Uluslararası alanda çalışan ve üreten performans sanatçısı Nezaket Ekici, Mayıs ve Haziran aylarında New York’taydı. Ekici’nin New York projesi 2020 yılında katıldığı International Studio & Curatorial Program (ISCP) ile başladıysa da araya giren pandemi nedeniyle çevrimiçi olarak sürdürülmüş ve sanatçı proje kapmasında sürdürmek istediği ‘First Contact’ performansını pandemi önlemleri dolayısıyla yüz yüze gerçekleştirememişti. Çünkü ‘First Contact’ tam da pandemi ile devreye sokulan temas tedbirlerini altüst edecek olan bir konsepte dayanıyordu. Bir ‘yabancı’yı ‘ev’e davet etmek ve yabancı ile ‘tanıdık mekân’ olan evde birtakım eylemler gerçekleştirmek üzerine bir pratikti.
Ekici, devam eden bir performans olan (working progress performance) “First Contact” projesini ilk olarak 2011 yılında Berlin’de Türk göçmen bir aile ile gerçekleştirdi. Ardından 2013 ve 2015 yıllarında Schuhfabrik in Ahlen ve Haus am Waldsee in Berlin’de hem göçmen hem de Alman ailelerle yeniden icra etti. Sanatçının “Personal Map To be Contineud…” gibi zamana yayılan ve farklı mekanlarda yeniden icra edilen performansları arasında yer alan “First Contact”, pandemi koşullarının hafiflemesiyle New York’un Brooklyn, Manhattan, Bronx ve Staten Island bölgelerinde “First Contact: 5 Boroughs of New York” adıyla yeniden kurgulandı.
Tanıdık Olanın Yeniden Keşfi
Sanatçının doğrudan ailelerle etkileşime girerek, onlara günlük yaşam alanlarının içinde yeniden keşfedebilecekleri farklı bir dünya sunduğu bu projede, aileler yerleşik mekanlarını ve bu mekanlardaki tanıdık eşyaları ile yüzleşiyor. Ekici ise ailelerle onların özel alanlarında bir araya geliyor ve onlarla birlikte günlük yaşamı sanatsal bir performans olarak yeniden üretiyor.
Eve ve evdeki nesnelere yeni bir bakış açısı getirmeyi hedefleyen “First Contact” en temelde günlük yaşamı idame ettiren; konfor alanı sağlayan, çoğu kez fark etmeden bir refleksle kullandığımız nesneleri/objeleri yeniden düşünmeye; onların hikayelerini ve odaklandıkları kullanım alanlarını keşfetmeye ve onlara yeni bir alan açmaya sevk ediyor. Ekici’nin evlerine sızdığı her aile, tanıdık/bildik olan evlerinin her bir odasını (mutfak, banyo, oturma odası, yatak odası, çocuk odası vb.) yeniden keşfediyor, eşyalarını dinliyor, hikayelerini düşünüyor, bazen yeniden yazıyor. Bu evlerde, eşyalara dair yeni bir bakış açısı, yeni bir tanışıklık tezahür ediyor. Sıradan olanla yüzleşmek, ‘beden ve mekân’, ‘beden ve nesne’ arasında kurulmuş ve daha önce fark edilmemiş olan sosyal ve kültürel katmanları ortaya çıkarıyor.
-
“First Contact” performansınızı ilk olarak 2011 yılında Berlin’de Türk göçmen bir aile ile gerçekleştirdiniz, bu performansın fikri nasıl oluştu ve süreç nasıl ilerledi?
Berlin’de WerkStadt Kulturverein, Kunstfiliale Körnerkiez kapsamında sürdürülen “Ideen Werkstatt” programı vardı, bu programa bir fikirle başvuruluyordu. Program özellikle göç meselelerini içeren projeleri arıyordu. Nedense birden aklıma Berlin’deki göçmen ailelerin evlerinde, onların özel ortamlarında gerçekleştirilebilecek bir performans fikri geldi. Çünkü sanatla ilişkisi olan ya da olmayan ailelerle tanışıp, onlara kendi sanatımdan bahsetmek istiyordum, ben de bu fikirle başvurdum. Jüri fikrimi çok beğendi ve “Ideen Werkstatt” programı, bu proje özelinde araştırma yapabilmem için bir bütçe sağladı. Ardından bir aile bulmam için bana yardımcı olmaya çalıştılar. Organizasyonu yürütenler de tıpkı benim gibi Kreuzberg’de kolayca bir Türk ailesi bulabileceğimizi düşünüyordu. Çünkü Kreuzberg bilindiği üzere ‘Küçük İstanbul’ da denilen bir bölge, burada yoğunlukla göçmenler yaşıyor, özellikle de Türk göçmenler çoğunlukta. Türk ailelerin ortasındaydım ama yine de bu proje için Türk bir aile bulmak çok zordu, çünkü insanlar çekiniyorlardı. Türk geleneklerinde misafirperverlik var, bunu biliyorum; fakat beni evlerine kabul etmek istiyorlarsa da işin içine kamera ve kayıt durumu girince tereddüt ediyorlardı, kimse kameraya kaydedilmek ve kayıt altına alınarak sergilenmek istemiyordu. Bu durum epey çetrefilli bir süreç yarattı. Ne yazık ki Kreuzberg’de bir Türk ailesi bulamadım, fakat nihayetinde türlü zorluklarla Berlin’in başka bir semtinde Reinickendorf’ta yaşayan Türk göçmen bir aile buldum.
-
Berlin’de yaşayan Türk göçmen bir aileyi tercih etmenizin özel bir nedeni var mıydı?
Evet vardı, ama bunun benim de göçmen bir Türk olmamla ve onlarla kültürel ya da geleneksel bir bağımın olmasıyla ilgisi yoktu. Bu tercih göçmenlik ilişkisinden ziyade, göçmenlik durumunun sosyal koşularından kaynaklıydı. Almanya’da yaşayan göçmen ailelerden bazıları burada yaşama tutunabilmek için daha çok günlük ve temel işlerle mücadele ediyorlar. Kendilerine bir yaşam sağlamak ve bu yaşantıyı sürdürebilmek adına çok çalışıyorlar. Rutinlerinin dışında bir artı zamanları neredeyse yok. Bu nedenle ben türlü zorluklarla mücadele eden göçmen ailelere zaman yaratmak istedim. Sanata, sanatsal faaliyetlere zaman ayıramayan bu aileleri araştırmak, onlara kendi sanatımı götürmek ve dolayısıyla onları sanatımla tanıştırmak istedim.
Mahremetiyeti Gösterme Fikri
-
Sizi hiç tanımayan ailelerin evlerine kabul edilme süreci nasıl ilerledi? Herhangi bir çekimserlik, tereddüt ya da ret ile karşılaştınız mı?
Elbette, özelliklede az önce bahsettiğim gibi en büyük problem kamera kaydı oldu. Dükkanlara, sokakta yürüyenlere, metroda seyahat edenlere herkese ama herkese sordum, projemi anlattım. Ama dediğim gibi özellikle Kreuzberg’de hiçbir Türk bir aileyi projeme dahil olmaya ikna edemedim, çabalarım sonuçsuz kaldı. Aylarca göçmen bir aile aradıktan sonra Reinickendorf’ta sadece bir Türk aileyi projeme katılmaya ikna edebildim.
Çok uğraştım, nihayetinde bu aileler ile birbirimizi tanımıyorduk, bu nedenle önce konuşmak ve bir derecede onları ikna etmek gerekiyordu. Genellikle, “Ben kayda alınmak istemiyorum” ya da “Buna zamanım yok” gibi karşılıklar aldım. Daha evvel 2003’te, Berlin’de Akademie der Künste’de gerçekleştirdiğim “Turkish Island” (Türk Adası) performansında da benzer zorluklar yaşamıştım. Sergi alanında, üç kuşaktan oluşan iki Türk aile ile Türkiye geleneklerine göre piknik yaptığımız bu performansın sergilenmesi hususunda da ciddi bir tereddüt ve çekimserlikle karşılaşmıştım.
Ancak nihayetinde “First Contact” performansı bir müze ya da galeride değil katılımcıların evinde gerçekleşecekti, yani mahrem bir alanda; temiz olsun ya da olmasın, dağınık ya da düzenli olsun kimse evini dışarı açmak istemiyordu. Dolayısıyla en temelde mahremiyeti gösterme fikrini beğenmiyorlardı. Bu noktada yoğun ikna çabalarım devreye girdi: “Bunu sizlere bir dünya açmak için kullanıyorum. Birlikte kültürel bir diyalog yaratacağız, bu ne harika bir şey! Bir düşünün lütfen” gibi ikna cümleleri ile aileleri performansa teşvik etmeye çalıştım. En nihayetinde bu ikna çabalarımın karşılık bulduğu noktada bana ve sanatıma zaman ayırmayı kabul ettiler.
Defalarca ön görüşme yaptık, evlerine gittiğimde yanımda kendi kitaplarımı da götürdüm. Kitaplarıma uzun uzun baktılar, incelediler. “Bu nasıl sanat?” gibi sorular geldi, performans sanatına yabancılardı çünkü. Büyük bir zevkle performans sanatını tanıttım onlara. Ardından önceki görüşmelerde onlardan “First Contact” için talep ettiğim şeyleri yerine getirip getirmediklerini sordum. Onlardan evlerine, odalarına bakmalarını, bir nesne seçmelerini ve bu nesne ile ilgili fikir üretmelerini istemiştim. Dolayısıyla bu görüşmeler birbirimizi tanımayla, birbirimize güven duymaya çalışmayla ve “First Contact” için yapılacak şeylere dair karşılıklı bir soruşturmayla geçti. Bu karşılıklı soruşturmanın sonunda aramızda nihayet samimi bir ilişki, bir güven duygusu oluştu ve ikna durumu gerçekleşti. Ardından projeme katılan aile ile performans fikirleri için beyin fırtınası yapmaya başladık ve ailenin sahip olduğu nesneler ile özel mekânında bir performans icra etmesine, bedensel anlamda bu sanat fikrine konsantre olabilmesine ve mekânda bir konseptle var olabilmesine yardımcı oldum. Bana bu çok özel mekanlarını, mahremlerini açtılar. Birlikte bu ‘tanıdık mekânı’ yeniden araştırdık. Farklı bir bakışla, mekânı ve nesneleri yeniden ele aldık.
Bu performans ardından bir enstalasyon olarak Galerie am Körnerpark in Berlin’de sergilendi. Galeri mekanının her odasına büyük ekranlar yerleştirildi, performansı gerçekleştirdiğimiz evin bütün bölümleri bu ekranlar aracılığıyla ayrı ayrı odalara taşındı. Galerinin altı odasında; salon, yatak odası, çocuk odası, koridor, mutfak ve banyoda gerçekleştirilen performanslar ayrı ayrı gösterildi. Böylece izleyici tıpkı evin doğalındaki gibi bir odadan diğerine geçti. Bu yerleştirme, sergiyi gerçek bir ev hissine kavuşturdu; adeta bu eve giriliyor ve evin odaları geziliyor gibiydi.
“Benim Evim Bedenim”
-
Ev fikri sizin için neden önemliydi? Çoğunlukla kamusal mekanlarda ürettiğiniz performanslarınızdan farklı olarak “First Contact” özel bir mekânda deneyimlenmesiyle nasıl bir açılım sağladı?
En mutlu hissettiğimiz, en güvende hissettiğimiz yer neresidir? Ev bir taraftan kendi küçük dünyamız, orada sıcaklığımız, en yoğun samimiyetimiz, konforumuz var. Kamusal alanın tam tersi olarak ev, özel ve kapalı bir yapı. Burada gerçekten çok dikkatli olmak gerekiyor, çünkü çok hassas ve kırılgan bir mekân. Buradaki güven ve tedirginlik hissi ise karşılıklı. Bu yüzden de karşılıklı olarak cesaret gerektiriyor. İlk kez tanışıyoruz, onların beni evlerine davet etmeleri kadar benim de bu hiç bilmediğim mekâna girişim bir cesaret işiydi.
Söz konusu mahremiyet olduğunda ise, bu projede ister istemez ailelere özel bir alan da bırakıyorum. Bu bir performans ama yine de dışarı açılan kısım aileler değil, onların kayıt altına alınan imgeleri. Dolayısıyla performans benim için orada başlıyor ve orada son buluyor. İzleyici için ise bunun kayıt sonrası dışarı açılıyor, yani mahrem mekân izleyici ile doğrudan temasa geçmiyor. Dışarı açarken de bu yaptığımız şeyin bir sanat olduğunu ve bir şans verirsek başkalarının da bunu görebileceğini anlatıyorum. Bu noktada aile ile aramızda karşılıklı bir anlaşma da oluyor. Onlara mahremiyet namına bir alan tanıyorum, çünkü güvende hissetmeleri çok önemli.
Ev, bir güven alanı olmasıyla önemli, ancak diğer taraftan ev fikrine sadece dört duvar olarak bakmamak lazım. Bu başka bir konu tabii ama örneğin ben hep söylerim; benim evim bedenim, çünkü ben hep yoldayım. Sanatım neredeyse evim orada oluyor. İşim gereği hep hareket halindeyim, bu nedenle esasen benim evim hep benimle; ben bu güveni bedenimde buluyorum.
-
Tamamen özel bir ortamda gerçekleşen bu pratiğe dair sizin merak ettiğiniz temel şey neydi ve olası sonuçlar nelerdi?
En önemli şey ev fikriydi ve evi nesnelere düşünerek algılamaktı, çünkü nesnelerle yaşıyoruz. Onları sadece kullanım amaçlarına uygun yapıları üzerinden, hazır ve elimizdeki son halleri üzerinden değerlendiriyoruz. Bir bardak örneğin, su içmeye yarıyor ama bu bardağın bir de üretim süreci var, suyu taşıması bakımından deliksiz olarak tasarlanmış fakat sadece deliksiz ya da suyu sızdırmıyor olması değil onun tasarımı; cam ise cam işçiliği, porselen ise porselen işçiliği var, uyduğu bir moda, yaşadığı bir zaman aralığı var. Evimizdeki nesnelere değer vermek, onlara ve onların ardındaki sanata/zanaata şükran sunmak gerekiyor. Bir de bu nesneleri başka ne amaçla ve nasıl kullanabileceğimize bakmak, salt hizmet ettiği amaç dışında nasıl değerlendirebileceğimizi görmek ve yeniden görme sürecine kavramsal bir tutumla yaklaşmak benim için önemliydi.
Burada kültürel fark da devreye giriyordu, her kültür aynı nesneye aynı biçimde yaklaşmıyor örneğin. Örneğin sofralarımızda bambaşka biçimlerde yemek takımları kullanıyoruz, onları farklı biçimlerde masamıza diziyoruz. Bununla birlikte nesnelerin kültürel arka planı kadar nesnelerin ritüelleri de beni çok ilgilendiriyor. Dolayısıyla temel merakım, hayatı ve nesneleri farklı bir bakışla algılayabilmenin yollarını aramak ve bulup bulamayacağımızı görmekti. Tabii şunu da eklemeliyim ki, nesnelere ve eve olan merakımın yanında, insanlarla tanışmayı ve insanlarla iletişim kurmayı da çok seviyorum. Bu yüzden de interaktif performanslardan çok fazla keyif alıyorum.
-
“First Contact”da ev ve evdeki nesnelerle adeta bir ‘yeniden tanışma’ gerçekleşiyor. Tanıdık olanın aslında başka biçimlere evirilmesi ve yeniden anlamlandırılması durumu da söz konusu. Bu açıdan bakıldığında, yerleşik mekânı ve sahip olunan nesneleri başka formlarda yeniden ele alma durumunu, onlarla farklı biçimlerde yüzleşme pratiğini hangi açılardan önemsiyorsunuz?
Pek çok açıdan önemsiyorum. Önce insanlara başka bir perspektif sunabilmek açısından ardından ise nesneye farklı biçimlerde yaklaşabilmek açısından önemli. Bir nesneye ya da objeye odaklandığımızda, bedenimizin tüm algılama pratiğini ona çevirdiğimizde, onunla aramızdaki ilişkiyi yeniden düzenleyebiliriz ve böylece bizim için basit/sıradan bir alet ya da obje olmaktan çıkabilir. Fakat tabii bu fikirleri performans sanatına uygulamak, bu fikirlerle nesneleri dönüştürebilmek en büyük zorluklardan biri.
Her Nesnede Bir Yaratıcılık Var
Nesnelere, objelere anlam vermek, onlara odaklanmayı gerektiriyor. Onların arkasındaki prodüksiyonu düşünmeyi, hikâyeyi anlamayı ve sorgulamayı da içeren bir süreç bu. Böylece bir bardağa sadece bir bardak olarak bakmamayı, onun bize sunduğu konforu ve bunun yanında bu konforu sunabilmek için başından geçen süreci, üzerindeki emeği keşfediyoruz. Bu yüzden nesnelere anlam yüklemek önemli, her şeyi basit görüyoruz ama aslında hiçbir şey o kadar basit değil. Nesneler mükemmel varlıklar; nasıl yapıldıklarını, üretildiklerini ardındaki emeği bilmek, anlamaya çalışmak önemli. Bununla birlikte her nesnede bir yaratıcılık tezahür ediyor, dolayısıyla bu nesneleri üreten herkeste de bir yaratıcılık söz konusu. Bugün hayatımızı kolaylaştıran, düzene sokan her şey bir yaratıcılığın ürünü. Onlara nasıl şekil verildiği, hangi malzemenin eğilip bükülerek bu nesne haline getirildiğini, oradaki yaratıcı kuvveti anlamak ve takdir etmek çok önemli.
1998’den beri farklı ülkelerde icra ettiğim “Emotion in Motion” performansım da bu takdir etme eylemiyle ilgiliydi. Bu performansımda, bir oda içindeki tüm nesneleri öpüyordum. Orada da öpücük kondurduğum her bir nesnenin hikayesine, var olma sürecine odaklanıyordum. Bu öpücükler de birer teşekkürü barındırıyordu. Aslında ben nesnelerin ardındaki emeğe şükranlarımı sunuyorum ve istiyorum ki insanlar da bu nesnelere bakıp geçmesinler, onların bize gelene dek geçirdiği sürece odaklansınlar ve bu sürecin ne denli zahmetli ne denli yaratıcılık içeren bir emeği ortaya çıkardığını görebilsinler. Çünkü etrafımızdaki her şeyde bir yaratıcılık, bir ilham var.
Bununla birlikte önemsediğim bir diğer açı, bu nesnelerle yaşayan herkesin de yaratıcı olabileceği. Eğer onlara zaman verirsek, bu nesneleri görmeye çalışan, onlara odaklanan herkes yaratıcılığını ortaya koyabilir. Onlara bu nesnelere bakıp ne gördüklerini anlatmaları, hikayelerini düşünmeleri için süre verdiğimde herkes sanatsal bir çıkarımda bulunabiliyor. Olağanüstü hikayeler, sınırsız hayal gücü devreye giriyor. Bu yüzden kolektif olarak bir konsept yaratabilme süreci çok önemliydi. Çünkü insanlarda düşünce ve yaratıcılık var, herkesin bir fikri var, bunu biliyorum. Bu süreçte de bazen inanılmaz düşünceler açığa çıktı. Benim bile aklıma gelmeyen konseptler, bazıları benim tahayyüllerimi de aştı. İnsanların bu fikirleri üretebilmeleri ve bunlarla bir performans açığa çıkarabilmeleri müthiş bir duygu. Ben tam da insanlara bu nitelikli düşüncelerini ortaya çıkarmaları hususunda yardım etmek istedim. Ve bedenin mekânı algılaması, hissetmesi, buradan hareketle zaman, beden, mekân ve nesne ilişkisini kavramaları hususunda. Bu yüzden “First Contact” performansında beden, mekân, zaman, hareket, materyal ve konsept bunların birlikteliği, birlikte çalışması çok önemliydi.
-
“First Contact” devam eden bir proje, 2011 yılının ardından 2013 ve 2015 yılında da bu projeye devam ettiniz. Benzer şeyler yaşandı mı?
2013 yılında, Schulfabrik Ahlen’de gerçekleştirdiğim “First Contact” performansı göçmenlik olgusu ve göçmen aileler özelindeydi. Burada üç ayrı göçmen aile ile çalıştım, ikisi doğrudan Türk göçmen aileydi, biri ise Türk bir erkek ile Alman bir kadının evliliğine dayanan bir aileydi. Tabii ikna süreçleri 2011 yılında yaşadıklarımla benzerlik gösterdi. Ama en önemlisi Ahlen’deki performansta çalıştığım ailelerden biri muhafazakâr kesimdendi. Önce bu aileyi dışarı açmaya ikna edemeyeceğimi düşündüm, ancak bu düşüncemin aksine onlarla inanılmaz bir çalışma gerçekleştirdim. Bu durum özellikle önyargıların ne denli başarısız olduğunu görmemi sağladı, benim kendi sürecim için oldukça önemli bir gelişmeydi.
Diğer ailelerimden biri karı-koca bir çifti öteki ise sadece bir anne iki çocuğundan oluşuyordu. Burada da yine kendi sürecim açısından başka bir şey gerçekleşti. Aile kavramına bakışım değişti. Aile sadece anne-baba ve çocuk olmak zorunda değildi. Çocuksuz eşler ya da eksik ebeveynlerin oluşturduğu birliktelikler de gayet aile olabilirdi. Bundan sonra illa çekirdek aile tanımına uyacak olan aileleri aramaktan vazgeçtim. Bir anne ve çocukları da gayet bir aileyi, bir aile ortamını oluşturabiliyordu.
2015’te Haus am Waldsee in Berlin kapsamında “Everything we possess, possesses us, too” adlı kişisel sergim için üç Alman aile ile çalıştım. Burada çalıştığım üç aile de klasik çekirdek aile tanımına uyan anne, bana ve çocuktan oluşuyordu. İkna süreci ise yine aynıydı. Bu noktada şunu da eklemek isterim ki yeni insanlarla tanışmak, onlarla iletişim kurmak bakış açımızı değiştirmemiz, yeni konseptler üretmemiz açısından çok önemli. Yeni bağlar kuruyoruz, bu bağları sürdürüyoruz. Ben bu projede yer alan ailelerin bazıları ile hala temas halindeyim. Hepsiyle değil belki, çünkü sanatım gereği çok seyahat ediyorum ve belirli bir noktada zaman yaratamadığım için kurduğum bağlarda kopuşlar yaşıyorum. Bu yüzden elimden geldiğince -hepsiyle yapamasam da- bir kısmıyla hala iletişimimi sürdürüyorum.
“First Contact” New York’ta
-
2020’de Kultur Akademie Berlin ve International Studio & Curatorial Program (ISCP) işbirliği kapsamında New York’ta Artist Recidency programı kazandınız. Bu programda “First Contact”ın devamını gerçekleştirmeyi düşünüyordunuz. Ancak küresel bir krize dönüşen covid-19 salgını devreye girdi ve pandemi tedbirleri kapsamında yurtdışı seyahatleri durduruldu. ISCP kapsamında ve tabi pandemi koşullarında “First Contact” süreci nasıl ilerledi?
Berliner Senat ve International Studio & Curatorial Program (ISCP) işbirliği kapsamında New York’ta üç aylık bir Artist Recidency programı kazandım. Pandemi sürecinin başlamasıyla ISCP tarafından ilk kez hibrit olarak dijital çevrimdışı ve aynı anda çevrimiçi artist recidency programı başlatıldı. Böyle bir uygulama daha önce ISCP’de yoktu, ancak pandemi koşullarının ne zaman son bulacağı tahmin edilemediğinden program çevrimiçi olarak uygulandı. Program kapsamında pandemi koşullarına dair projeler düşünüldü ve üretildi. Bu sırada ben de çeşitli çevrimiçi projeler gerçekleştirdim. Ancak “First Contact” projeme devam etmek istiyordum ve bu programın olanakları bu proje için çok önemliydi. Çünkü “First Contact”ı özellikle New York’ta deneyimlemek istiyordum. Böylece “First Contact 5 Boroughs of NYC” fikrimi önerdim. Goethe Enstitüsü bu fikri çok beğenmiş ve derhal araştırmalara başladık. Çevrimiçi platformlarda duyurular gerçekleştirdik ve Queens’te yaşayan bir anne ve iki kızından oluşan bir aile bulduk. Onlarla yine çevrimiçi olarak buluşmalar gerçekleştirdik. Projemden bahsettim ve onların da bu proje kapsamında neler yapabileceğini konuştuk. Bu çok ilginç bir deneyimdi. Tüm iletişim çevrimiçi ve kayıt cihazı olarak kamera yok. Bütün süreç dizüstü bilgisayarlarla kayıt altına alındı. Bu çok zordu, çünkü bilgisayarın hareket kabiliyeti ile bir el kamerasının bir evde dolaşması arasında büyük bir fark var. Yine de denedik, bilgisayarları ileri geri gezdirerek bir çekim gerçekleştirmeyi başardık. Bir de 2021 yılında, “First Contact” yine dijital olarak bu kez İstanbul’da yaşayan bir aile ile gerçekleştirildi. Artists Recidency programıyla gittiğim Villa Massimo’dayken tanıştığım ancak uzun yıllardır İstanbul’da yaşayan İtalyan bir arkadaşımın (ve aynı zamanda İtalyanca öğretmenim) Türk eşi ve çocuklarından oluşan ailesi ile gerçekleştirdim. Yine oldukça kısıtlı hareketlerle gerçekleşen ilginç bir deneyimi ortaya çıkardı.
-
Pandemi nedeniyle Artist Residency programı çevrimiçi gerçekleşti ve siz bu koşullar altında New York’tan bir aile ile dijital olarak “First Contact”ı gerçekleştirdiniz. Peki pandemi tedbirlerinin rahatlamasının ardından bu projenin tamamlanma süreci nasıl gelişti?
ISCP bursu üç aylıktı ve ben New York’ta yaşamayı, bu projemi New York’a götürmeyi çok istiyordum. Ayrıca bu bursu kazanmak oldukça zordu ve ben kazandığım halde gidememiştim. Sabırla bekledim ve nihayet uluslararası dolaşımın serbestleşmesi ile 1 Mayıs’ta ISCP’nin sağladığı bursla Amerika’ya gittim. Kırk gün zamanım vardı ve bu süreç içinde projemi tamamlamam gerekiyordu. Queens’teki kısmı çevrimiçi olarak gerçekleştirmiştim ama geride Brooklyn, Manhattan, Bronx ve Staten Island bölgeleri vardı. Daha fazla zaman gerekiyordu, çünkü New York oldukça geniş bir eyalet ve kırk gün böyle bir proje için hiç yeterli değildi. Fakat nihayetinde türlü zorluklarla da olsa “First Contact 5 Boroughs of NYC” projemi tamamladım.
-
Nasıl zorluklar yaşadınız? Özellikle çevrimiçi olan Queens performansınızın ardından Brooklyn, Manhattan, Bronx ve Staten Island’daki yüz yüze araştırma süreciniz nasıl ilerledi?
New York’a ayak basar basmaz dışarıda gezinen insanlara sormaya başladım. Yolda kime rastlarsam projemden bahsediyor ve katılmak ister misiniz diye soruyordum. Kütüphanelerde, metrolarda, özellikle de aile bulmama daha fazla yardımcı olur diye kamusal alanlarda; parklarda, bahçelerde rastladığım tüm insanlara sordum. Daha sonra Goethe Enstitüsü’nden yardım istedim, onlar da benim için Alman okullarında projemi anons ettiler. Yine ISCP yardım etmeye çalıştı, onlar da defalarca duyuruda bulundular. Konsolosluk içindeki Türk evine gittim, onlardan yardım istedim. Özellikle Türkleri çok araştırdım, altı ayrı Türk aile ile görüştüm; Türk bakkallarına gittim, çünkü Türklerin misafirperver olduklarını düşünüyordum, ama buradaki bazı Türkler Amerikalılaşmışlar bence. Deutsches Haus, Socrates Sculpture Park ve Metropolitan Museum of Art’a (MET) gittim, oradaki küratörlere danıştım, duyuru yapmalarını rica ettim. Üniversitelere, Montesorri okullarına, kiliselere, çeşitli dükkanlara, alışveriş merkezlerine bildirdim, gazetecilere başvurdum… Hatta bir keresinde Staten Island’da bir çocuk müzesine gittim, o sırada eşim de benimleydi ama çocuğumuz olmadığı için bizi müzeye almadılar. Sonra müze müdürüyle görüşme talep ettim ve sanat projesi araştırması yaptığımı söyledim, bu şekilde müzenin içine girebildik. Bu iyiydi gerçi ama yine de çok enteresan bir deneyimdi. Eski bağlantılarımı devreye soktum. Daha önce defalarca uluslararası alanlarda performans sergilediğim için çok farklı ülkelerden arkadaşlarım oldu, her birini New York’ta tanıdığı biri var mı diye aradım ya da yazdım. Türkiye’den, Burkina Faso’dan, İtalya’dan, Brezilya’dan daha evvel gittiğim her ülkeden bağlantılarımı kullandım. Uluslararası alanda projeme destek vermek isteyen arkadaşlarım da duyurular yaptılar, birbirleriyle irtibata geçtiler, dolayısıyla aslında dünyanın pek çok yerine yayılan bir ses oldu bu proje.
“Altı Aile Buldum”
New York’ta kaldığım 40 gün içinde neredeyse 250 kişi ile temas kurdum ve bunun yanı sıra çok daha fazla kişiye e-mail ya da telefon yoluyla ulaşmaya çalıştım. Sonunda altı aile buldum. Üçü Brooklyn’den, biri Manhattan’dan, biri The Bronx ve bir aile de Staten Island bölgesinden. Beşinci bölge olan Queens ailesi ise geçtiğimiz yıl pandemi sırasında dijital formatta performans gerçekleştirdiğim ve kayda aldığım aileydi, bu aile de “First Contact: 5 Boroughs of New York” projem dahilinde. Nihayet geri kalan dört bölgeden de projemde yer almayı kabul eden aileler çıktı, ancak bu vardığım sonuç geçirdiğim araştırma sürecinde temas kurduğum insan sayısının neredeyse yüzde üçüydü. Çok ama çok kişiyle görüşme yaptım, beğenenler oldu, projem kapsamında iletişime girdiklerim oldu ama çoğundan da yanıt gelmedi. Bu süreç de benim için ayrı bir performanstı, daha önce de dediğim gibi New York çok büyük bir eyalet, bu insanlarla temas kurabilmek adına günde minimum 10 km. yol kat ettim. Tanrım ne çaresizlik… Düşünün aile bulabilmek için Fitness club’a bile gittim. Her şeyi, her yolu denedim ama asla pes etmedim, bırakmadım, yılmadım.
Günün sonunda Manhattan’daki aileyi trende buldum, Amerikalı bir anne ve kızıydı. Projemi çok beğendiler ve bana yardım etmek istediler, evlerine buyur ettiler. Bronx bölgesindeki aileyi danıştığım arkadaşlarımdan biri aracılığıyla buldum, Porto Rikolu bir erkek ve Amerikalı bir kadındı. Staten Island’daki aile ISCP aracılığıyla bulundu, bu aile de Porto Rikolu bir anne ve kızından oluşuyordu. Brooklyn’deki üç aileden ilki Haiti kökenli erkek ve Rusya kökenli bir kadındı, ikincisi; Fransız bir baba ve oğlu. Üçüncüsü ise; Alman bir kadın, İspanyol eşi ve iki çocuğundan oluşuyordu. Genellikle çoğu aile göçmendi ya da yarı göçmen. Aile yapıları çok çeşitliydi. Oysa Almanya’da sadece Türkiyeli ya da Alman ailelerle temas etmiştim. Nihayet bahsettiğim gibi çok az sayıda aile ile anlaşabildim ve projem için beni evlerine kabul ettiler. Birlikte çalıştık, çok keyifli fakat çok kısa zaman geçirdik ve onların aile ortamında çekimler gerçekleştirdik.
Çok zor bir süreçti ama sonunda ben performans sanatçısıyım ve bu süreç de benim için bir long duration performanstı. Her seferinde; birilerini bulmak, onlara sorular sormak, ikna etmek… Bedensel ve zihinsel olarak aşırı yorucu bir mücadeleydi benimki. Fakat diğer taraftan bunca insanla tanışmak ve bunca mekân görmek çok güzeldi. Daha evvel Amerika’ya performans sanatımı icra etmek için yedi defa gittim ama hep kısa süreliydi. Bir ya da en fazla iki hafta kalmıştım New York’ta, fakat New York’u hiç böylesine derin deneyimlememiştim.
“Yaşam Çok Zor ve Zaman Kısıtlı”
-
Berlin’den sonra New York’ta gerçekleştirdiğiniz bu performans, Avrupa ve Amerika özelinde aile içi ve sosyal yaşam bakımından ne tür farklılıklar ya da benzerlikler ortaya çıkardı?
New York’ta yaşam çok zor ve zaman kısıtlı. Bazı aileler bir gün içinde üç ayrı iş yapıyor. Bazılarınınsa senede sadece on gün tatilleri var, sadece on gün ne demek? New York’ta yaşayanların yaşamı Avrupa’dan çok farklı. Almanya’da tatil durumu daha rahat. Amerika’da ise nefes almak diye bir şey yok. Neredeyse 250 kişi ile görüştüm ve hepsi de bir yerlere, bir şeylere koşuşturuyordu. Dolayısıyla projemi de, kendimi de Almanya’dan buraya adapte etmek zorunda kaldım. Örneğin Almanya’da bu performans öncesinde ailelerle en az üç kere buluşuyordum ama burada öyle bir zaman yok. “Üç saat verin bana yeter, ona bile minnettarım” diyorum. Evlerine en fazla iki defa gidebiliyorum. Fikir üretmek, beden çalışması, projeyi disipline etmek ve kayıt işlemleri hepsi bir gün içinde gerçekleşti. Bu yüzden zamansal olarak çok zorlayıcıydı.
Ayrıca New York’ta mekanlar çok küçük, iç içe geçmiş mekanlar; her şey iç içe. Manhattan’da yer yok, Brooklyn ise aşırı pahalı. New York’ta bazı aileler büyük evlere sahipken, bazılarının evleri çok küçük. Almanya’da sosyal yardım var, o nedenle daha homojen ama Amerika’da böyle bir destek yok ve her şey müthiş pahalı; dolayısıyla insanlar yetişemiyor. Nihayetinde Almanya’da da zordu ama Amerika daha zor oldu. Hem zaman kısıtlılığı hem de pandemi nedeniyle. Belki “First Contact”ı şimdi Almanya’da yeniden yapsam daha farklı olurdu. O nedenle pandemi öncesi Almanya ve pandemi sonrası New York’u pek kıyaslayamıyorum. Çünkü bu izolasyon süreci insanlara sirayet etmiş, hala insanların kafasının içinde dönüp dolaşıyor.
“Projemi Türkiye’de Yapmayı Çok İstiyorum”
-
Son olarak; bir sanatçı olarak sizin tarafınızdan bakıldığında hiç tanımadığınız insanların evine girmek, onlarla onların tanıdık olduğu ve sizin yabancısı olduğunuz bir mekânda sanat üretmek nasıl hissettirdi?
Enteresan ve merak dolu bir süreçti. Ben hep meraklıyımdır zaten. Her ev değişik, dekorasyonlar değişik, her ailenin mantalitesi değişik. İnsanlarla sohbet etmek, aradaki duvarları kaldırmak çok ilginç. Bir anda bambaşka bir deneyime açılıyorum. Bittikten sonra çok samimi ve sevimli bir şey kalıyor geriye. Sanki aile gibi oluyoruz. Özellikle yetişkinler için söylüyorum, günlük hayat zorluklar içinde geçiyor ve bu telaşede yeni şeyler keşfetmeyi hep ıskalıyoruz, bu ailelerden duyduğum ve beni aydınlatan en önemli şey “Sen çocuk gibisin, her şeye neden, nasıl diye sorup duruyorsun” tepkisiydi. Evet bu çocukça sorular etrafımıza yeniden bakmamızı sağladı. Bu yüzden bazen çocuk gibi sorgulamanın ve yeni öğreniyormuş gibi yeniden keşfetmenin öneminin farkına vardım. Şunu da eklemem gerekir ki, sanat insanlara yakın olmalı, ben sanatımı insanlarla paylaştıkça kapasitemi genişlettiğimi fark ediyorum. Önyargılarımdan arınıyor, peşin hükümlü yaklaşımlarımı törpülüyorum. O kadar çok kültür ve o kadar farklı insan var ki, her daim açık fikirli olmanın/olabilmenin önemini daha iyi anlıyorum.
Bu yüzden “First Contact” projemi daha fazla ülkeye, kültüre ulaştırmayı, daha fazla insanla temas kurmayı arzu ediyorum. Çünkü hala bitmedi bu proje ama bana destek lazım. Özellikle Türkiye’de de yapmayı çok istiyorum. Amerika için destek vardı, Türkiye’de de buna odaklanacak bir organizasyona ihtiyacım olacak. Türkiye’nin ardından Afrika, Asya ve Avustralya ile devam etmeyi de çok istiyorum.