Oğuz Atay’ın ‘Kayıp Günlüğü’nün Bilinmeyenleri

///

Tutunamayanlar”, “Tehlikeli Oyunlar” ve “Korkuyu Beklerken” gibi pek çok okurun başucu kitabı olmuş eserlere imza atan oyun, öykü ve roman yazarı Oğuz Atay, son dönemde günlükleriyle gündemde.

Atay’ın günlüğünün yeniden gündeme gelmesi; yayımlanan Oğuz Atay hakkındaki araştırma kitapları ve Ertuğrul Özkök ile İhsan Yılmaz’ın yazılarında Atay’ın kayıp güncesinin kimlerin eline geçtiğinin hala bilinmediğini aktarmasıyla başladı. T24 Yazarı Ayça Atikoğlu ise Türk basını ve kültür sanat dünyasında merak edilen “Oğuz Atay’ın günlüğünü evinden kim aldı?” sorusunu ayrıntılı bir şekilde yanıtladı.

Günlüğün Hikayesi

Atay’ın “Tutunamayanlar”ı bitirdikten sonra tutmaya başladığı günlüğe 36 yıl önce Milliyet’te yer verilmişti. İşte Atikoğlu’nun yazısından bir bölüm ile merak edilen o soruya yanıtı ve günlüğün Milliyet’e gelme hikayesi:

“…Sadede gelirsek, 1983 yılında Milliyet’in Cağaloğlu’ndaki binasının üst katında çalışanlar için bir sır yok aslında. Günlüğün bulunuşunu, gelişini, teslim edilişini hep birlikte yaşadık. Niye mi sustuk? Çünkü olayın iki kahramanı, onlara “Teşekkür edilsin” istemedi. Anonim kalmak istediler ki bu da Oğuz Atay ile ilgili olarak gözlerimi dolduran ikinci şey olmuştur…

Üçüncüsü ise Enis ve Ömer’in bir yazarı köy kuyudan çıkarmak için gösterdikleri çaba idi. Ortalıkta onca kıskançlık ve bencillik kol gezerken…

Oğuz Atay

Olayın esas kahramanına, artık isminin açıklanmasına “Aldırmayan” Ziya Derlen’e bırakıyorum burada sözü:

“Olay 37 yıl önce oldu. Pakize Barışta o sıralar Etiler civarında yönetmen sevgilisi ile yaşıyordu. M.B. adlı arkadaşım da o eve girip çıkıyordu. M. ile Boğaziçi’nden arkadaştık.

Bir Günlüğü Olduğunu Kimse Bilmiyordu

1983 sonuydu, bir gün Atay’dan bahsederken ‘Biliyor musun Atay’ın günlüğü Etiler’de balkonda bir büronun çekmecesinde duruyor’ dedi… Ben o sıralar Atay’in iki üç kitabını okumuş, bir de Devlet Tiyatroları’nda sahnelenen oyununu seyretmiştim. Bir günlüğü olduğunu kimse bilmiyordu…

Pakize’den falan bahsettikten sonra ‘Getir de okuyayım’ dedim ama içimden de herhalde kadın vermez diye düşündüm. Birkaç gün sonra M. elinde bir defter ile çıkageldi. Üzerinde ‘Günlük’ yazan bir defter, defterin kapağı deri taklidi plastikti ve günlük kelimesi küçücük bir etiket gibi yapışkan şeritle iliştirilmişti üzerine… Nefis bir el yazısı vardı Atay’ın ve çok az ‘Rature’ vardı…

“Hepimiz Atay’a Hayrandık”

Arkadaşlarımla havalara uçtuk. Zira, hepimiz hayrandık Atay’a. Bir tür epifani yaşıyorduk desem abartmış olmam…

Her neyse, ilk iş o sıralar yeni bir teknoloji olan fotokopi yaptırıldı… Hatta Atay’ın eski bir tanıdığı defteri görmeye bile geldi. Cumhuriyet’te köşe yazıyordu…

Aradan aylar geçti. M. ile bir türlü karşılaşamadığım için defter de geri verilememişti, evde duruyordu… Ben o günlerde Milliyet’in üst katında “Kültür Mirası” ekinde, Enis Batur’un yönettiği sekreteryada çalışıyordum… Fena sayılmayacak bir ekiptik. Sen, (ben aslında Kültür Sanat’taydım) Ayşe, İlhami, bir iki kişi daha… Neşeli ve enerji dolu bir gruptuk. Bir o kadar da çılgındık… (M. Yourcenar’ı Kenya’da geçirdiği trafik kazası vesilesiyle telefon ile arayıp ‘Geçmiş olsun’ diyecek kadar)

Vicdan Muhasebesi

Ömer Madra, Oruç Aruoba ve pek çok kişi bizim kata ‘kaçarak’ mavra yapmaya gelirlerdi. Görece bir özgürlük ve gençlik vardı bizim katta. İşte, yine öyle bir gün, Madra bir projesinden söz etti: Yayımlanmamış eserlerinden alıntı yapılarak çağdaş edebiyatçılar hakkında bir yazı dizisi… Kafamda şimşekler çaktı ama dilimi tuttum. Zira, günlükten bahsettiğim anda olayların çorap söküğü gibi nereye varacağını sezebiliyordum. M’nin nasıl zor durumda kalacağını da… On beş dakika kadar vicdan muhasebesi yaptıktan sonra ‘Ne olacaksa olsun!’ diyerek Ömer’e ve Enis’e ‘Size bir şey söyleyeceğim ama bana inanmayacaksınız’ dedim. Olayı kısaca anlattım, defterlerde Atay’ın ‘Work in progress’ sürecini, Oyunlarla Yaşayanlar, Tehlikeli Oyunlar gibi işlerinin nasıl oluştuğunu bir izlence gibi okuduğumu anlattım. Biraz sarsıldı ikisi de ama pek inanmış gibi durmuyorlardı. Enis pek de ihtimal vermediği anlaşılır bir tonda ‘Peki, getir de bir göz atalım’ dedi.

İlginizi çekebilir:  Şubat'ta CRR'de Latin Rüzgarı Esiyor

“Bunu Yayınlarsak Neler Olacağını Düşündün Mü?”

Ertesi gün defteri ikisine teslim ettim… Ömer de Enis de tek bir kelime etmeden dakikalarca karıştırdılar sayfaları. Daha sonra Ömer ‘Bunu yayınlarsak neler olacağını düşündün mü?’ dedi…

Ben ve arkadaşlarım bütün gece oturup bunun muhasebesini yaptık. Başıma neler gelebileceğini, hele M’yi nasıl zor bir durumda bırakacağımı, güvenini yitireceğimi biliyordum… Ama söz konusu olan bir balkonda çürümeye terk edilmiş bir büronun çekmecesinde duran ve Türkçe Edebiyat’ta çok özel bir yere sahip olan birinin el yazmasıydı…

Baskıya Yetiştirildi

Her şeyi göze almak gerekirdi… M’ye haber vermeyecektik. Zira, ne diyebilirdim ki?

Sonrasını sen de biliyorsun. Kızı Özge’nin gelişini, kendisine defterin teslim edilmesini, (Dokunaklı sahneler) Pakize’nin Enis’ten hesap sormak üzere yaptığı baskını…

Akşam saat 17’de son provaların okunup yazıların baskıya yetiştirildiği deadline’ı hatırlarsın… İşte, yine 16.45 civarında Enis’in düzelti yaptığı metni gördüm. Yazı dizisinin ilkine yazdığı tanıtımı… Omzunun üzerinden okurken bana ve M’ye teşekkür ettiğini dehşet içinde gördüm ve bizim isimlerimizi yazma lütfen dedim. Enis de isimlerimizi çıkartmak inceliğini gösterdi ve anonim gençler olarak teşekkür edildik…

Pakize Barışta’nın Baskını

Bir ilginç olay da Pakize Barışta’nın baskınıydı: Oldukça öfkeliydi ve bağıra çağıra “O Boğaziçili sıçanları nasıl sürüm sürüm süründüreceğini anlatıyor, Enis’ten isim istiyordu ısrarla… Enis kadını bulunduğumuz mekandaki tek camlı oda olan Sami Kohen’in boş odasına aldı. Ben, Enis’in ve Pakize’nin bulunduğu yere çapraz duran masamdan yaklaşık beş metreden dinliyordum konuşulanları… Enis soğukkanlı bir biçimde Pakize’yi dinledikten sonra tane tane ve alçak bir ses tonuyla konuşmaya başladı. O kadar alçak bir ses tonuyla konuşuyordu ki, söylediklerinden bir iki kelime dışında hiçbir şey duyamıyordum… Biraz sonra Pakize çıktı, hışımla orayı terk etti. Ardından da Enis çıktı. Dudaklarında belli belirsiz bir gülümsemeyle…

Hayrola diye sordum… Enis’in nasıl bir koleksiyoncu olduğunu bilirsin. Evinde Cumhuriyet döneminde basılmış dergilerin neredeyse tamamı bulunur. Üstelik, kitap kurdu olarak okumadığı yoktur… Bana Devlet Tiyatrosu’nun ‘Oyunlarla Yaşayanlar’ kitapçığını gösterdi. Pakize Barışta imzası ile yazılmış bir tanıtım yazısını… Daha ilk cümleyi okuduğumda neler döndüğünü anladım… Genç dul, Atay’ın defterlerinden yararlanarak (!) yazdığı bu kısa metinde tırnak içine almadığı birçok cümleyi, sanki kendisine aitmiş gibi göstermekte beis duymamıştı…

Pakize konusu böyle kapandı.

Vicdansızlık

M’ye gelince… Defter ‘Günlük’ adıyla basıldıktan çok sonra karşılaştık ve sadece ‘Özür dilerim’ diyebildim… O da büyük bir incelikle ‘Unuttum bile’ dedi. İkimiz de bir daha tek kelime bile etmedik olay ile ilgili olarak…”

Ziya’nın maili burada bitiyor.

1984’ten yıllar sonra Ziya ile bu konuyu bir kere Paris’te konuşmuştuk. Günlük nasıl yağmurdan etkilenmemiş diye sormuştum. O da “Naylona sarılıydı” demişti. Niye balkona koymuşlar acaba soruma yanıt ise daha acıklıydı: “Ev küçükmüş, evde yer yokmuş.”

Oğuz Atay ile ilgili gözlerimi dolduran dördüncü durum da bu olmuştu. Bu vicdansızlık…

“Hakikatın Bilinme Hakkı Vardır”

M’nin adı bende gizli. Sosyal medyayı pek kullanmıyor, nasıl ulaşacağımı bulamadım. Hakikat’in bilinme hakkı vardır. İsterse adını seve seve vermek isterim tabii ki.

Ziya çok uzun zamandır burada yaşamıyor. Ekşi Sözlük’te “1980’lerde Ziya Derlen gibi bir oyuncu yetiştirip sonra kaybetmişlerdir” diye yazıyor.

Google’a adını girince karşınıza bir de “UMUTSUZLAR MERDİVENİ” çıkıyor.

Orta kantinin üstünde, kocaman bir ağacın arkasında kalan bu merdivenin diğer sakinleri arasında uzun zaman önce kaybettiğimiz Nilgün Marmara, Haşim Müftüoğlu, Seyhan Erözçelik de var…

Merdivenin demir bölümünde görülmek istemeyenler, huzur içinde çaylarını sigaralarını içmek isteyenler otururmuş. Taş bölümünde ise gerçek umutsuzlar.

“Tutunamayıp” materyalizmin kucağına düşen çoktur bu merdivenlerden…

“Çünkü korkuluk aslında yoktur” diye yazılıyor o günler anlatılırken.

Emin olduğum bir şey var, Ziya hiç düşmedi.”

Previous Story

Van Gogh’un Az Bilinen Drenthe Macerası

Next Story

Elektronik Müzik Tarihinde Kadınların Rolüne Taze Bir Bakış

0 0,00
02_ArtDog_CD_Logo_RGB_Black

BÜLTEN

Türkiye ve dünyadan haftalık kültür-sanat haberleri, inceleme yazıları, sergiler ve etkinlikleri takip et.

Bülten aboneliğinde ArtDog Istanbul’un gizlilik sözleşmesini kabul etmiş olursunuz.