim kampanyasında kullandığı “Make Amerika Great Again” sözüne gönderme yaparak “Make Art Great Again?” (Sanatı Yeniden Harika Yap?) tümcesini içeren yazı başlığıyla kaleme aldığı eleştiride, Demokratların bile kayıplarının suçunu, her şeyden önce trans haklarının savunulmasına yüklediklerini belirterek kutuplaştırıcı dilin tehlikeleri konusunda uyarıyor.
“Beyaz Adam Müzesini Geri İstiyor”
3 Ocak 2025’e geldiğimizde ise Christian Viveros-Fauné The Village Voice dergisinde “Beyaz Adam Müzesini Geri İstiyor” başlıklı makalesinde Kissick’in yazısını 1990’larda Soğuk Savaş’ın sonundaki düşünce yapısına benzetiyor.
Viveros-Fauné’ye göre bugün, “sanatta, kanonu neyin oluşturduğuna dair tartışmalar iki dikkat çekici gelişmeyle sonuçlandı. Birincisi, bir zamanlar ayrıcalıklı olan sanat kurumlarının, ırk, cinsiyet, coğrafya ve ideoloji sınırlarının ötesinden gelen benzeri görülmemiş sayıda sanatçıya açılmasıdır. İkincisi, aşındırıcı sızlanmaları, boş erdem gösterileri ve saçma klişeleriyle birlikte indirgeyici Amerikan tarzı kimlik politikalarının öngörülebilir yükselişidir.”
Böylece Kissick’in yazısının kendisi öne çıkacak nitelikte görünmese de başlattığı tartışma meyvelerini veriyor. Viveros-Fauné, sözde Sol diye adlandırdığı kesimin de sanat kurumlarının yeni sanatçıları eski yaşlı erkek sanatçılarla değiştirmesi gerektiğini düşünerek, yola çıktıkları misyona ihanet ettiklerini ifade ediyor. Aşırı Sağ ise hâlihazırda, “siyasi bir intikam biçimi olarak ifadeyi sansürlemek, fonlamayı kesmek ve cezalandırmak için yerel, eyalet ve ulusal politikaları harekete geçiriyor.”
Aldığı eleştirilerden görünen o ki Kissick yazısıyla aslında yalnızca Sağ’ın değil, kimlik politikalarının çok ileri gittiğini düşünen “sözde” Sol’un da beğenisini kazanıyor. Belki de azımsanmayacak bir kesimin düşüncelerini ifade ediyor. Belki “beyaz adam” gerçekten “müzesini geri istiyor.”
Sanatta Çeşitlilikte Nasıl Geriye Gidilmeye Başlandı?
Peki, ABD’de DEI’ler (Çeşitlilik, Eşitlik ve Kapsayıcılık) 2021’de artık kurumların yüzde 83’ünde bulunurken, sanatta kimlik, ifade çeşitliliği ve eşitliğin gözetilmesine dair bir çaba gözlemlenirken bu geriye dönüş nasıl gerçekleşti?
Her şey için Donald Trump’ı ve belki de Elon Musk’ı suçlamak mümkün. Daha geniş ölçekte tüm dünyada yükselen Sağ’dan da söz edebiliriz. Ama sanat dünyasında da rastladığımız, ayrıcalıklarının sarsıldığını hisseden, azınlık gruplarının haklarının ve görünürlüğünün kendisinin önüne geçtiğini –açıklıkla ifade edemese de– düşünen kesimin de bu değişimdeki yerini yadsıyamayız.
Güç elde eden Sağ ise –belki bu denli radikal ve hızlı hareket edeni görülmese de– elbette ki bu dönüşümün önünü almak ve bir gün herkesin ihtiyacı olacak özgürlüğü kısıtlamak için sansür uygulamak, fonlamayı kesmek gibi yöntemlerle sahip olduğu organları kullanacaktır.
Bunun bir örneği olarak Trump’un başkanlıkta geçirdiği yalnızca 30 günde (bu yazı 20 Şubat’ta kaleme alındı) beyaz adamın müzeleri nasıl geri aldığına ve sanatı yeniden harika yaptığına beraber tanık olalım. Ama önce belki biraz seçim kampanyası ve ABD’de seçimi kazandığı atmosferden söz etmekte yarar var.
Trump’ın “Radikal Cinsiyet İdeolojisi” ile Savaşı
Trump, seçim kampanyası sürecinde tutarlı olarak belirli kavramların üstünde durdu, her bir bireyin –ne denli açık görüşlü olduğunu iddia ederse etsin– ön yargıyla yaklaştığı bir azınlık grubu olduğu farzıyla ABD’deki bütün azınlık gruplarını hedefe koyan bir kampanya başlattı. “Radikal cinsiyet ideolojisi” olarak betimlediği LBGTQ+ hakları bunlar arasında en belirginiydi.
The New York Times’ın 8 Şubat’ta yayınladığı “Trump, ‘Cinsiyet İdeolojisi’ne Karşı Küresel Bir Savaşa Katılıyor” adlı makalesinde Elisabeth Zerofsky, “Trump kampanyası, bazı Amerikalılar arasında toplumun çok hızlı bir şekilde çok fazla değiştiği hissine değindi,” ifadesini kullanıyor. Yazıya göre, “kendi ülkelerinde yabancı gibi hisseden” Cumhuriyetçilerin –2021’de yayınlanan bir ankete göre– yüzde 56’sı, “geleneksel Amerikan yaşam tarzının çok hızlı ortadan kalktığını ve bunu durdurmak için güç kullanmak zorunda kalınabileceğini,” düşünüyor.
Medeniyetin Tehditleri: Feminizm, Eşcinsel ve Trans Hakları
Zerofsky’nin makalesine göre, yalnızca ABD’de değil, “dünya çapında birçok muhafazakâr, ‘liberal yayılmayı’ –feminizm, eşcinsel hakları, eşcinsel evliliğin yasallaştırılması, trans hakları ve küçükler için cinsiyet onaylayıcı bakım– bir medeniyet tehdidi olarak görüyor.”
Zerofsky, yeni yönetimin “cinsiyet ideolojisi” söyleminin yalnızca trans haklarıyla değil, geleneksel cinsiyet rollerinin dışında gelişen bütün her şeyle ilgili olduğunu belirtiyor. Kamu Diplomasisi Müdürü olarak yeni atanan Darren Beattie’nin geçen yılki sözleri bu kanıyı destekler nitelikte: “İşlerin yürümesini istiyorsanız, yetenekli beyaz adamlar sorumlu olmalı. Ne yazık ki tüm ulusal ideolojimiz kadınların ve azınlıkların duygularını şımartmaya ve yetenekli beyaz adamların moralini bozmaya dayanıyor.”
Trump’un seçildiği atmosferi bu olgular tabii ki tek başına açıklamıyor. Elon Musk ile beraber arkasına aldığı sosyal medya üstünde kudret, teknolojik ve ekonomik güç gibi birçok etken resmin parçası. Yine de ayrımcılığın genişliği, dünyada yükselen Sağ popülizmin en hafif tabirle nostaljik beklentilerini betimlemek için çarpıcı örnekler.
ABD özelinde seçimin ardından akıllara gelen, “bundan sonra ne olacak,” sorusu ise Trump tarafından hızlıca yanıtlanmaya başlandı. Göreve başladığı kısa sürede Trump’un sanatta çeşitlilik ve eşitlik karşıtı çıkardığı kararnameler göz önüne alınacak olursa listesinin uzamaması için hiçbir neden görünmüyor.
Göreve başladıktan iki hafta sonra Trump, herkesi olduğu gibi sanatçıları da etkileyen ilk kararını verdi. Vize ve göçmenlik politikasına dair art arda aldığı “Amerikan Halkını İstilaya Karşı Koruma”, “Amerikan Vatandaşlığının Anlamını ve Değerini Koruma” gibi kararlarla ABD’de yaşayan ama vatandaşı olmayan sanatçıların işlerini sergileme ve satma şartları değişebileceği gibi ülkeye gelmek isteyen sanatçılar vize reddiyle karşılaşabilir ve böylece kültürel değişim ve işbirliği fırsatları sınırlanabilir.
“Yasadışı ve Ahlaksız” DEI Girişimleri Engellendi
Ardından büyük tartışmalara yol açacak DEI ofislerinin kapatılmasına dair kararname sanat dünyasında yankılandı. Trump kararnamede, Biden’ın DEI girişimlerini “yasadışı ve ahlaksız” olarak nitelendirirken, “Amerikalılar her insana eşit haysiyet ve saygıyla hizmet etmeye kararlı bir hükümeti hak ediyor,” dedi.
Kararnamenin hemen ardından National Gallery of Art, DEI programlarına son verdiğini duyurdu. Onu Smithsonian izledi. Smithsonian DEI ofisini kapaması sanat dünyasında daha büyük tepkiye yol açtı çünkü kurum teknik olarak ABD’nin yürütme organından ayrı bir kuruluş. Çalışanlarının bir kısmı federal çalışan olsa bile onun tarafından yönetilmiyor. Yani bu kararnameye yüzde yüz uyma zorunluluğu yok.
Federal fonlardan yararlanmayan sanat kurumlarının önümüzdeki günlerde nasıl hareket edeceği ise merak konusu.
DEI’nin (Çeşitlilik, Eşitlik ve Kapsayıcılık) kökeni 1964 tarihli Medeni Haklar Yasası’na dayanıyor. Yasa; ırk, renk, din, cinsiyet ve ulusal kökene dayalı ayrımcılığı yasaklayarak, işyerleri de dahil olmak üzere çeşitli sektörlerde çeşitliliği ve kapsayıcılığı teşvik etmek için gelecekteki çabaların temelini atar nitelikte. 2000’lere gelindiğinde, DEI programları çeşitli sektörlerde daha yaygın hale geldi ve birçok örgüt iş gücünde çeşitliliği artırmak için belirli stratejiler uygulamaya başladı. 2021 itibarıyla, ABD kuruluşlarının yaklaşık yüzde 83’ünde DEI programları yürürlükteydi.
Bundan sonraki kararı şaşırtıcı değildi. İlk başkanlık döneminde Başkan’ın Sanat ve Beşeri Bilimler Komitesi (President’s Committee on the Arts and the Humanities) üyeleri Trump’ın izlediği politikayı protesto etmek için istifa etmiş ve komite feshedilmişti. Biden döneminde yeniden göreve başlayan komiteyi ikinci başkanlığında bu defa Trump feshetti.
Hâlâ yankıları devam eden, sanatçılar tarafında ilk imza kampanyasının başlamasına neden olan kararı ise Ulusal Sanat Vakfı’nın (National Endowment of the Arts) hibe yönergelerinin güncellenmesi kararıydı. The Artnet’ten Adam Schrader’ın haberine göre, “yeni yönergeler, Amerika’nın Kurucu Ataları tarafından Bağımsızlık Bildirgesi’nin imzalanmasının 250. yıldönümünü kutlayan projeleri teşvik ediyor.” Bunun yanı sıra 2026 mali yılı için Challenge America hibesi iptal edildi. Challenge America, sanatın yetersiz hizmet alan topluluklara erişimini genişleten projeleri desteklemeye adanmış bir programdı.
Hibeler “Cinsiyet İdeolojisini Teşvik Etmek İçin” Kullanılamaz
Hibe başvurusunun yeni gereklilikleri arasında ise başvuru sahiplerinin “geçerli federal ayrımcılık karşıtı yasaları ihlal eden ‘çeşitlilik, eşitlik ve kapsayıcılık’ı teşvik eden hiçbir program işletmemesi,” bulunuyor. Bir diğeri ise federal fonların “cinsiyet ideolojisini teşvik etmek için,” kullanılmaması.
6 Şubat’ta alınan karardan hemen sonra, 18 Şubat’ta sanatın farklı disiplinlerinden 463 sanatçı NEA’ya gönderilmek üzere bir mektubun altına imza attılar. İçlerinde Sibblies Drury, Lynn Nottage, Paula Vogel ve Holly Hughes’un da bulunduğu sanatçıların yazdığı mektupta, “Trump ve destekçileri, renkli sanatçılara desteğin ‘ayrımcılık’ anlamına geldiğini ve trans ve kadın sanatçıların çalışmalarına fon sağlamanın ‘cinsiyet ideolojisini’ (her ne ise) desteklediğini iddia etmek için İkiyüzlü bir dil kullanabilirler,” deniyor.“Ancak daha iyisini biliyoruz: sanatlar herkes içindir ve herkesi temsil eder.”
Sanatçılar her ne kadar NEA’dan yönerge değişikliklerini geri almasını talep etse de federal bir kuruluş olduğundan NEA’nın bu talebi yerine getirmesi beklenmiyor.
Trump’ın kültür-sanat alanına özel ilgi göstereceği Kennedy Center Başkanı seçilmesi ya da kendini seçtirmesiyle kesinlik kazandı. Uzun süredir başkanlık görevini yürüten Deborah Rutter’i görevden aldıktan sonra başkan olarak seçilen Trump, “Kennedy Center’ı çok özel ve heyecan verici bir yer haline getirme!” vizyonunu ilan etti. Bir sosyal medya platformunda açıklamalarını sürdüren Trump, “Artık drag gösterileri ya da diğer Amerikan karşıtı propagandalar yok, sadece en iyisi var,” dedi. Bir konser salonu, opera binası ve tiyatronun yanı sıra bir konferans salonu içeren, ABD için önemli bir sahne sanatları kompleksi olan Kennedy Center, sahne sanatlarında ulusal bir merkez kurma fikriyle 1971’de açılmıştı.
“Bir Harfi Silerek Transları Silemezsiniz”
Şubat ortasında ise Stonewall Ulusal Anıtı internet sitesindeki transseksüel ve queer referanslarını silinmesiyle Trump’ın çeşitlilik karşıtı politikaları meyvesini vermeye başladı. Trump’ın Ocak ayında yayınladığı ABD’nin artık yalnızca iki cinsiyeti tanıyacağını duyuran kararnamesinin ardından Stonewall Ulusal Anıtı internet sitesindeki LGBTQ+ ifadeleri LGB olarak değiştirildi.
Oysaki Stonewall Ulusal Anıtı, 28 Haziran 1969 itibari ile LGBTQ haklarına dair ayaklanmalarının gerçekleşmesiyle tarihi önem kazanmış, 2016 yılında Obama tarafından ulusal anıt ilan edilmesiyle ABD’de LGBTQ+ haklarına adanmış ilk anıt olarak tarihe geçmişti.
Yapılan basın açıklamasında Ulusal Parkları Koruma Derneği’nden (National Parks Conservation Association), Stonewall ayaklanmasına da katılmış olan aktivist Mark Segal, “Bir harfi silerek Stonewall’un tarihini silemezsiniz. Bir harfi silerek transları da silemezsiniz,” dedi. Segal sözlerini şöyle sürdürdü: “Stonewall, o tarihi gecede mücadele eden ve 55 yıldır mücadeleye devam eden biz LGBT topluluğu da dahil olmak üzere, silinemez ve silinmeyecektir. Mücadeleye devam edeceğiz, görünür olmaya ve sebat etmeye devam edeceğiz ve toplumumuzdaki herkesi bugünü ikinci Stonewall isyanının başlangıcı olarak hatırlamaya çağırıyorum.”
İçimizdeki Beyaz Adam
Trump’ın çeşitlilik, eşitlik ve kapsayıcılığın karşısındaki duruşunun nerelere varacağı ve sanatın bundan nasıl etkileneceğini önümüzdeki günler gösterecek. Dünyada yükselen Sağ, kendini kendi ülkesinde “yabancı” hissetmemek için ekonomi, teknoloji, yasa, şiddet gibi bütün araçları teker teker kullanacak ve haklarından henüz söz etmeye başladığımız azınlık gruplarını ötekileştirmeye devam edecek.
Beyaz adam geçmiş görkemli günlerini, “norm”un kendisi olduğu, ayrıcalıklarının sorgulanmadığı zamanları geri talep edecek. Öte yandan onu şeytanlaştırmadan önce kendi içimizde ne kadar “beyaz adam” barındırdığımıza dönüp bakmanın belki de yararı olur.
Hak savunusunda hiyerarşi ve böylece ayrımcılığın; çeşitlilik, eşitlik ve kapsayıcılığın karşısında en büyük engel olarak karşımıza çıktığı günümüzde, azınlık haklarından söz ederken yalnızca kendimize yakın bulduğumuz ya da kendimizin dahil olduğu azınlık gruplarından mı yoksa kişisel deneyimlerimizin kapsamadığı her türlü çeşitlilikten mi söz ettiğimizi belki de ilk kendimize sormamız gerekiyor.
Kitlelerce savunulmayan her azınlık hakkı “beyaz adam”ın hedefinde, uzun mücadelenin sonunda elde ettiği yetersiz sayılabilecek hakları dahi yitirme tehlikesiyle karşı karşıya. Henüz sanat tarihine yansımayacak denli kısa süredir sözünü ettiğimiz sanatta çeşitlilik de böylece tehdit altında.
“İnsanlar Duyarsızlaştırılmış, Bıkkın ve Umutsuz”
New York’ta yaşayan, otuzlu yaşlarında bir sanatçı ve galeri çalışanıyla ABD’deki yeni hükümetin çeşitlilik politikalarını ve bu politikaların sanat dünyasına etkilerini konuştuk. Mülteci ve LGBTQ+ kimliğine sahip söyleşi katılımcımızın gözlemlerini ve deneyimlerini aktarıyoruz.
ABD, Trump’ın tekrar başkan seçilmesinden beri çeşitlilik, eşitlik ve kapsayıcılık girişimlerine getirilen kısıtlamalar ile gündemde. Öte yandan Trump’ın seçimle gelmiş bir başkan olduğunu düşünürsek ABD’de ideolojik bir değişimden söz etmemiz gerekir. Siz gündelik hayatınızda Trump’ın “radikal cinsiyet ideolojisi” diye adlandırdığı toplumsal cinsiyet politikaları hakkında son dönemde bir değişiklik gözlemliyor musunuz? Sizce Trump bu konuda halkın desteğine sahip mi?
Yeni siyasi iklimin günlük hayatımdaki etkilerini henüz şahsen deneyimlemedim. Ancak haberleri yakından izliyorum ve Trump’ın trans karşıtı idari emirlerinin korkunç sonuçlarına tanık oluyorum.
Halk Trump’ı seçti, bu da LGBTQ+ konularındaki duruşu da dahil olmak üzere bazı siyasi görüşlerini paylaştıklarını gösteriyor. Bununla birlikte, Trump seçmenlerinin tamamı onun attığı her adımı desteklemeyecektir. Benzer şekilde, tüm Demokratlar da partileri tarafından önerilen her politikaya katılmayacaktır. Yine de aşırı sağcı ve muhafazakâr seçmenlerin olup bitenlerden memnun olduklarından eminim.
Son zamanlarda toplumda kayda değer bir tepki görmedim. Bunun yerine, insanlar mevcut siyasi manzaraya hayranlık duyuyor gibi görünüyor. Trans toplumunu destekleyen protestolar olsa da bunlar 2020’de gerçekleşen büyük protestolar, özellikle de March for Black Trans Lives ile aynı önem düzeyine ulaşmadı. O protestolar öfke, umut ve coşkuyla doluydu. Birçok insanın hâlâ şokta olduğuna ve bu duruma inanamadığına inanıyorum. İnsanların gelecekte nasıl örgütleneceğini ve protesto gösterileri düzenleyeceğini görmek ilginç olacak.
Seçim kampanyası sırasında 2018 tarihli bir ankete gönderme yapılarak Cumhuriyetçilerin yüzde 60’ının kendilerini “kendi ülkelerinde yabancı gibi hissettiği” vurgulanmıştı. Anket sonucunun doğru olduğunu varsayarsak kişilerin böyle düşünmesine neden olan gelişmeler nelerdir? Ya da Cumhuriyetçiler bundan önce nasıl hissediyordular, ne şartlara sahiptiler ki son gelişmeler onları kendi ülkelerinde yabancı gibi hissettirdi?
Etrafımda hiç Cumhuriyetçi yok. Bahsettiğiniz insanlar muhtemelen “ötekilerin”, özellikle de transseksüel, Afrika ve Asya kökenli insanların varlığından rahatsızlık duyuyorlar. Irkçı, homofobik, transfobik ve yabancı düşmanı davranışlarının yüzlerine vurulmasından nefret ediyorlar. Yüzleştirildiklerinde, muhtemelen kendi ülkelerinde rahatsız hissediyorlar.
Okullardaki müfredatı nasıl değiştirmek istediklerine baktığımızda, çocuklarının ülkelerinin ırkçı tarihini öğrenmelerini istemiyorlar. Gerçeği duymamayı ya da tarihin kurgulanmış bir versiyonuna inanmayı tercih ediyorlar.
Trump’ın zaferi onun politikalarını meşrulaştırmıyor. Tarih, halkın çoğu zaman aşırılık eğiliminde olduğunu gösteriyor. Kimin nasıl var olacağına çoğunluğun karar vermesine izin vermemeliyiz. Ne kadar geriye gitmek istiyorlar? Ne kadarını geri almak istiyorlar? Geçmişte kadınların oy kullanma hakkına sahip olmadığını unutmayalım. Hangi hakların fazla liberal olduğuna ve geri alınması gerektiğine kim karar veriyor?
Bugün ABD’de galeri ve müzelerde çeşitlilik yerleşmiş bir kriter mi? Kurumların sanatçı ve iş seçimini, koleksiyoner beğenisini nasıl şekillendiriyor? Bundan önce “ayrıcalıklı” diyebileceğimiz sanatçıların görünürlüğü bu durumdan etkilendi mi?
Black Lives Matter protestolarından sonra sanat dünyasında önemli bir değişim olduğunu fark ettim. Nihayet siyah sanatçılar ve sanat çalışanları tanındı ve kutlandı; onlara daha fazla sergi, platform ve prestijli pozisyonlar sağlandı. Bu, tarihsel olarak ırkçı tutumlarının uzun zamandır gecikmiş bir düzeltmesiydi.
Black Lives Matter hareketinden sonra koleksiyonerlerin daha fazla siyahi sanatçının eserlerini satın aldığı kesin. Umarım bu destek sadece erdem sinyalleri vermenin ötesinde devam eder. Galerilerin ve müzelerin sergi alanları sınırlı olduğundan, daha önce ayrıcalıklı olan sanatçıların, özellikle de beyaz erkek sanatçıların görünürlüğünün bu değişimden etkilenmiş olabileceğini varsaymak mantıklı.
Son günlerde çıkan kararnameler ulusal fonlardan yararlanan ya da doğrudan devlete ait olan kültür-sanat kurumlarını birebir etkilerken, farklı fonlama biçimleriyle ayakta kalan galeri ve diğer kurumların Trump politikaları çerçevesinde nasıl şekilleneceği ya da tepki vereceği merak konusu. Profesyonel deneyiminize dayanarak devlet fonlarından yararlanmayan yapıların politik olarak nasıl bir duruş alacağını öngörüyorsunuz?
Çağdaş sanat müzelerinin ve vakıflarının çoğu zaten devlet tarafından finanse edilmiyor. Dolayısıyla programlarının Trump’ın politikalarından doğrudan etkileneceğini sanmıyorum. Hatta programlarında çeşitliliği daha fazla desteklediklerini hayal edebiliyorum.
Sizce ABD sanat ortamı nasıl gelişmelere gebe? Trump’ın sıkça vurgulaması sonucu tartışmalar daha çok LGBTQ+ üstünden ilerlese de çeşitlilik ve eşitlik deyince akla birçok kimlik geliyor. ABD sizce sanat alanında çeşitlilik konusunda attığı ileri adımların gerisine düşecek mi?
Yeni hükümetin tek hedefi son birkaç yılda kaydedilen tüm ilerlemeleri geri almaktır. Bunun kolay bir iş olmayacağını kabul etmeliyim. Sonuçlarını tam olarak kavramak için henüz çok erken, ancak hissedilir bir korku ve belirsizlik duygusu sezebiliyorum. Trump’ın seçilmesinin sanat piyasasını olumlu yönde etkilemesi beklenirken, yeni gümrük vergileri sanat üretimi ve sevkiyat maliyetlerini önemli ölçüde artıracak gibi görünüyor.
Şu anki sanat ortamının ruh hâlinden söz edelim. Trump’ın ilk kez seçilmesiyle ikinci seçilmesi arasında farklar olduğunu varsayıyorum. Sanat ortamının şu anki psikolojisini nasıl değerlendirmeliyiz? Sanat emekçilerinin en büyük korkuları, endişeleri nelerdir?
Kasım seçimlerinden sonra heyecanın ve siyasi konuşmaların azaldığını fark ettim. Sanat dünyasındaki insanlar Trump’ın ikinci dönemiyle sarsıldı. Bu o kadar akıl almaz bir şeydi ki birçok kişi hâlâ ne olduğunu inkâr ediyor. Herkes endişeli. Enerji ya da öfke yok. Tek öfke Demokratlara ve onların başarısızlığına yönelik ki bu da anlaşılabilir bir durum.
Trump göreve geldiğinden beri her gün eşi benzeri görülmemiş bir olay yaşanıyor. Bence insanlar duyarsızlaştırılmış, bıkkın ve umutsuz. Özellikle de herkesin sürekli meşgul olduğu ve hayatın pahalı olduğu New York’ta. Arkadaşlar aylar ya da haftalar sonra nihayet bir araya geldiklerinde, Trump’ın ne kadar korkunç olduğundan ya da destekçilerinin iğrenç değerlerinden bahsetmek istemiyorlar. Hepimiz durumun farkındayız ancak kibarca bunun tarafından tüketilmekten kaçınmayı tercih ediyoruz. Bunun yerine sevdiklerimizle, ailelerimizle ya da ev arkadaşlarımızla, en çok kiminle vakit geçiriyorsak onunla konuşuyoruz.