İnsan neden bir şeyleri biriktirir, neden koleksiyon yapmak ister? Bu sorunun cevabının insanlığın mağarada yaşadığı döneme kadar uzanması şaşırtıcı gelebilir size. Ama sanat tarihçisi Oğuz Erten koleksiyon yapma hikâyesinin böyle başladığını anlatıyor.
Malum insanlık mağara dönemi sonrası büyük yol kat etti. Ama güzele olan ilgisiyle başlayan biriktirme huyu pek de değişmedi. Lakin koleksiyonculuğun şekli şemali çok değişti. Koleksiyoncu olmak hele hele sanat eserlerini biriktirmek kolay bir uğraş değil. En başta tutkulu ve meraklı olmayı gerektiriyor. Oğuz Erten de zaten bu yolculuğun uzun bir serüven olduğunu söylüyor. Erten sanat tarihçisi olarak bu tutkuya bağlı olan insanları yakından gözlemleyen bir isim. Ki yıllar süren araştırma ve inceleme sonucu yazdığı Türkiye’de Sanat Koleksiyonculuğu adlı iki ciltlik kitabı kaleme alırken Türkiye’deki koleksiyoncuları daha yakından tanıma fırsatı buldu. Dolayısıyla bu konuyu bize en iyi anlatacak isimlerden biri. Erten ile insanlığın uzun yürüyüşünde güzele, nadir olana ilginin nereden nereye evrildiğini ve koleksiyonculuğun Türkiye’deki macerasını konuştuk.
İnsan neden bir şeyleri biriktirir? Bu biriktirme, koleksiyon yapma durumu nereden nereye evrildi?
İnsanların mağarada yaşadığı döneme kadar gidiyor bu tutku. Bir iş bölümü yapılmış, erkek mağaranın dışına çıkıp yiyecek bulmaya gidiyor. Kadın da mağara da kalıyor. Erkeğin dışarıda gördüğü ilginç ve güzel şeyleri mağaraya getirip paylaşma içgüdüsüyle hikâye başlıyor. Bunun için koleksiyon cinsiyet dağılımına bakılırsa erkeklerin daha büyük bir yüzde ile karşımıza çıktığını görebiliriz. İşte güzele, nadir olana karşı ilginin, yüzyıllar içerisindeki değişimi ve dönüşümüyle koleksiyonculuk ortaya çıkıyor. Önceleri taşlar, deniz kabukları, sonra nadir hayvan iskeletleri, farklı coğrafyadaki bitkileri toplama derken koleksiyonculuk çeşitleniyor. Tabii biz tarihsel olarak Roma ile başlatıyoruz sanat koleksiyonculuğunu. Çünkü Romalılar Yunan heykellerini görüyor, önemli Roma general ya da imparatorları Yunan heykellerini toplamaya başlıyor. Mesela bugün Avrupa’daki önemli birçok şehirde, İstanbul da dahil buna, Mısır’dan getirilen dikilitaşlar bulunur. Güzel olanı, nadir olanı biriktirmekle ilgili bunlar.
Peki resim koleksiyonları nasıl oluşuyor?
Büyük heykelleri ya da ikonaları taşımak zor. Lakin 15. yüzyılda Hollandalılar yelken bezinden tuvali üretip üzerine resim yapmaya başlayınca eserlerin taşınması kolaylaşıyor. Bu da sanat eserinin alınıp satılmasını, biriktirilmesini yani sanat koleksiyonu yapmayı daha olanaklı kılıyor. Mesela natürmort resminin ortaya çıkışı yaz meyvelerinin kışın da görülmek istenmesiyle ilgilidir. Bu, o dönem için büyük bir zenginlik göstergesi. Rönesans ile birlikte koleksiyonculuk Batı’da zenginler arasında bir rekabete dönüşüyor. Zenginler kendi aralarında adeta bir güç gösterisi yapıyor koleksiyonlarıyla. Bu rekabet, güç gösterisi o günlerden önce bir zanaat olarak nitelenirken Rönesans ile ressamlığın sanat haline gelmesine vesile oluyor. Çünkü sanatçıların imzası önem kazanmaya başlıyor. İmza önemli olmaya başlayınca eserler nadir hale geliyor, hikâye önem kazanıyor. Koleksiyoncular da bu değerli hikâyenin nesnesi olan esere sahip olmak istiyor.
Bizim coğrafyada nasıl başlıyor koleksiyonculuğun hikâyesi?
Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettikten sonra malum şehre ressam Bellini’yi ve heykeltıraş Costanzo de Ferrara’yı davet eder. Bellini, Fatih’in resmini yaparken Costanzo de Ferrara da bir madalyon döker. Bellini sadece Fatih’in resmini yapmakla kalmıyor, sarayda yaşadığı için yeniçerileri ve sarayda yaşayanların da resmini yapıyor. Fatih Sultan Mehmet’in böyle bir şey yapmasının sebebi kendini Roma İmparatorluğu’nun varisi gibi görmesi ve bunun gereklerinden biri kültürel olarak da kendini göstermek istemesi. Fakat oğlu II. Beyazıt, babası Fatih’in bu kültürel açılım hamlesinin önünü kesiyor. Yaptırdığı resmi Galata’da İtalyan tüccarlara satıyor. Şimdi bu resim bilindiği üzere Londra’da National Gallery koleksiyonunda. Bundan sonra süreç resmi önemseyen yenilikçilerle tutucular arasındaki mücadeleyle şekilleniyor. Batı tekniklerini, sanatını önemseyenlerle bunu reddedenler arasındaki bir mücadele bu. Velhasıl 16. yüzyılda hat koleksiyonu yapan paşalar, kitap koleksiyonu yapan padişahlar olduğunu da biliyoruz. Sonraları resim alıp evine asan paşaları görüyoruz.
Osmanlı’da saray koleksiyonu nasıl oluştu?
18. yüzyılda Lale Devri süreci yaşıyor Osmanlı. “Biz her şeyi biliyoruz” mantığından “dünyada neler oluyor” mantığına dönüş gibi değerlendirilebilir bir evre bu. Batı’ya paşalar gönderiliyor, onlar da Batı’daki hayatı gözemliyor, yazıyor, dönüşte birtakım nesneler getiriyorlar. Mesela ilk defa dürbün o yıllarda Osmanlı’ya giriyor. Batılı saray mimarisi ve yaşam tarzını ilk defa görüp öğreniyorlar. Böylece Batılı yaşamın nasıl olduğuna dair bir fikirleri oluyor Osmanlı yönetiminin. Sultan Abdülmecid zamanında Topkapı Sarayı sınırları içinde ilk defa Batılı tarzda bir köşk yaptırılıyor. Ardından da aynı hükümdar tarafından Dolmabahçe Sarayı inşa ediliyor. Bu saray yapımında ilk defa resim ihtiyacı ortaya çıkıyor. Çünkü “duvarlara ne asılacak” diye düşünülüyor. O sırada resimle uğraşan çeşitli paşalar var. Bunlar teşrifatçı paşalar. Yani yurtdışından gelen misafirleri gezdiren, ağırlayan ve padişaha takdim eden devlet adamları. Bunlardan biri de Şeker Ahmet Paşa. Batı’ya gönderilip resim eğitimi aldırılmış ilk paşalardan. Abdülmecid, Dolmabahçe Sarayı’nın duvarlarına asılacak resimler için Şeker Ahmet Paşa’yı görevlendiriyor. O da Paris’e gidip resimler alıyor. İlk defa resim anlamında saray koleksiyonu böyle başlıyor. Padişahın bu motivasyonu diğer paşaları da etkiliyor. Paşalar da resim koleksiyonu yapmaya başlıyor. Sonraları Osman Hamdi Bey arkeoloji müzelerini açıyor. Koleksiyon bilincini daha da güçlendiriyor bu müzeler. Artık resim de yapılmaya başlanmış, sergiler düzenleniyor, kimi dergi ve gazetelerde sanat eleştirileri yapılıyor. Okullar açılıyor. Bütün bunların sonucunda koleksiyonculuğa ilgi de artıyor. 1950’lerde artık özel galeriler açılıyor ve onlar da kendi koleksiyoncu çevrelerini oluşturuyor. Yani hikâye bizde biraz böyle şekilleniyor.
Oğuz Erten: Koleksiyoncular Bir Eser İçin İnanılmaz Paralar Ödeyebiliyor
Böylesine bir tarihsel süreç varsa karşımızda koleksiyonculuğu nasıl kategorize etmek gerekiyor?
“Her koleksiyoncu kendini toplar” diye bir söz var. Siz ne olursanız olun kendi beğeniniz dışında bir şey alamıyorsunuz. Sizin bilgi birikiminiz, altyapınız, entelektüel bakış açınız, kültürel sermayeniz ne kadarsa o kadar görebiliyorsunuz. Koleksiyonculuk Türkiye’de biraz da çevre baskısıyla başlıyor. Arkadaşlarınız, eşiniz dostunuz resim konuşuyor bu sizi de etkiliyor. İlginiz oluşuyor, ilgiyle gelen merakla da öğrenmeye başlıyorsunuz. İnsan neyi bilmediğini bilemez. Bilmeye başladıkça ilginiz artar, merak edersiniz. Bilmediği şeyi merak edemez insan. Merak ettikçe önünüze inanılmaz bir manzara çıkıyor. Ömer Koç koleksiyonculuk için “Bu bir iptila” diyor. Bunu bir hastalık olarak nitelendiriyor. Bu mikrobu kaptığınız zaman hastalıktan kurtulmanız mümkün değil. Ama dünyanın en güzel hastalığı ve insanın yaşadığını en çok hissettiren hastalıklardan da biri. O yüzden koleksiyoncular bir eser için inanılmaz paralar ödeyebiliyor dünyada. Çılgınca alımlar yapabiliyor.
Koleksiyonculuğu yatırım olarak görenler de var. Sanat koleksiyonculuğu bir yatırım mıdır?
Bu da işin diğer yüzü. Bu işi yatırım olarak görürseniz, yani işin parasal kısmıyla hemhal olmaya başlayınca zevk almaktan uzaklaşırsınız. Sanat eserinin verdiği zevki duyumsamamaya başlıyorsunuz. Bunun için koleksiyoncuyu genel anlamda ikiye ayırıyoruz. İlki bu işten zevk alanlar ikincisi ise bu işi yatırım olarak görenler. 25 yıldır bu işin içindeyim her zaman para kazanmak için koleksiyonculuk yapanların kaybettiğini, sanatsal hazla bu işin peşinden koşanların daha çok kazandıklarını gördüm.
Sanat koleksiyonculuğu bu coğrafyada kavranmış durumda mı?
Bu bir yolculuk. 25 yıl önce sanat koleksiyonculuğu küçük bir elitin içinde olduğu bir alandı. Ama 2025’e geldiğimizde çok farklı bir tablo var önümüzde. Müzeler açıldı, koleksiyoncuların sayısı arttı. Yeterli mi, değil elbette ki. Lakin 25 yılda çok yol alındı ve yolculuk devam ediyor.
Para dışında da yeni değer sistemleri oluşmaya başladı. Mesela kripto parayla eserler alınıyor. Bu tür yaklaşımlar koleksiyonların içeriğini, yapısını değiştiriyor mu?
Aslında coinlerle ya da bu tarz sanal paralarla yapılan alımları bir reklam olarak görüyorum. Bana bu tür yeni ekonomik değer sistemlerine karşı insanların ilgisini çekmek için yapılan reklamlar gibi geliyor. Bu tür alımların da çok yaygın olduğunu düşünmüyorum. Sanat tarihi ve sanat eseri gibi kavramlar daha çok geleneksel altyapıdadır. Eskiyi yüceltir ve değerli kılar. Bu kadar gelenekselci bir alan içinde kabul görmüş eylemlerin dışına çıkılabileceğini yakın gelecekte ön görmüyorum. İşin ruhuna aykırı olduğunu düşünüyorum.
Türkiye’de sanat piyasası ne zaman oluştu?
Özal Türkiye’sinde oluştu denilebilir. Öncesinde de koleksiyoncular var ama mesela iş insanları değil onlar. 1980 sonrasında Türkiye’de çeşitli iş insanları sanat koleksiyonu yapmaya başladı. İstisnası Sakıp Sabancı’dır. Tabii büyük bir rol modeli oluyor Sakıp Bey. Ve 1980 sonrasında onun yolunu takip edenler oluyor. Rekabet oluşuyor, müzayedecilik gelişiyor. Ev müzayedelerinden otel salonlarında yapılan müzayedeler dönemine geçiliyor. Pandemi ile birlikte online müzayedelere dönülse de otel salonlarında yapılan müzayedeleri hatırlayanlar bu işin görkemini hatırlayacaklardır. Kim hangi eseri aldı, hangi eser ne kadara satıldı, bunlar hep gazetelerde haber olurdu. Bu da rekabetin getirdiği bir toplama arzusunu doğururdu.
Koleksiyonculuk bir zenginlik göstergesi olarak da görülür, bu yaklaşım doğru mudur?
Bu düşüncenin doğru bir yaklaşım olduğunu düşünmüyorum. Her koleksiyon çok “ederi” olan koleksiyon değildir. Neden “eder” dedim, çünkü Türkiye’de “eder” ile “değer” arasında bir karmaşa var. Batı’da bu karmaşa yok. Değer, koleksiyonun sanatsal gücünün karşılığıdır. Sanatçı bir eseriyle kendi yolculuğunda ve yaşadığı dönemde ne kadar yüksek bir sanat icra etmiş ise bu eserin değerini belirler. Bu değer sonucunda o eserin ederi oluşur. Biz çok değerli bir eser dediğimiz zaman, değeri parasal bir karşılık gibi algılıyoruz Türkiye’de. Koleksiyonculuğun zenginlik göstergesi olarak görülmesi de bu karmaşadan kaynaklanıyor. Bazen çok değerli eserlerin çok ederi olamayabiliyor. Bazen de çok değersiz şeylerin bir araya gelmesiyle büyük bir eder elde etmek mümkün oluyor. Sırf bunu kanıtlamak için biz Bozlu Art Project’i 2013’te kurduğumuzda bir koleksiyon kurmaya karar verdik. Adı Sanatçı Atölyeleri’ydi. Her gittiğimiz sanatçıdan, atölyesinden bir şey vermesini rica ettik. Şimdilerde bu koleksiyonda 70’in üzerinde malzeme birikti. Her bir malzeme sanatçının karakterine ve resim yapma üslubuna göre çerçevelendi. Mübin Orhon’un, Fahrelnissa Zeid’in, Utku Varlık’ın Şevket Dağ’ın paletleri, Mehmet Güleryüz’ün resim yaparken giydiği gömlek, Nur Koçak’ın air brush’ı gibi malzemeler var koleksiyonda. Biz bunlara para vermedik, sanatçılardan istedik. Onlar da hediye ettiler. Koleksiyonu çok önemli bir müzayede evi sahibi gördü ve bu birlikteliğe “Değer biçilemez” dedi. Çünkü daha önce böyle fikirlerle bu tarz bir koleksiyon oluşturulmamıştı. Zaten sanatın simyası da bu. Önemli olan fiyatı yüksek olan nesnelerin bir araya gelmesinden çok o birlikteliğin fikridir.
Oğuz Erten: Bir Çerçeve Çizilmemişse Ona Koleksiyon Demek Zor
Koleksiyoncular neler dikkate etmeli?
Nasıl hepimizin ayrı bir kişiliği ve karakteri varsa iyi bir koleksiyonun da bir karakteri olmalı. İlk önce koleksiyonun çerçevesi çizilmeli. Birisi deniz resimlerine odaklanır, diğeri çocuk resimlerini biriktirir, kimi soyut resme meraklıdır kimi hat koleksiyonu yapar. Önemli olan koleksiyona bir çerçeve çizmek ve bu çerçevenin dışına çıkmamak. Bir koleksiyonun değeri eserlerin tek tek değerinin toplamından daha fazla ise o koleksiyon iyi bir koleksiyondur. Eğer bir çerçeve çizilmemişse ona koleksiyon demek biraz zor. İşte her koleksiyoncu kendini biriktirir sözü de bununla ilgili. Eğer sizin kafanız, ilgi alanınız dağınıksa koleksiyonunuz da dağınık olur. Ama çizgileri olan biriyseniz koleksiyonunuz da çizilen çerçevenin içinde odaklı bir koleksiyon olacaktır.
Siz seçilen çerçeve içinde kalmaktan bahsediyorsunuz. Ama kavramların belirsizleştiği, sınırların muğlaklaştığı bir zamanda yaşıyoruz. Belirsizlik çağı da deniyor. Böylesi bir dönemde nasıl çerçeve içinde kalacak koleksiyoncular.
Koleksiyon dediğimiz şey onu toplayanın o esere atfettiği ilgidir. Siz ona ne kadar ilgi atfediyorsanız, ne kadar emek veriyor, zaman ayırıyorsanız o koleksiyon o kadar güzelleşiyor. Eğer bugüne belirsizlik çağı deniyorsa, karmaşa, iç içe geçme haliyle karşı karşıyaysak koleksiyoncu da bunun sanatsal karşılığı arar onun koleksiyonunu yapabilir. Tabii koleksiyoncunun ilgisi ve entelektüel birikimi de önemli. Bugüne belirsizlik çağı deniyor belki ama bu birden ortaya çıkmış bir şey değil. Bugünü okumak için düne bakmak da gerekiyor. Dünü ne kadar okuyabiliyorsanız bugünün dünyasını daha iyi kavrama şansımız var. Bugünü iyi kavramak da koleksiyonun çerçevesini çizme ve içini doldurma da bize büyük yarar sağlar diye düşünüyorum.
Bizim dünya ölçeğinde koleksiyoncularımız var mı?
Bu soruyu iki aşamalı cevaplamak istiyorum. Dünya ölçeğinde koleksiyoncularımız var tabii. Hatta dünyanın çok değer verdiği eserlerin yer aldığı koleksiyonlarımız var. İstanbul’da kimi koleksiyoncuların elinde çok önemli klasik resimler mevcut. Monet, Degas, Picasso gibi dünyanın önemli sanatçılarının bazı eserlerini gördüm kimi koleksiyonlarda. Yani dünya sanatını yakından takip eden koleksiyoncularımız bulunuyor. İkinci aşamaya gelirsek… Türkiye’deki koleksiyoncuların Türk sanatçılara yaklaşımıyla ilgili bu durum. Koleksiyoncularımız Türk sanatçıların eserlerine belli bir noktaya kadar fiyat veriyor. Sonra şöyle düşünüyorlar ben bunun daha iyisini Batı’da alabilirim. Oysaki bu yanlış bir yaklaşım. Önümüzde bir Çin örneği var. 1980’e kadar dünyada Çin resminden bahsetmek pek mümkün değildi. Ne zaman Çin ekonomik dönüşümünü gerçekleştirdi, Çinli zenginler oluştu, bu zenginler kendi sanatçılarına yatırım yapmaya başladı işte o zaman. Çinli sanatçılara yapılan bu yatırımı Batı da gördü. Batılı koleksiyoncular da Çinli sanatçılara ilgi göstermeye başladı. Böylece dünyada Çin resmi inanılmaz bir yükseliş yaşadı. Durum böyleyken bizim koleksiyoncularımızın kendi sanatçısına yatırım yapması beklenir. Biz kendi sanatçımıza ilgi göstermezsek Batı’nın bizim sanatçımızı keşfetmesi pek mümkün görünmüyor.