Sanatım En Büyük Direnişim - ArtDog Istanbul
Hüseyin Özinal, Fotoğraf: İsmail Gökçe

Sanatım En Büyük Direnişim

1961 yılında Binatlı/ Limasol’da doğan Hüseyin Özinal ile kendi bedeninin temsiliyeti üzerinden morgda çektiği fotoğraflardan, şu an üzerinde çalıştığı Ringelblum Arşivleri’ne, LGBTİ aktivistliğinden nasıl bir araştırma tutkunu olduğuna ve adalı olmanın verdiği deneyimler üzerinden sanatsal pratiğine yansıyanları konuştuk.

//

Hüseyin Özninal çok üretken bir sanatçı. Okumak ve izlemekle beslediği araştırma tutkusu ona bambaşka kanallar açtıkça- O da sürekli bir evrim içinde sanat üretiyor. “Resmimin ana temellerinden biri,” dediği Kıbrıslı olma halini, bu durumun beraberinde getirdiği meseleleri konuşurken onun gerçekten çok katmanlı, derine inmeyi seven ve oralardan gerçek ‘anlatımlarla’ dönen bir sanatçı olduğunu anlıyorsunuz.

İlk sorum şu: Siz çok üretken bir sanatçısınız. Sürekli bir üretim hali ve sayı olarak da epey iş çıkıyor ortaya değil mi?

Çalıştıkça açılıyor. Kendiliğinden böyle akmaya başlıyor. Aktıkça açılıyor aslında o alan, düşünceler… Okudukça, izledikçe böyle bir araştırma yanımda oluştu. Çalıştıkça hem ufkum genişliyor hem de o alanla ilgili o imgeler çoğalıyor.

Sizin pratiğinizde ön plana çıkan aynı zamanda kişisel tarihinizin de işlerinize yansıması. Sanki keşfetmeye hep devam ediyorsunuz ve gözle görülür bir evrim geçiriyorsunuz… Demek istediğim, sizin pratiğinizde sanki çoşkulu bir akış var. Öyle bir his geçiyor bana sizin işlerinizden.

Yaklaşık 10 yıllık bir hikâye benimki. Firari Bedenler ile başladı. Kendiliğinden gelişen bir süreç tam da sizin söylediğiniz gibi bir evrimle dönüşerek de genişliyor. Genişledikçe aslında o alanın içerisinde farklı kanallara da girmeye başlıyor. Mesela işte bedenle başlayıp, ölüm kavramı, ölüm kavramıyla başlayıp birbirini tamamlıyor aslında ve dönüşüm ve değişim haline geliyor. Sonra son sergiden sonra bocalama, boşlukta kalma… Ardından birdenbire işte o sürecin içerisinde, bir önceki sergi hazırlanırken okuduğum bir makaleye takılıyorum ve başka kanallar açılıyor.

Mesela şu ara neye taktınız?

İkinci Dünya Savaşı sonrası bulunan Ringelblum Arşivi. Pandemi zamanı, bir önceki sergi hazırlanırken dört duvar arasına sıkışmış halde Podcastlar, YouTube’daki konferansları falan dinliyordum. Zeynep Sayın’ın bir konuşmasında bir şeye denk geldim. Sonra oradan yola çıktım ve Ringelblum Arşivi olarak da bilinen Varşova Gettosu Yeraltı Arşivi’ne ulaştım. 2. Dünya Savaşı sırasında Nazi işgali altındaki Polonya’daki Yahudilerin yaşamını belgeleyen en büyük ve tek koleksiyon olan arşiv Polonyalı-Yahudi tarihçi Emanuel Ringelblum’un girişimi ile başlatılmış, Varşova Gettosunda ve başka yerlerde olayların kaydını tutan malzemelerden oluşuyor. Ringelblum orada 60’a yakın insandan oluşan bir kayıt ekibi kuruyor. Bir evin bodrum katında beş parça süt güğümüne konulmuş kayıtlar…

Daha sonra soykırımdan kurtulan bir kadın oralara dönüyor ve arşivler gün yüzüne çıkıyor. “Kurtulamayacağımızı biliyorduk ama en azından bize ne yapıldığını, neler yaşadığımızı kayıt etmek istedik…” diyor kadın. Bu savaşın en önemli arşivlerinden birisi. Olağanüstü bir alan. Varşova’ya gidip büyük bir heyecanla görmek istiyorum. Kamu kayıtları, gazete küpürleri, posterler, el ilanları, biletler, davetiyeler, gıda pulları, kişisel iletişimler, hatıra defterleri ve günlüklerin de dahil olduğu geniş bir seçki. Varşova Gettosu’nun ortadan kaldırılacağı kesinleştiğinde, her bir eşya teneke süt kutularına konarak çeşitli yerlere gömülmüş. Tabii Ringelblum hayatta kalmayı başaramıyor. Arşiv Varşova’daki Yahudi Tarih Kurumu’nda.

Aslında o yıllarda ne olup bittiği hakkında gerçekten hiçbir şey bilmediğimizi Shoah’ı izlediğimde anlamıştım. İzlediniz mi? (Claude Lanzmann’ın, Holokost’un hikâyesini hem faillerin hem de hayatta kalanların tanıklarıyla yapılan röportajlar aracılığıyla anlattığı dokuz buçuk saatlik belgesel)

Ben onu iki günde bitirdim ama dayak yemiş gibiydim.

Madem bu arşivlere de daldınız… Tanımlanamaz bir şey yaşanmış gerçekten değil mi? İnanası gelmiyor insanın.

Mesele çok derin. Soykırım sadece Yahudilere yönelik değil; eşcinseller, engelliler ve çingenelere de yönelikti. Nazi rejimi eşcinselliğe yönelik düşmanca politikar geliştirmişti. Eşcinsel kadınlar ve erkekler tutuklandı ve binlercesi acımasız koşullar altında ağır hapis cezalarına çarptırıldı. Ağır işlerde çalıştırılıp işkenceye maruz bırakıldılar, deneylere tabi tutuldular ve idam edildiler. Eşcinsellikle suçlanan erkekler ve kadınlar toplama kamplarına sürüldü. Birçoğu hadım edildi ve bazıları korkunç tıbbi deneylere tabi tutuldu. Eşcinsel tutuklulara karşı toplu cinayet eylemleri gerçekleştirildi ve her seferinde yüzlercesi öldürüldü. Kamplardaki hiyerarşi arasında eşcinseller en altta idi. İstanbul merkezli Avlaremoz adlı bir web sitesi var. Orada birkaç yazı okudum. Kanıtlıyor ki- yaşanan aynı zamanda bir eşcinsel soykırımı. Yeni yeni kabul ediliyor ama sadece Yahudi oldukları için değil aynı zamanda eşcinsel oldukları için yaşadılar bunları. Yani sadece Holacaust değil bir homa causttan söz etmek mümkün. Benim “Firari Bedenler” sergim ve “Nothing is Going to Hurt You” adlı son sergim ve şu an üzerinde çalıştıklarım aslında çok bağlantılı. Neredeyse bir üçlemeye dönen bir akış. Kötülük kavramı üzerinde çalışıyorum. Bütün bu vahşet için sordunuz: İnsanın ne kadar kötü olduğunu ve insana yapabileceklerine tanıklık ediyoruz… Bizim bütün okumalarımız Batı merkezli. Şu anda Filistin’de olanlarla, Afrika’da olanlara tek taraf bakıyoruz. Orada olanlar, Nazi kamplarında olanlar… Dinledikçe, okudukça diyorsun bunun bir sonu yok aslında. Kötülüğün sonu yok ama dönüp bulaşıp kötülüğün sıradanlığına geliyor insan. Kötülüğü hayatın akışı içinde normalleştiriyoruz. Bütün bunlara rağmen bu Ringelblum Arşivleri bende bir umut yolu açtı. Öleceklerini bilmelerine rağmen kayıta devam eden insanlar… Devamlılık var, umut var… Kötülüğün içerisinde öleceklerini bile bile geriye bıraktıkları belgeler onların tanıklığını ve umudunu temsil ediyor. Onlardan geriye kalanlar anlamında.

Hayatın kendisiyle başlayıp kendisiyle bitmeyen bir hikâye olduğunun kanıtı. Birilerine güvenmek tutunmak da var değil mi?

Mesela benim kişisel hayatımda da öyle. Çok zor zamanlarda tutunacağım bir şey bulurum. Benim tutunduğum: çalışmak ve okumak.

Siz okumakla çok besleniyorsunuz değil mi?

Kapılar açılıyor. O zaman hayat daha bir belki anlamlı bir şey oluyor. Mesela dış dünyayla bir makas açılıyor onu fark ediyordum ama iyi geliyor.

Oya Hanım’ın (Silbery) sanat üreten ve yöneten biri olarak sizin için çok önemli olduğunu söylemişsiniz birkaç söyleşinizde.

Benim teslim olabildiğim tek insandır. Bunu o biliyor. Çok önemli bir şey. Güvenmek ve teslim olmak… Oya sanat eğitimi aldığı, kendi de üreten bir sanatçı olduğu için sezgisel yönü çok kuvvetli. Kendimi bıraktığım alanda üzerimden olabildiğince yük alıyor. Yük alması bir yana bir de alan açıyor. 2015’den beri birlikte çalışıyoruz. Bana çok alan açtı, sessiz bir şekilde izliyor. Bazen bir kelimeyle bir alan açar. Başka yollara girerim. Mesela Morga gitmemiz lazım dedim, hemen tamam dedi. Morgda fotoğraf çektik.

Çok zor değil mi morgda olmak?

O mekâna girdiğiniz zaman kokusunu, havasını almanız gerekiyor, hissetmeniz gerekiyor. Bir kez Oya ile gittim sonra kendim defalarca kez girip orada zaman geçirdim. Gün içerisinde farklı zamanlarda, yani saatlerde değişken ışığı, kendine ait kokusu, buzdolaplarının mekanik sesi, bodrum katında olmasının getirdiği sessizliği… Mekânın içi ıslakken zeminlerin, yıkama yerinin yansımaları… Annemi almış olduğum yere döndüm; hem bir döngü tamamlanmış oldu hem bedenimi temsiliyet meselesine dönüştürmüş oldum.

Ölüm… Ölümü idrak etmek çok zor değil mi hatta imkânsız.

Çok zor bir şey. İşte morg da onun mekânlarından biri. 2014’te ben annemi oradan aldım. Bana hayat veren annem 6 günlük bir hastahane sürecinden sonra vefat etti. Vefatından, morgdan alınmasına cenaze işlemleri için yıkama yerine yatırılmasına kadar bütün aşamaları belleğime kaydettim. Doktorun bana “aşağıya indirdik,” demesi üzerine saniyeler içinde “benim her şeyi fotoğraf olarak beynime kaydetmem gerek,” diye düşündüm. Çünkü yas tutacaktım ve bunu ancak resim yaparak atlatabilirdim- bir anda bu düşünce çaktı beynimde. Bu çok içselleştirdiğim bir şeydi.

İki serginizde Art Rooms’da gerçekleşti. Sergilerde yer alan desenleri cam heykellere de dönüştürdünüz değil mi?

ARUCAD’ın Cam Atölyesi bana bu imkânı sağladı. Çok az renklendirilmiş, gri siyah ve mor tonların hakim olduğu opal heykeller ürettim. İşlerimi 3 boyutlu görmek beni çok heyecanlandırdı. Çok ilkel, çok arkaik bir ruh canlandı desenler heykele dönünce.

Annenizin ölüm haberini aldığınız an her şeyi belleğinize kaydetmek acaba hayatta kalmak için o acının karşısında bir savunma mekanizması olabilir mi?

O da bir tutunma hali, yaşamla bağlantılı bir şey. Ölüm korkusu, ölüm ürküten de bir şeydir, bilinmezlik, soğuk bir şey. Ama gerçekten böyle kabul edip dokunduğumuz zaman o hikâyeye, onu gerçekten anlıyorsunuz, korkularınızla yüzleşiyorsunuz ve yüzleştikçe daha rahat bir şekilde hayata devam ediyorsunuz.

Geçen yıl Mart ayında ben de annemi kaybettim. 17 gün bir hastahane süreci, son iki gün yoğun bakım…Annemi getirdiler. Ağabeyim görmek istedi ve yüzünü açtılar. Ağzı açıktı. Annemin, saçları pasparlak, sanki ruhu ağzından çıkıp gitmiş, cansızdı. Bahsettiğiniz gibi fotoğrafik o an aklımdan çıkmıyor. Hiç bozulmayan bir imge. Ömrümün sonuna kadar da hatırlayacağım gibi duruyor.

Çıkmıyor evet. Annemi yatırdığımızda bir metalin üstüne, cansız bedenine bakıp “Bu annemse öteki kimdi? Öteki annemse bu kim?” diye geçirdim içimden. O yüzden Zeynep Sayın’ın Ölüm Terbiyesi kitabı çok iyi geldi bana.

Ölüm çok çetrefilli bir şey. Neresini hazmedeceğimi bilmiyorum.

Şöyle bir şey söyleyeceğim: benim bir yanım çok korkaktır ama bir hikâyeye dokunduğunuz onunla yüzleştiğiniz zaman farklı oluyor. Ben çok didikleyen biriyim kendimi de. Didikledikçe alan açılıyor. Kendi karanlık yanlarımı da görüyorum. Yüzleşiyorum. Anneme ithaf ettiğim Firari Bedenler için çalıştıkça sanki O bir şekilde yaşadı. Bir de Zeynep Sayın’ın söylediği cümle çok doğru geliyor bana. “Artık yokluklarıyla mevcuda geliyorlar.” 

Şimdilerde kafayı yorduğunuz meselenin Ringelblum Arşivleri olduğunu söylediniz. Okumak, izlemek dışında başladınız mı üretmeye?

Başladım gibi diyeceğim… Yani başlıyor, duruyor. Bir şey okuyorum, takılıyor. Kendi ameliyatım girdi araya. Kıyılardan döndüm gibi bir süreçti. Benim bedenim devreye girdi.

Sanatsal pratiğiniz kişisel tarihinizle de çok ilintili. Kıbrıslısınız. Burada yaşananlar… Çok uzatmayacağım ama bizlerin aslında doğru dürüst Kıbrıs’ı anlamadığımızı düşünüyorum. Çok acı veren deneyimler yaşanmış burada ama bizler bence bir haberiz. Kızıyor musunuz anlaşılmamasına?

Şöyle bir şey söyleyeceğim. Bir kere çok ağır bir hikâye benim için. Resmimin ana temellerinden biri de bu tabii. Şimdi düşünün; 13 yaşında bir çocuksunuz ve karma bir köyde; güneyin güneyindeki bir yerde köyde yaşıyorsunuz. Ve bir sabah uyanıyorsunuz: komşuların çocukları yani oyun arkadaşlarınızın size düşman olduğu söyleniyor. Mesela ben İstanbul’da öğrenciyken büyükannem çok hastaydı. Tatile gelmiştim. Bizi büyütmüş kişidir büyükannem. Yatağının kenarına oturdum, konuştuk, sohbet ettik. “İyileşeceksin,” dedim. “Yok, biz savaşta doğduk, savaşta öleceğiz,” dedi. İki gün sonra da öldü. Şimdi düşünün hayatı boyunca çalışan, göçler yaşayan Annem benzer bir şekilde hayata veda etti. Böyle bir yerden baktığınız zaman bu çok ağır bir şey. Çok ağır ve çok inciten bir şey. Yıllar önce bir büyük bir firmada, çok bilinen bir kurumda çalışıyordum ve kurumun kadın departmanının müdürü Kıbrıs’a tatile geldi, döndüğü zaman yorumu yapmıştı: “Kıbrıs’ta kırmızı domates yok!” Bu bir kültür meselesi, bizde domates yeşilken mutfağın bir köşesine koyulur ve kızarması beklenir.

Bir de kültürel olarak çok katmanlı Kıbrıs son yıllarda gazino cenneti olarak anılıyor. Bu da çok üzücü değil mi?

Şimdi kendi ülkemde yabancılık hissediyorum. Yolda bisiklet kullanırken birkaç defa kaza atlattım. Biri, Türkiye’den gelen çok lüks bir jip, muhtemel kumar için burada arabasının kapısını açtı ve çarpmak üzereyken “burada süremezsin” demez mi? Kaldırımdan kullanmam gerekiyormuş bisikleti. Şimdi bunlar aslında çok böyle küçük ayrıntılar ama büyük meseleler. Kendi ülkende yabancısın. Bir referandum döneminde ben İstanbul’daydım ve o dönem televizyonda bir program seyrettim. Karpaz tarafında bir çekim yapmışlardı. Çok yaşlı biri ağlıyordu, göç edecekti. Buradaki ağaçları ben diktim diyordu. Ağır şeyler bunlar. Şu an Kıbrıs’ın kuzeyi neyle anılıyor? Kara para, mafya, mülteci, kadın ticareti, gece kulüpleri, insan kaçakçılığı… Bütün bu olumsuzlukların üzerine çok öfke duyuyorum ve kızıyorum elbette. Ama bu duyguları ben resme dönüştürüyorum, bir şeyler anlatmaya çalışıyorum. Oradan bir söz söylüyorum. Oradan isyanımı anlatıyorum, öfkemi…Ve hakikat dediğiniz şey aslında buralarda dolaşıyor .

Evet. Aynısı belki Türkiye için de geçerli. Hakim olan ana akım kültür berbat.

Beni Türkiye’de çok umutlandıran birkaç şey var. Biri LGBTİ hareketi diğeri feminist hareket hiçbir şekilde durdurulamadı. Her şeye rağmen devam ediyor. Ve aslında çok da görünür olmayan köylülerin ağaçlarını vermemek için gösterdiği direniş. Aslında muktedirlerin, iktidarların aslında nasıl bir direnişle karşılaştığını oradan görüyorsunuz. Zaten kadın hareketine baktığınız zaman direnişin en iyi örneğidir- oralardan güç alıyorsun. Benim hikâyemde o da var zaten. Benim için mesela örgütlü olmak çok önemli bir şey. Çünkü oradan güç alıyorsun. Bu ülkede ilk LGBTİ toplantısı bu evin salonunda oldu.

Aktivizm kimliğinizin çok büyük bir parçası değil mi?

Benimle birlikte giden, benim önümde değil ama benimle birlikte çoğalan, evet dolayısıyla bütün işlerim de aslında buradan çıkıyor. Benim en büyük gücüm yaptığım iş, en büyük direniş noktam da sanatım oldu.

Previous Story

Ezber Bozan Bir Üniversite

0 0,00