“Bazen rüyalarımda uçarak gelir, buraya konardım,” diyor Baksı Müzesi’nin kurucusu Prof. Dr. Hüsamettin Koçan. Rüyalarında uçup uçup konduğu yerde kurduğu Baksı Müzesi’ni insanın tüm bedenini şefkatli bir el gibi okşayan rüzgâr eşliğinde gezdiriyor. Önümüzde, yeşilin alabildiğine uzanan tonlarıyla kaplı Baksı’nın katman katman yamaçları… Tepeden kuşbakışı baktığımızda Bayburt’un mistik doğası insanı âdeta büyülüyor. Burası yalnızca bir müze değil; uzak olanı yakına getiren, kaybolan hikâyelerin hafızasını taşıyan, sanatın insana dokunduğu bir düş mekânı…
Baksı ve Zamansızlık
2025 yazında, Anadolu’nun eşsiz doğasının kucağında yer alan Baksı Müzesi, Seçkin Pirim’in Zamanlı Zamansız adlı kişisel sergisine kapılarını açtı. Doğayla iç içe, zamansız bir mekânda gerçekleşen sergide, Pirim’in mermer, kâğıt ve akrilik gibi farklı malzemelerle şekillendirdiği son dönem işleri özel bir seçkiyle sunuluyor. Bazı eserler sergi için özel olarak üretildi; bazıları ise ilk kez Baksı’nın mistik atmosferinde ilk kez izleyiciyle buluşuyor. Sergi, sanatçının geçmiş ile geleceği bir araya getiren derin vizyonunu, Baksı’nın “merkezin dışında merkez” olma ve Anadolu’nun kültürel hafızasını sanatla buluşturma misyonuyla ustalıkla bütünleştiriyor. Hüsamettin Koçan’ın sözleriyle: “Baksı yalnızca bir müze değil; uzakta olanı yakına getirme çabasıdır.” Söyleşimizin ilk bölümünde Koçan ile müzeyi, Anadolu’nun dönüştürücü gücünü ve sanatın insana ulaşmasının gerekliliğini konuşuyoruz. Ardından Seçkin Pirim, serginin ortaya çıkışını, eserlerin mekânla kurduğu ilişkiyi ve Baksı’nın kendisinde uyandırdığı “zamansızlık” duygusunu paylaşıyor.

Anadolu’nun ve kültürünün sıklıkla göz ardı edildiği bir durum var. Siz ise çalışmalarınızla bunun tam tersini ortaya koyuyorsunuz.
Ben burada doğdum ve buradaki yaşantılarımın hemen hemen hepsi çok değerli, kıymetli ve öğretici benim için. Buradaki üretime katıldım. Bu yüzden burayla benim doğduğum günden bu yana son derece insani, sevgiye dayalı, masalsı bir ilişkim var. Aslında sadece bunu sürdürdüm, sürdürüyorum. Buradaki kültürün derinliği beni hep çekti. Eskiden nehirde yüzmeye giderdik. Annem, boğuluruz diye korkardı: ‘Oğlum, bu su öyle duruyor ama içinde bir cadı kadın var; sizi içeri çeker, gitmeyin,’ derdi. Galiba annemin sözünü ettiği o cadı beni buraya çekti. Beni hep buraya ve kendime doğru itti.
Baksı Müzesi de tüm bunların bir sonucu…
Kesinlikle… Ben hep şuna inandım: Eğer bir şey anlatacaksanız, onun sizin hayatınız olması lazım. Ben hep hayatımı anlattım ve anlatıyorum. Hayat hikâyeniz yoksa anlatacağınız çok şey yoktur. Ancak başkalarının hikâyesini anlatırsınız. Anlatabildim mi? Ben kendi hikâyemi arıyor, yazıyor ve gösteriyorum.
Siz sık sık “Sanat insana gitmeli, hayata gitmeli” diyorsunuz. Baksı gibi merkezin dışında bir yerde böyle bir müze kurmanızın da altında bu var sanırım.
Merkezler değişmez değil, merkezler değişir. Hele düşüncenin merkezi çok kolaylıkla değişebilir. Hele Anadoluluysan çok imkânın var. Biz artık periferide sayılmıyoruz çünkü kendimizi orada görmüyoruz. Periferide sanırsan sürgünde olursun. Doğup büyüdüğün yer senin merkezindir. Ben buna inandım ve hikâyemin peşinden koştum. Gerektirdiği her şeyi yaptım. Şansım oldu; ailem beni okuttu, eğitim aldım. Eğitimim olmasaydı bunlar olur muydu? Hayır. Bauhaus sistemi gibi bir sistemin içinden gelmeseydim acaba bu kadar yenilikçi ve muhafazakâr olabilir miydim? Tartışılır. Ama beni ben eden temel kültür, doğa, feodalite…
“Merkez Köyde Olur mu?”
Feodaliteyi arkadaşlarım yanlış anlıyorlar, benim yetiştiğim ailenin müthiş bir hümanizması, adalet duygusu ve dayanışması vardı. Komşusu açken kendisi tok olmayı reddeden bir aileydik. Bundan bakınca insanlık için buradan çok net öneriler çıkarabilirsiniz. Bu kararımızı Batılılar daha çok destekledi. Bizde “merkez köyde olur mu?” gibi tartışmalar oldu. Çok avantajlıyız ama zorluklarımız da var. Sevgiyle, derinleşmeyle, insanoğluna selam göndermekle olur bu işler. Bedelini seve seve ödüyoruz.
Anadolu kültürünün dünya sanatına katkı potansiyellerini nasıl görüyorsunuz?
Anadolu’nun en büyük zenginliği kültürlerin buluştuğu bir döl yatağı oluşudur. Yani her kültüre burada yaşama şansı vermiştir. Bu nedenle böyle bir toprakta etkileyici öyküler bulmak, oradan başka yerlere gitmek kolay. Başka yerde başka öyküler olabilir, ama orada onları kim çıkaracak, ne yapacak, bilmiyorum. İnsanın olduğu her yerde destan, hayal ve sevgi vardır. Bütün mesele bunu ortaya çıkarmak, onlardan bir şeye doğru gitmektir. Onları çıkardığınız anda toparlanıyorsunuz.

“Amaç, İnsana Yakışır Bir Hayat Üretmek”
Önümüzdeki sergiye gelecek olursak, “Zamanlı-Zamansız” sergisinde Seçkin Pirim’in işleri var. Bu sergi Baksı’nın insana dönüştürme vizyonuyla nasıl örtüşüyor?
Sergi Baksı’nın hikâyesine çok yakıştı. Seçkin Pirim’in hem insani hem sanatsal derinliği sergideki işlere yansıyor. Katman katman ilerleyen formlar, burada kurmaya çalıştığımız çoğul ve derinlikli düşünceyle örtüşüyor. Sanatın dönüştürücü gücünü bu sergiyle yeniden hissediyoruz.
Dönüştürme meselesine şöyle bakmamak lazım: Bu bir manivela gibi bir şey. Biz ne yapıyoruz? İnsanı dönüştürüp çevreyi düzenliyoruz; doğaya, birbirimize ve kişiliklere saygı duyuyoruz. Etik ve evrensel değerler bunlar. Buradaki hayatı insana daha yakın ve donatılmış hale getirirsek, burada daha iyi hayatlar ve umutlar beslenir diye düşünüyorum. Bizim idealimiz bu. Başkalarını değiştirmek niyetimiz yok, herkesi olduğu gibi kabul ediyoruz, değer veriyoruz. Kadının ekonomik bağımsızlığını istiyoruz, çocukların iyi beslenmesini, anne çocuk ilişkisini güçlü tutmayı hedefliyoruz. Sıcaklık ve sevgi devam etsin istiyoruz; destek sağlıyoruz. Amaç, insana yakışır bir hayat üretmek, doğayı ve çevreyi korumak, gelecek kuşaklara aktarmak. Şiir olsun, resim olsun, müzik olsun istiyoruz.
Baksı’nın kalbinde hep kadını yerleştiriyorsunuz. Kadının bu yolculuktaki rolünü nasıl tanımlıyorsunuz?
Kadına çok inanıyorum. Kadının üretme, ürettiğini doğurma, sahip çıkma ve geleceğe taşıma gibi büyük bir değeri var. Kadınlarımız, köyden kente göçle üretim alanını kaybetti. Şehre gidince mesleksiz, üretimsiz kaldı. Biz istiyoruz ki üretkenliği geri alalım, kadının ekonomik bağımsızlığını kazanalım. Aileye katkısı olsun, geleceği kutlasın. Kadına yönelik beklentimiz çok büyük. Burayı kadınlara emanet ettim. Gelecek Baksı’yı kadınlar taşıyacak.
“Hepimiz kaybetmekte olduğumuz bir hikâyenin peşinden gidiyoruz” dediniz. Bu hikâye nedir?
Bazen rüyalarımda uçarak gelir, buraya, Baksı’ya konardım. Burası küçük ama derin bir dünya. İnsan, uçup gideceği yerde aslında kendini bulur. Bizim amacımız da bu: Herkesin kanatlanması, uçabilmesi ve yaşadığı hayata umutla bakabilmesi. O zaman meseleler çözülür, umutlar gerçeğe dönüşür. Masallar soyuttur ama bizim dünyamız somut nesnelere, yaşanmışlıklara dayanır. Bir kayanın üstünden vadiyi seyretmek, bir ceylanla göz göze gelmek… O umudu — her gün yeni bir ceylanla karşılaşma umudunu — koruyabildiğimiz sürece, daha mutlu hikâyeler yazabiliriz.

Seçkin Pirim: “Bu Zamanda Üretiyorum Ama İşlerim Zamansız”
Zamanlı Zamansız sergisi fikri nasıl doğdu?
Bu sergi fikri uzun zamandır vardı. Hüsamettin Abi ile yıllardır dostuz, hep konuşurduk ama yoğunluktan uygun zamanı bulamamıştık. Geçen sene Ütopya Atölyeleri kapsamında buraya geldim, çocuklarla atölye yaptık ve buranın enerjisi beni çok etkiledi. O zaman “artık bu sergiyi yapalım” dedik. Milano’daki müze sergim bittikten sonra burayı kurgulamaya başladım. Burası yerel gibi görünse de uluslararası izleyiciye sahip, bu yüzden küçük bir retrospektif hazırladım. Sergide işlerimden bazıları kendi koleksiyonumdan, bazıları envanterden, üçü ise burada ilk kez sergileniyor. Küçük bir retrospektif gibi bir seçki oluşturdum.
Serginin ismi de tam burada, bu mekânda otururken çıktı aklıma. İlk geldiğimde burada oturdum ve dedim ki: “Şu an buradayım ama sanki zamanın içinde değilim.” Burası gerçekten zamansız bir yer. İşlerimin sıkça “hangi zamana ait” oldukları sorulur. Ben de hep şöyle derim: Bu zamanda üretiyorum ama işlerim zamansız. Geçmişten izler taşıyorlar, geleceğe de kalacaklar. Bu mekânın zamansızlığıyla işlerimin zamansızlığı çok güzel örtüştü. Bir de bu sergide ilk defa maketlerimi sergiliyorum. Benim için çok özellerdir, kimseyle paylaşmam. Ama bu kez onları da getirdim, çünkü insanların işin mutfağını, nasıl çalıştığımı görmesini istedim.
Toplam kaç iş var, kaç tanesi burası için üretildi?
Yaklaşık 20 iş var. Bunların üç tanesi özel olarak bu sergi için üretildi. Özellikle dışarıdaki mermer iş son anda tamamlandı. Bu işin ilhamı buranın rüzgârıydı. Burasının yaz sıcağında bile insanı hafifçe okşayan bir rüzgârı var. Geçen yıl sürekli biri dokunuyormuş gibi hissetmiştim. Bu yüzden mermer yüzeyde parmağın dokunduğu gibi bir iz bıraktım. Rüzgârın görünmeyen ama hissedilen varlığına bir gönderme.
İşlerinizi buraya taşıma sürecinizi merak ediyorum.
Oldukça zorluydu. Zaten yolu gördünüz. Buraya iki tır ve bir vinç geldi. Heykelin dezavantajı bu; büyük, ağır ve taşınması zahmetli. Ama biraz da ben zorluyorum. Daha kolay işler yapabilirdim ama hep özeniyorum. Milano’daki sergimde 11 metrelik heykeller vardı. Bugüne kadar belki yüzün üzerinde karma sergiye katıldım, 20’ye yakın kişisel sergi açtım ama hâlâ aynı heyecanı duyuyorum. Bu sergi için de en iyi işleri seçmeye çalıştım. İnsanlar uzaktan bakınca etkileyici bir iş görsün istedim. Sonuç güzel oldu ama süreci zorluydu.
Sergide dış mekânda işler de var…
Evet, dış mekânda işlerimiz var. Bu coğrafyanın doğası ve katmanlı yapısıyla işlerimin dili çok örtüşüyor. Dışarıdaki “Cloud Gate” adlı işi buraya getirmeye karar verdiğimde, onun mekânla paslaşacağını biliyordum. Aslında kafamdaki yeri farklıydı, daha uzağa koymayı düşünmüştüm ama sonra burasıyla çok güzel bir uyum yakaladı. Hem doğayla hem de binayla bütünleşti.
Burası sizi bir sanatçı olarak nasıl besledi?
Doğadan ilham alan bir sanatçıyım. Doğaya gerçekten aşığım. Geçen yıl burada sekiz gün kaldım. Bu sergi değil ama başka bir galeri sergimin bir bölümünü burada oluşturmuştum. Buranın insanı besleyen bir yanı var. Gelen herkes buradan etkilenmeden dönemez diye düşünüyorum. Ayrıca burada bir şaman köyü atmosferi var. Bu mistik enerji de ister istemez sizi etkiliyor.

Biraz eserlerinizi konuşalım. “Sen ve İçimdeki Sen” eserinizin hikâyesi nedir?
Bu eser, İnziva adını verdiğim ve üç yıl önce gerçekleştirdiğim bir sergiden. O sergiyi 40 günlük bir inzivadan sonra oluşturmuştum. Mevlana felsefesinden ilhamla şekillenen bir sergiydi. Bu işin çıkış noktası da “bir ben vardır benden öte” sözüdür. “Ben ve içimdeki ben” aslında bir tür iç hesaplaşma. Aynadaki yansımanla, kendinle yüzleşme hali.
“Sen ve İçimdeki Sen” ise dışarıdan kendini gören benliğe dair. Biri daha dalgalı, biri daha sakin. Biraz karışık gibi ama ikisi de aynı benliğin farklı halleri. Bütün işlerimde olduğu gibi bu işin de kendi hikâyesi var. Hiçbir işi sadece “şuraya bir heykel yapayım” diye üretmem. Her işin bir öyküsü olmalı, mekânla bütünleşmeli.
İçerideki bir de kağıt işiniz var.
Evet adı “Diken Bahçesi”. Aslında gül metaforundan yola çıktım. Gül güzeldir ama dikeni acıtır. Bu güzelliğin içinde, insanın neye zarar verdiğini sorgulayan bir iş.
Bu müzenin gençler için önemi nedir sizce?
Türkiye’de sanat piyasası İstanbul merkezli. Ama burada Erzurum, Trabzon, Erzincan, Bayburt gibi yerlerde güzel sanatlar fakülteleri var. Onlar için bu müze bir umut. “Bir gün ben de burada sergi açacağım” diyebilmek bile büyük bir motivasyon. Çünkü mezun olup şehirde kalmak isteyen biri için burada bir galeri yok, seçenek yok. Bu müze onlar için hayallerin başladığı bir yer.