Hayvanlar hakkında olmasa da hayvanları içeren, Köpeğin Adı,16 (Nom d’un chien) isimli bir yazısında Levinas, Nazi toplama kampında Bobby adını verdikleri bir köpekle olan karşılaşmadan bahseder. Yazısında ilk bakışta insan olmayan bir hayvana insan, insanlara ise hayvan statüsü vererek görünürde geleneksel, insan-merkezci hayvan/insan ayrımını sarsmaktadır.
Görünürde dememin nedenlerini az sonra açıklayacağım ama önce kısaca anekdotu aktaralım. Uzun süren bir esir kampı deneyiminin tam ortasında Levinas ve arkadaşlarının hayatına Bobby adını verdikleri bir sokak köpeği girer. Sabah içtimasına çıkarlarken ve akşama doğru gardiyan gözetiminde kampa dönerlerken Bobby hoplaya zıplaya onları karşılamakta, insan olduklarını unutturuldukları bu Nazi kampında onlara insan olduklarını hatırlatan tek varlık olmaktadır. Kampta maruz kaldıkları insanlık dışı, tutsakları insan ile hayvan arasındaki sınırı ihlale zorlayarak, hayvanlığa iten tutum karşısında, Levinas ve arkadaşlarının insan olduğundan kuşku duymayan tek canlıdır Bobby. Kampta tutsaklar dışında var olan görevliler, ki özgür insan oldukları söylenen kişilerdir bunlar, onları ‘insan derilerinden’ mahsur bırakmışlardır …
İnsan-altı yaratıklardık, maymunlar sürüsüydük. Tutuklu insanların sefaleti ve gücü sayılabilecek içimizden yükselen mırıltılar özü düşünen yaratıklar olduğumuzu bize hatırlatıyor olmasına rağmen biz artık dünya’nın bir parçası değildik. … Kendi türü içinde tuzağa düşürülmüş varlıklardık; tüm sözcük dağarcığına rağmen dilsiz varlıklardık17.
Baştan söyleyelim ki burada Levinas’ın Alman Faşizmi ve anti-Semitizm tanımına18 hiçbir itirazımız yok, amacımız sadece buradaki eleştiri mantığını içten içe, farkında bile olmadan, ele geçiren – daha sonra tanımlayacağımız – bir ‘mikro-faşizm’i görünür hale getirmek. Levinas’ın tanımına göre Naziler tutsakları insanlıktan çıkarıp hayvan durumuna indirgemişlerdir ve Bobby bir hayvan olmasına rağmen hayvanlığa indirgenmiş yaratıkların insan olduğunu anlayabilen tek canlıdır kampta.
İnsan ile Hayvan Arasındaki Temel Ayrım
Söylemin mantığına göre bir yanda Bobby’ye hayvanlığa indirgenen insanların insan olduğunu anlayacak bir insan olma özelliği verilmekte ama aynı zamanda hayvan olmanın düşkün bir durum olduğu, insanı olması gerekenden bir adım geriye iten bir varolma biçimi olduğu söylenmektedir. Levinas’ın söyleminde açıktır ki, insanın hayvana indirgeniyor olması baştan sorgulanmadan kabul edilmiş bir insan/hayvan hiyerarşisi içermektedir. Yani niçin bir yandan hayvan-insan ile hayvan ilişkisi övülürken, öte yandan içine düşürülen, hayvan olma durumundan utanç duyulmaktadır? (Burada bir daha tekrar edelim ki Nazilerin tutsakları bu indirgemeye zorladıklarını kesinlikle gözardı etmiyoruz.) Yani bu insan olmaya duyulan inanç ve istek nerden kaynaklanmaktadır ve hayvan – burada bir tekillik (‘singularité”’) kazanmış ve Bobby adı verilmiş bir köpek olarak karşımıza çıksa da – niçin hep ancak aşağılık bir ‘hayvan’ olarak, bir karşılaştırma aracı olabildiği sürece karşımıza çıkmaktadır?
Bu noktada daha önce bahsettiğimiz Heidegger’i hatırlayacak olursak insan ile hayvan arasındaki temel ayrım, Descartesçı insan-merkezci düşüncede olduğu gibi insanın konuşabilen ve kavramsal düşünce üretebilen tek canlı olmasının karşısına yerleştirilen hayvan’ın dil eksikliği yüzünden dünyayı kavramsal olarak anlayamamasında yatıyordu.
Yukarıda gördüğümüz gibi Levinas’ın kamptaki durumu tanımlama biçimiyle Heidegger düşüncesi en azından dil düzeyinde birbiriyle örtüşmektedir: Kamptaki tutsak aynı Heidegger’in hayvanı gibi, dili olmadığı için, ‘dünya’dan mahrum bırakılan bir canlıya, hayvana dönüşmektedir. Bir başka deyişle, bastırılması gereken ‘(b)ağ’ Nazi zorbalığı ve kıyımcılığı sayesinde hortlamış; görünür hale gelmesi milyonlarca Yahudinin hayatına mal olmuştur ama Nazi vahşetinin temelinde yatan Descartesçı keskin insan/hayvan ayrımı devam etmektedir. Levinas insanın etik bir canlı olduğu konusunda, ve bu etiği keskin bir insan/hayvan ayrımı üstüne kurulması gerektiğinde ısrar ederken Bobby’ye duyulan sevgi, ona verilen insan karakteri aniden geri tepmiş, duygusal bağı (b)ağdan kurtarmanın aracına dönüşerek şu gerçeği gözler önüne serer olmuştur: dünyada zavallı olan hayvan değil insan-merkezci rasyonalist düşünce ve ‘insan’ kavramı etrafında kurulmuş insanın ta kendisidir.
İnsan Olmaktan Kurtulamamak Yalnız İnsana mı Hastır?
İnsan olmaktan kurtulamamak yalnız insana mı hastır? Levinas’ın aynı yazıda sözettiği şu cümleye, “Köpek [Bobby] Nazi Almanyasının son Kantçısıydı,”19 bakarak bu soruyu onaylamamız çok zor olmasa da, Nazizmin Kant’ın önerdiği aklın evrenselleştirmesi projesini daha da ileri götürüp ‘aşkın’ı bireysel mikro-kategorilere taşımakta nasıl da başarılı olmuş olduğunu iddia edebiliriz. Bir başka deyişle, Deleuze ve Guattari’nin tanımlama biçimiyle ‘mikro-faşizm’den bahsetmeye hazırlanıyoruz burada. Sergei Pankejeff’in karabasanlarındaki kurtların ulumasına cevap vermenin yollarını açmaya …
Duygusal bağ, insanın kendisini hayvan olandan ayırarak kendiyle kurmaya çalıştığı, mimetik, yani kurgulanmış (olmayan) bir insan modeline göre kendisini biçimlendirdiği, bunu becermek için kendi kendine sürekli haklar atfettiği bir sistemse, ‘mikro-faşizm’, Nazi Almanya’sının yıkılmasıyla ortadan kaybolacağına ‘insan’ların içine işleyerek, hayvan’ın geri dönüşüne ancak ödipalleştirilmiş bir ev hayvanı çerçevesinde izin veren, Nietzsche’nin söz ettiği ‘ressentiment’20üstüne kurulu, ‘insan hakları’ ve psikanaliz tarafından belirlenen, ve bu yüzden ağır anlamda politik, Adornocu anlamda otoriter kimliklere21 dönüşmüş faşizmin yeni yüzüdür. İnsan olacaksın, başka yol yok!
Deleuze ve Guattari Anti-Oedipus’ta22 ürettikleri kapitalizm ve psikanaliz eleştirisini Bin Yayla’da23 devam ettirerek bu durum karşısında hayvan-oluş’a giden yolların açılması ve insan-olmayan’a giden kaçış çizgilerinin oluşturulmasının aciliyetinden söz ederler. Burada anahtar sözcük ‘oluş’tur. Heidegger’in sözünü ettiği ve hayvanın ‘dünyada zavallı olması’nın altını çizen şey, ‘als solche’ ya da kavramsal düşünme biçimi sonuçta fenomonolojinin kurtulamadığı, önermelerle düşünme sistemine bağlı kaldığı gibi öz’e giden yolda insana ait saymadığı her şeyi yok sayar (tıpkı Nazilerin hayvanlarla birlikte ‘hayvanlığa’ indirgedikleri Yahudileri yok sayabildikleri gibi). Fenomonoloji bir ‘olma’ felsefesidir ya da kısaca insan’ın aşkın bir sistem içinde örnek aldığı modeli, figürü tekrar üretip yokluktan varlığa net bir geçişle ‘insan’ olunmasında diretir.
İnsan ve Hayvan Hakları
Oysa düşünce kavram yaratabilen ve kavram yaratamayan arasında sıkıştığı sürece bir yanda insan hakları öte yanda hayvan hakları hep olacak; insan hep hayvana borçlu kalacağı gibi bu borcunu asla ödeyemeyecek, ağırlığı altında inlediği ‘ressentiment’ı daha da derinleştirip hayvanlara daha çok eziyet edecek ve daha çok ‘insan’ olmayı hedefleyecektir. Deleuze ve Guattari’nin Batı felsefesinin yaslandığı ‘aşkın’ düşünce sistemi karşısında önerdikleri “içkin” (“immanent”) düzlem ise böyle bir tartışmaya yol açan ikilikleri eritip düşünceyi sonsuza açarken, mimetik olan, yani insanın bir model üstüne kendini kopya olarak kurduğu sistemi de reddeder. İçkin düzlemi belirleyen ‘mimesis’ değil ‘simulacra’; ‘olmak’ değil ‘oluş’tur. Simulacra, Baudrillard’ın savunduğunun aksine, modelin ortadan kaybolup herşeyin kopyanın kopyası olduğu bir sistem değil, model ile kopya arasındaki ilişkinin bozulduğu, çözündürüldüğü, benzerliğin kalmadığı bir ilişkidir24. İçkin bir düzlem içinde düşünülen Deleuzecü simulacra kavramında bu yüzden taklit yoktur, sonsuz bir oluş, insanın insan olamadığı, hayvan olanla ilişkisini bir hayvan-oluş içinde kurması gereken içkin bir sistem vardır ve Deleuze’ün değişiyle içkinlik, yaratılması gereken şeydir25. Batı’nın Plato’dan beri yaslandığı tek/çok ilişkisi böylece ‘çoğulsallık’ (‘multiplicité’) düşüncesine açılır. Bir başka deyişle, insan insan olma hakkını kendisini hayvandan ayırıp, insan adını verdiği aşkın bir idea ile özdeşleşme üstüne kuruyorsa, içkin düzlemde ‘tekilliğe’ sahip olan her zaman çoğulsaldır ve asla bir özdeşlik durumuna indirgenemez. Bu yüzden Kurt Adam’ın rüyalarında tekrarlanan sahne, ağaç dallarına tünemiş kurtlar sürüsü, çoğulsallığın, hayvan-oluşun bir çağrısıdır. Hayvan-oluş önermelere dayalı kavramsal düşünceyi reddetse de kavramı reddetmez çünkü onun kendine has bir kavram kavramı vardır. Kavramlar olmuş bitmiş, aşkın ya da ideal bir felsefeye dayalı birimler olmayıp, çoğulsallığa dayalı ve sürekli yaratılması gereken şeylerdir. İçkinlik düzlemi her oluş’un kendi tekilliğini yeniden ve hep yeniden yarattığı bir düzlem ve böylelikle insanın asla ‘insan’ olamayacağı, onu insan yapan hakların herhangi reel politik bir varsayım oluşturmadan hep “n-1”de kalacağı bir düzlemdir.
Mikro-faşizm
Deleuze ve Guattari ev hayvanlarından alaycı bir şekilde bahsederler26 çünkü ev hayvanları tam da eleştirisini yaptığımız duygusal bağı kuvvetlendirme, insanın insan olma projesinde faşizmin yön değiştirerek ‘insan’ın içine yerleştiği mikro-faşizmi kurma araçlarından biri haline gelir: anne-baba-çocuk üçgeninin içine çekilen hayvandan “oğlum,” “kızım” diye bahsedilir ve bu insan/hayvan karşıtlığının bir ödipalleştirme sürecinden geçirilerek duygusal bağ’ın bu kez insanlaştırılmış-hayvan düzleminde tekrar kurulması anlamına gelir. Böylece iyicil, insancıl insan tekrar bütün ödülleri kazanır ve insan ile hayvan arasındaki karşıtlık ödipal bir aşk hikayesine dönüştürülerek insan-merkezci düşünce sağlamlaştırılır. “Düşünüyorum, öyleyse varım”dır; “seviyorum, öyleyse varım”dır. İnsan senden nefret ediyorum!
İnsan olanın insan kavramını kurarken (b)ağın üstüne attığı, doladığı duygusal ağın hem kendine hem başkalarına hem de hayvanlara uyguladığı mikro-faşizmin dil düzeyinde nasıl çalıştığını anlamak için Derrida’ya bakmayı öneriyorum. Derrida hayvanlar ve otobiyografi üstüne düzenlenmiş bir konferansin açılış konuşmasında27 şöyle bir durumdan bahseder: Her sabah banyoya doğru yol aldığında evin kedisi Derrida’nın yolunu kesmekte ve düşünür çıplak haldeyken gözlerini dikip ona bakmaktadır. Bu her sabah tekrarlanan karşılaşma anı, Derrida için bir davete dönüşür: bu bakışsız bakışa nasıl cevap verilebilir? Bu noktada nasıl bir bağdan söz edilebilir? Kuşkusuz, kediye “gel psi psi” diyebilir ve sonsuza kadar gelmesini bekleyebiliriz. Ama asıl mesele işte kedinin “psi psi” diyen anlamsız bir sese, “psi psi” diyen kişinin gözlerine, ürettiği bu anlamsız sesi sorgularcasına, gözlerini dikerek baktığı ve aslında gelmeden geldiği bu andadır. O (b)ağ belki bu bakışta, yani insan olmayı borçlu olduğumuz hayvanlara seslenme biçimimizde ve buna karşın onların yanımıza gelerek bize kendimizi ‘insan’ yaparken kendimizi onlardan kesinkes ayırma çabamızda, ve bize “sen en iyisi git başı ortası sonu belli olan cümlelerle kendini ifade etmeye devam et” demeye çalışan bu bakışta saklıdır. Bu karşılaşma anında eleştirilmesi gereken şey hayvan’ın tekilliğini ‘psi psi’ sesine indirgemeyi kendine hak gören bakış açısıdır. Derrida bu noktada şunu önerir: Fransızcada ‘hayvan’ anlamına gelen ‘animaux’ sözcüğü bütün hayvanları tek bir sözcüğün boyunduruğuna indirgemekte ve onların tekilliğini silme, yok sayma aracına dönüşmektedir. Derrida’nın ‘animaux’dan yola çıkarak kurduğu ‘animot’ sözcüğü, aynı ‘différance’ tartışmasında olduğu gibi, okunuşu ses itibarıyla aynı olan ama ‘animot’ durumunda saptanamayan, sürekli kaçış içinde olan bir sözcük yap-boz’una, bir tür olanaksızlığa dönüşür. Yani ‘animot’ bir yanda ‘canlı’ olan, öte yanda ‘sözcük’ olan ama gönderide bulunduğu net bir anlam alanı olmadığı için sürekli ‘anlam’ dışı kalan, çoğul, tüketilemeyen, ve daha önce savunduğumuz gibi hep n-1’de kalan bir durumu açığa çıkarır. Bir bakıma, Levinas’ta tekilliği “Bobby” adıyla kurulan ama verildiği anda, hayvan konuşamadığı için geri alınan, ve genel bir ad, ‘hayvan’a dönüşen şey karşısında ‘animot’ hayvanların dilde soy-tür aracılığıyla belirlenen konumunu bir karar verilemezlik konumuna açar.
Dilde gerçekleşebilecek bu açılım, dilin geçerli olduğu her alanda, kanımızca, şu tür soruları da beraberinde getirecektir: Sözcüğü canlandırmak, hayvan sözcüğünü ‘canlı’ hale getirmek insanı insan olana bağlayan duygusal bağı (b)ağa açabilir mi? Bugün sadece Türkiye’de değil bütün dünyada boğucu derecede baskın hale gelmiş mikro-faşizmden düşünceyi ‘oluş’a, dili tekilliğe, insanı n-1’e açmakla kurtulabilir miyiz? İnsan haklarını bir bir sayıp maddeler halinde kitaplara, anlaşmalara koymak yerine (b)ağa yayılan bir duygusal bağ ile insan, aile, devlet, yurttaşlık, din, tanrı, gelenek, hak vb gibi ‘kavram’lardan kendimizi kurtarabilir miyiz? Bu (b)ağa bağlanmadan, (b)ağlamadan, duygusal bağın kurulurken yıkılan bir bağ olduğunu düşünüp bunu bir haz üretme aracına dönüştürerek, bu kurma/yıkma ya da yap/boz oyunundan zevk alarak, ‘insan’ denen o korkunç varlığı “n-1”e zorlayabilir miyiz?
Hayvanlarla karşılıklı hipnoz ilişkisi içinde olduğumuz uyurgezer bir dünya hayal ediyorum28.