Öncelikle hikâyeyi yeniden hatırlayalım. Gevezeliği başına bela olan orman perisi Ekho, yanlış zamanda Hera’yı lafa tuttuğu için cezalandırılır ve sadece başkalarının sözlerini tekrar etmeye mahkûm edilir. Kendine göre verilebilecek en azaplı cezalardan birini sonsuza kadar çekmek zorunda olan Ekho bir gün ormanda herkesin görüp büyülendiği Narkissos ile karşılaşır. Güzelliğiyle kadın erkek demeden her karşılaştığı kişiyi büyüleyen bu genç delikanlı, Teiresias adlı kör kahinin görüsüne göre ancak ‘kendini tanımayı öğrenmediği sürece’ hayatta kalabilecektir. Çevresinden gördüğü ilgi karşısında bunalan Narkissos’a, konuşma yetisini yitirmiş, sadece duyduklarını tekrar edebilen talihsiz Ekho da âşık olur. Sadece Ekho’ya değil, kimselere bakmayan, güzelliğin adeta evrensel sembolü olabilecek derecede albenili bu adam, bir gün avdan dinlenmek için mola verdiği göl kıyısında ilk defa kendi aksını görür ve gördüğü kişiye delice âşık olur. Bundan sonra O da güzelliğinin bedelini kendine duyduğu ama bir türlü erişemediği platonik aşkıyla ödeyecektir. Ekho erişemediği aşkının yarasıyla gözlerden ırak bir yerde kendisini ölüme terk ederken geriye sadece yankılanan sesini bırakır. Narkissos ise suretine kavuşamamanın acısıyla günden güne erimeye başlar ve sadece kendini seyrederek ömrünü tüketir. Ondan geriye kalan, her yıl açan nergis çiçeği olacaktır.
Yankı ve yansımanın bu trajik hikayesi, “Ben Kimse. Sen de mi Kimsesin?” sergisinin ilham kaynağı. Selen Ansen küratörlüğünde gerçekleşen sergi, yansıma, yankılanma, başkalaşma temalarını günümüzün sanatsal ve toplumsal dinamiklerinin ışığında yorumluyor. İkisi de kendine yabancılaşan, başkalaşan karakterlerin kimlikleri, benlikleri, gördükleri; gerçek ya da yansıma imgeler kullanılarak, temsil ile özdeşleştirilen yüz, ayna, iz gibi unsurların kullanıldığı eserlere dönüşüyor.
İsmini Emily Dickinson’un I’m Nobody! Who are you? Are you – Nobody – too? şiirinden ödünç alan sergide Marina Abramovic, Erol Akyavaş, Dieter Appelt, Koray Ariş, Eylül Aslan, Levent Aygül, Mehtap Baydu, Deniz Bilgin, Handan Börüteçene, Elina Brotherus, Betty Bui, Claude Cahun, Aslı Çavuşoğlu, Laurence Demaison, Lee Friedlander, Ryan Gander, Nan Goldin, Jessica Harrison, Camille Henrot, Charles Holland & Elly Ward, Talbot Hughes, John Isaacs, Fatoş İrwen, Gizem Karakaş, Nermin Kura, Marcantonio Raimondi Malerba, Bevis Martin & Charlie Youle, Radenko Milak, İz Öztat, İz & Ra, Evan Penny, Gerhard Richter, Necla Rüzgar, Stéphanie Saadé, Fabrice Samyn, Jenny Saville & Glen Luchford, Yusuf Sevinçli, Yaşam Şaşmazer, Ayça Telgeren, Defne Tesal ve VOID’e ait 120’ye yakın eser bulunuyor.
Serginin geneli ‘senden’ ve ‘benden’ izleri, gölgeleri barındırıyor. Kişinin yokluğunda ondan geriye kalan ne varsa alıyor, imgelem olarak karışmış, bazen bozulmuş, bazen başkalaşmış hislere dönüştürüyor. Ansen, geniş kitlelerce bilinen bu miti birebir canlandırmaktan kaçınarak masalın soyut tortularına yöneliyor. Sergideki bazı eserlerin özel koleksiyonlardan ödünç alındığını bazılarının ise Vehbi Koç Vakfı desteğiyle üretildiğini de belirtelim. Katalog ise serginin uzantısı olarak düşünülebilecek bir kitap. Türkçeye ilk defa çevrilen metinlerin yanı sıra küratör Selen Ansen’in ‘kimseye bir mektup’ olarak kaleme aldığı yazısı, Cana Bostan ve Fatih Özgüven’in metinleri yer alıyor. Katalog tasarımında da yine sergide sıklıkla karşımıza çıkan ayna öğesi tekrar ediyor.
Meşher’in İstiklal Caddesi’ne bakan vitrininde, Aslı Çavuşoğlu’nun Annex isimli, sanatçının Özer Yalçınkaya ile geliştirdiği yazı karakteri olan işi yer alıyor. Annex’in neon yazısı Gabriel Garcia Márquez’in 1975 tarihli “Başkan Babamızın Sonbaharı” adlı romanından alıntı olan “Ana kapı bir sesin dokunuşuyla açılıverdi” cümlesini yorumluyor. Serginin kitap kapağı niteliğinde olan bu girişten sonra zemin katında belirgin bir ayna teması izleyiciyi karşılıyor. Giriş katında vitrinin hemen arkasında yer alan sergileme bölümünde Ryan Gander’ın Ben Var isimli suni mermerden yapılmış, Antik Yunan estetiğini çağrıştıran üstü örtülü eşya heykelleri yer alıyor. Eşyaların örtülü olmasının çağrıştırdığı ‘kullanılmıyor olma’ hali, kullanmadığımız eşyaların ya da cansız bedenlerin üstünün örtülmesi gibi bitişleri işaret ediyor.
Ekho’nun temsil ettiği edilgenlik, kendi adına konuşamama gibi özellikleri Mehtap Baydu’nun Sen Söylemezsen, Ben Söylemem isimli eserinde görebiliyoruz. Sanatçı kendi suratından yola çıkarak ürettiği oto portre heykellerin ağızlarını kırmızı mühür mumu eriterek, başka kadınların dudaklarından aldığı kalıpların baskısıyla mühürlüyor; başkasının sessizliği ile kendini susturuyor; başka kadınların suskunluklarına ses oluyor.
Koridorda bakma, dokunma, susma ve susturulmaya dair pek çok sıralı eser görüyoruz. Lee Friedlander’ın 1986 tarihli, şehirde yürüyen bir kadının sırtına düşmüş bir adam gölgesi imgesinin gerilimi, Nan Goldin’in bedendeki ezik ve morluk izlerinin belgesel fotoğrafları, Dieter Appelt’in 1977 tarihli aynayı nefes vererek buğulayan bir adamın kendi imgesini bozuşunun fotoğrafı gibi görsel olarak aşina olduğumuz karelerin yanı sıra Elina Brotherus’un aynaya bakan oto portresi, VOID’in ses yalıtım malzemesi kullanarak sesi forma dönüştüren çalışması gibi birbirini tamamlayan eserler karşımıza çıkıyor. Giriş katının sonuna doğru Yaşam Şaşmazer’in sergi için özel ürettiği çelik raflara rastgele yerleştirilmiş olduğu varsayılan parçaları görüyoruz. Sanatçının son iki senede ürettiği heykellerin ‘artıklarından’ oluşan çalışma, sergi hazırlıklarında ‘eser’lerden geri kalan ve bırakılan parçalar, Ekho ve Narsiscos mitinden artakalanlara gönderme yapıyor.
Ağızdan çıkan hiçbir söz tekrara uğradığında artık aynı değildir, eko onları değiştirir ve zamanla sözün doğası gereği kalıcı olmaz ve kuvveti değişerek yok olur. Selen Ansen yankı ve yansımanın ortak noktasının bir ‘ben’ ve ‘öteki’ olması gerekliliğine dikkat çekiyor. Fatoş İrwen’in Patolojik Hafıza isimli videosunda insan saçı, yaşam, ölüm ve ayrılık kavramlarını temsil ederken söz konusu sanatçının kendi saçı olduğunda, ortaya çıkan yaşam döngüsünün görselleştirilmesi oluyor: İrwen’in ağzına giren ve ağzından çıkan saç artık aynı değil.
Defne Tesal’in salonun birinci katında yer alan Aralık isimli mekâna özgü yerleştirmesi bir bambu ormanını çağrıştıracak biçimde sıralanmış kadın çoraplarından oluşuyor. Aralarından temas edilerek geçilen, ayağa dolanan, yer yer bir karmaşa içinde kalıp geçit vermeyen bu enstalasyon bizi Necla Rüzgar’ın Neysem Oyum isimli eserine götürüyor. Resimde gölün başında duran küçük kız ve geyiğin yansıması görülüyor. Aynı alandaki dokunsal temas bu deneyimin sonucunda görsel temasa dönüşüyor. Mehtap Baydu’nun kendi bedeninin kalıbını alarak kendi ‘derisini yüzdüğü’ enstalasyonu kendine yabancılaşmanın tek cümlelik ifadesi gibi. Ben ve Her Şey Arasındaki Mesafe isimli yapıt, deri değiştiren hayvanları ve Şahmeran mitini anımsatıyor. Sanatçı kendi bedeninden sıyrılarak benliğini anonimleştiriyor ve artık sadece bir posttan ibaret oluyor.
Günümüzde bakma, bakılma, görünme ve gösterme, her dönemden farklı bir varoluş anlamı barındırıyor. Bakılmak ve gözetlemenin en şaşaalı devrini yaşıyoruz belki de. Ulu ortalığın sınırları artık daha belirsiz; kendi yansımamızda ‘ben’ ve ‘sen’ iç içe. Oysa insan aslında eskiden beri kendini yeniden yaratıyor, deri değiştiriyor. Seslerimiz doğuştan bize verilmedi, onları kazandık ve kendimize biçtiğimiz rollerimiz ikinci derilerimiz. Koray Ariş’in serginin ikinci katındaki heykelleri, izleyiciyi barındırdıkları bir ses ihtimaliyle kendine çekiyor. Suskun heykeller performatif birer özellik de barındırıyor, bu özelliği açığa çıkarması için izleyiciyi tahrik ediyor. Eserlere dokunmamaya alışan izleyici, heykelin aslında bir vurmalı çalgı olduğunu gördüğünde bunu deneyimlemek, dokunulmaz olana dokunmak istiyor. İnteraktif bir iş olduğunun altını çizmek gerek, enstrüman/heykellerin çıkardığı ses, mekânın ısısına ve mimari özelliklerine göre değişkenlik gösteriyor, ortam koşullarına uyumlanıyor.
Sergide ses ile işler yapan bir başka isim ise Arnaud Eeckhout ve Mauro Vitturini ikilisinden oluşan VOID. Belçikalı sanatçı ikilisinin Souvenirs isimli serisi, isle karartılmış beyaz kağıtların üstüne işlenmiş çizgilerden oluşuyor. Ses dalgalarının görsel tercümesini anımsatan çizgiler Hatıra Arşivi Kayıt Aparatı (SARA-Souvenir Archival Recording Apparatus) isimli kişisel hatıraların arşivlenmesi projesinin somut çıktıları. Gönüllülerin anıları bir tür plak tekniğiyle kaydedilip sonra siliniyor ve kalıntıları bu görselleri oluşturuyor. Anılar sese, sesler, çizgilere dönüyor.
Emily Dickinson’ın Sergiye İsmini Veren Şiiri
Ben Hiç kimseyim! Peki ya sen kimsin?
Sen de mi Hiç kimsesin?
Öyleyse ikimizden bir çift olur
Kimseye söyleme! Adımız çıkar, Bilirsin işte!
Nasıl da kasvetli, Herhangi biri olmak
Nasıl da aleni, bir Kurbağa gibi,
Adını bağışlamak, bitmek bilmez bir Haziran boyu,
Hayranlık uyandıran bir Bataklığa!