İnsan hak talep edebilecek bir canlı mıdır?
Bu hakkın talep edebileceği bir kurum var mıdır, varsa, nerededir? Kurum olabilme hakkını nerden edinmiştir?
İnsan hakları talep edilebilecek bir şey midir? Hayvanlar hak talep edemedikleri için mi hayvandırlar? Hakkının ne ya da nerede olduğunu ‘biz’ insanların bile bilemediği bir kurumdan hak talep edemeyenleri ezmek, aşağılamak, yok saymak, işkenceyle öldürmek, zehirlemek hak talep edebilmenin ön koşulu mudur?
İnsan kendini ne zaman ve nasıl insan etmiştir? Böyle bir tarih varsa, hak insan edilebilmiş midir? Yoksa, hak talep edebilmek için en başta hakkı mı insan etmek gerekmiştir? Ya da en başta haklı mı olmak gerekmektedir?
Hakkımdan vazgeçmeden ‘hak’kımdan vazgeçebilir miyim? Buna zamanım olur mu? Ölmeden önce ‘hak’tan vazgeçsem miydi? ‘Hak’kı ‘insan’ denen şeyden kurtarabilir miyiz? ‘İnsan’ı ‘Hak’tan, hak sahibi olmaktan kurtarabilir miyiz? Hak’tan vazgeçebilirsek HAK’tan da vazgeçebilir miyiz? Hakkımdan vazgeçme hakkına sahip miyim?
Bu makalenin temelinde hayvanlar var ama özellikle insan olan hayvanlar, hayvan olan insanlar, hayvan olmak istemeyen insanlar, insan olmak istemeyen hayvanlar, insan olmak isteyen insanlar, hayvan olmak isteyen hayvanlar, insan olmak istemeyen insanlar, hayvan olmak istemeyen hayvanlar vb. …
İnsan hakları talep edildiği sürece, ve ancak ve ancak bir insan tarafından talep edildiği sürece var olabilecek bir şeyse insan hep insana, hayvan da hep hayvana eşit kalacak demektir. Oysa bizim önermek, konuşmak istediğimiz durum şöyle bir durum:
n – 1 insan
Bu durumda bir bağı kopartacağımız kesin gibi görünüyor: İnsanı insan denilen şeyden kopartmak ve böyle bir bağın ne pahasına oluşturulduğundan, insana hak veren şeyin ne olduğundan bahsetmek.
Ama ya bu bağ insana bağlı değilse? Ne olursa olsun, insan kuşkusuz bu bağa bağlanmak istemiştir. Ama ya bağ? Bağ insana bağlanmak istemiş midir? Yoksa bu bağ insanı istemese de başka yerlere mi bağlamaktadır? Yani, ya insanın bağlanmak istediği yer ile ona bağlı olan şeyin niyeti birbirinden farklıysa? Aslında her şey insana bağlıdır, ama ya hepsi insan olmayan insana duyulan duygusal …
Hayvanlardan ve bilhassa ödipalleştirdiğimiz ev hayvanlarından bahsettiğimizi sanıp hemen bir duygusallığa kapılmayın. Ya da iyisi, kapılın çünkü konumuz ‘duygusal bir bağ’.
Bu yazının Freud’un bile başa çıkamadığı bir bağla bir yere bağlandığını belki de en başta söylemeliydik. Gözleriniz sulandı hemen değil mi? Durun, durun, öyle bir bağ değil bu: Duygusallığı hemen insan kalbinizde aramayın; bu bağ sizi insan olmaya iten, zorlayan, “insan olacaksın” diye emreden yerle alakalı. Kısacası, insanı insan olmaya bağlayan bağ.
Freud’un psikanaliz araştırmalarında hipnoz’dan çağrışım yöntemine geçişini ve bunun nedenlerini açıkladığı makalesinde1, Mikkel Borch-Jacobsen bu dönemden psikanalizin 19. yüzyıl psikoterapisinden ayrılarak kimliğini kurduğu süreç olarak bahseder. İlk izleri psikanalizin Freud’dan da önceki babaları Charcot2 ve Janet’de3 sürülebilecek hipnoz yönteminde hastada travmaya yol açan sahneye gidilmekte ve bu sahnenin neden olduğu izler bir bir tespit edilerek oluşturulan travma öyküsünün neden olduğu semptomlar tek tek gözden geçirilerek hastanın iyileştirildiği söylenmektedir. Fakat, özellikle Janet’nin hastaları ve Freud’un ilk dönemlerinde tedavi ettiğini söylediği hastalar, hep doktora geri dönmekte çünkü hasta ile doktor arasında Freud’un da tam çözemediği, ‘duygusal bağ’ (Gefühlsbindung) denilen bir bağ oluşmaktadır. Aynı bir Dionysos şenliğinde tanrı ile tapınan arasında sınırların yerle bir edildiği ritüellere benzeyen bu durumda, hasta kendi sınırlarını hipnoz sırasında doktora açmakta (ekstasis) ve kendi benliğinin doktor tarafından istila edilmesine (enthusiasmos)4 izin vermektedir. Kısacası, hastalar Freud’a bu sınır aşımı sonucu âşık olmakta ve bu durum Freud’un canını oldukça sıkmaktadır. Teknik anlamda bir aktarım (‘transference’) sorunu olan, hastanın kendi ben’ini kurarken psikanalisti model olarak aldığı bu durumdan kurtulmak için Freud hipnoz’dan vazgeçer ve sonraki psikanaliz kuramında çağrışım yöntemini tercih ederek modeli ‘psikanalist’ten psikanaliz tarafından belirlenen, soyut bir ‘ödipal-insan’ kimliğine aktarmaya çalışır. Buna rağmen aynı sorun devam eder ve sonuçta Freud aktarım’ın telkin yönteminde ancak göreceli olarak azaltılabildiğini söyler. Bu çözülemeyen ama Freud’un daha sonraki psikanaliz araşırmalarında varlığını ısrarla hissettiren bağ, Jacobsen’e göre bilinçaltı ve başkalarıyla kurulan belli bir ilişki biçimine, ya da dahası, insanın ötekiyle kurduğu ilişki sonucu ortaya çıkan bir bilinçaltı sorununa işaret etmektedir. Ve Freud’un ilerleyen tarihlerdeki araştırmalarına bakıldığında bu bağın sadece duygusal, hasta ile doktor arasında gelişerek, psikanalizin ön şartı olan belli bir ‘ben’ ve ‘kimlik’ varsayımını sarsan bir bağ sorunu olmakla kalmayıp, psikanalizin kimlik sorunu, psikanalizin kendisiyle kurduğu bağ sorununa ya da nihayetinde ‘bağ’ sorununa dönüştüğü görülebilir. Yani kendi kimliğini hipnozdan çağrışıma geçerek kurabilmiş psikanalizin kendisine, kendi ‘öz’üm dediği şeye duyduğu bağın nasıl bir bağ olduğu ve bu bağın hangi koşullar altında ayakta kaldığı, sarsılabildiği ya da yok edilmesi veya korunması gerektiği sorusu Freud’dan sonra bugün bile tamamıyla çözülemeden kalmış temel bir sorun oluşturmaktadır.
Bu tartışmadan bahsetmemin temelde birkaç nedeni var. En başta ‘ben’in ya da ‘kimlik’in nasıl kurulduğu ve psikanaliz kuramının ‘ben’i kurarken belli bir insan kavramı ile nasıl bir bağ kurduğunu göstermek.. Psikoanaliz’in ilk kurbanlarının histeria vakaları olduğu, gerek Janet ve Charcot, gerekse Freud’un ilk hastalarına bakıldığında aşikar bir durumdur. Bu hastaların çoğu, hemen hemen hepsi kadındır ve Deleuze’ün tabiriyle histeri krizi sırasında “gövde kendinden kaçmaktadır.”5 Kriz anında gövde organize bir insan gövdesi olmaktan çıkarak hayvansı bir duruma yaklaşmakta ve Freudçu psikanaliz işte tam böyle bir anda devreye girip ‘kendi’nden hayvan olana doğru kaçan ‘ben’i ve bedeni ödipalleştirmeye çalışmaktadır. Yani, psikanaliz ‘ben’ kavramını kurulabilmek için bir yandan Descartes’tan beri var olan, kendisiyle özdeş, düşünebildiği sürece var olabilen ve rasyonalite kuralları içinde düşünebildiği sürece özdeşliğini koruyabilen bir insan tanımına dayalı ‘insan’ ile ‘hayvan’ arasındaki farkı, öte yandansa neden ve kim tarafından insana verildiği asla bilinemeyecek ‘hak’ kavramını sorgusuz sualsiz a priori kabul edip hastayı buna zorlamalıdır ki ‘bağ’ın doğası hakkındaki kuşkular karabasan gibi tekrar tekrar geri dönmesin.
Anlaşılacağı üzere, sözünü ettiğimiz duygusal bağın insanın insan olma mücadelesinde kendisini hayvan olandan ayırıp kendine icat ettiği hakları yaratırken olmayan bir insan ‘idea’sına duyduğu bağ olarak ortaya çıktığını, ama hipnozdaki durumun bu bağın da gerisinde yatan ve duygusal bağın kurucusu bir başka (b)ağlar ağına ait olduğunu söyleyeceğiz. Bu bağlar ağına yakalanan kimdir, ağı kim kimin üstüne atmıştır? Bu bağı atan biri olmuş mudur? Bu ağ atılabilir mi? Ağa bağlanılabilir mi? Bağa ağlanabilir mi?
Az önce değindiğimiz gibi, 19. yüzyıl psikoterapisi, özellikle Janet ve Charcot’nun histeri vakalarında ağlayan bu bağsa, Freud ile hipnozdan vazgeçen psikanaliz insan hakları kavramıyla birlikte ‘duygusal bağ’ olarak tanımlanan bu ağlar bağını insan olana duyulan bir bağa dönüştürmek için kolları sıvar ama her çaba ağlar (b)ağını geri getirmektedir. Deleuze ve Guattari’inin Freud’un Kurt Adam vakası6 için söyledikleri gibi hayvan olan sürekli geri dönmektedir: Sergei Pankejeff’in7 derdi kurtların çağrısına cevap verememesidir ama Freud bunu anlamaz ve bu çağrının Kurt Adam’a ulaşmasını engellemek için elinden geleni yapar… Amaç hayvanla bağın tamamıyla kesilmesidir. ‘İnsan’ olanı kurmaya yönelik ve bu nedenle politik bir girişim olarak da düşünebileceğimiz psikanalizin amacı zaten hep politik olmuştur: bir devlet içinde yaşayacak, ötekilerin ‘hak’kına saygılı, nesneleri ve özneleri kavramsal anlamda kavrayabilecek bir varlık olarak tayin edilen ‘insan’ı ayakta tutabilecek protokollerin bir bir sıralanması ve bunların kanun olarak işlenmesi olan anayasalara uygun bir ‘ruh’ yaratmak. İnsan hakları kavramı, bu bağlamda, insanı insan yapan şeylerin insanı hayvandan ayırarak işlendiği bir haklar tutanağıdır. Ama bu protokolleri ayakta tutan payenda hiçbir zaman hatırlanmamalı ve bir (b)ağ olarak geri dönmesine asla izin verilmemelidir.
Derrida ve Deleuze/Guattari felsefesi düşünsel anlamda Descrates’dan beri süregelen, ‘hayvan’ı rasyonalite dışına koyarak ona her türlü eziyetin yapılmasını mubah kılan düşüncenin gidişatını ‘yapıbozum’ ve ‘oluş’ düşünceleriyle kısa devreye uğratır. Eleştirinin odağında Descartes düşüncesi ve onun en seçkin uzantıları Heidegger ve Levinas8 vardır. Heidegger ve Levinas’ın hayvanlar konusunda yazıp söylemiş oldukları yukarıda sözünü ettiğimiz duygusal bağ ile (b)ağ arasındaki dinamiği oldukça iyi açıkladığı için burada kısaca özetlemekte fayda görüyorum.
Descartes’ın argümanı insan olanı hayvandan konuşabilme yeteneği sayesinde ayırıp insan-merkezci bir dünya görüşünü bütün ‘insanlığa’ mal etmişse, Heidegger düşüncesi bu ayrım üstüne düşünmeye çalışmıştır ama bundan çok da ileri gidememiştir. Hayvanlar ve Yahudiler sizden ve bağınızdan nefret ediyorum! Heidegger’in hayaleti Dasein’dır ve onla bir ‘bağ’ kurabilmek için her insan-merkezci düşüncede olduğu gibi hayvanın kurban edilmesi gerekmektedir.
Yaşayan canlılardan konuşan canlıya olan sıçrama yaşamsız taştan yaşayan canlıya olan sıçramadan daha büyük olmasa da onun kadar büyüktür.9
Bütün varlıklar arasında düşünmesi en zor olan canlı yaratıklardır çünkü bir yanda belli bir açıdan bize en yakın olanlardır, ama öte yanda ve aynı zamanda bizim ‘ek-sistence’ özümüzden bir uçurumla ayrılmışlardır10.
Temelde hayvan ile insan arasında şöyle bir ayrım vardır: ‘Ek-sistense’ sadece ve sadece insan olanın özünü belirler; yani ‘olmak’ sadece insan olana mahsustur; öteki canlılar da olurlar ama onların olma biçimi dünyayı dünya kılabilmekten uzak bir dünyadır. Bu ayrımın derinliklerinde, insan olmayan bir canlının, konuşamadığı için, dünyasını ve çevresini ‘dünya’ ve ‘çevre’ kılabilecek, ontolojik bir ayrım yapabilmesini sağlayan, ‘als solche’ düşüncesinden mahrum olması yatar. ‘Als solche’ düşüncesini, kavramsal bir anlayışı yaratamadığı için hayvanın ‘dünya’sı ve ‘çevre’si yoktur. Bu noktada fenomolojinin kısır döngüsüne işaret eden şöyle bir soru sorabiliriz? Hayvan’ın özü, ya da onun ek-sistence’in dışında kaldığı gibi iddialarda bulunmamız için, en başta hayvan olma kategorisine neyin girip neyin girmeyeceği konusunda peşin bir karar vermemiş miyizdir? Yani, Heidegger düşüncesiyle bulmak için yola çıktığımız ‘öz’ün ne olduğunu daha başta bilmekteyizdir ve yolculuk daha başlamadan sona ermiştir.
Eleştiride daha çok ilerlemeden Heidegger’in dünya ya da çevre kavramlarından yoksun bıraktığı hayvanlara nasıl bir yer ayırdığına bir göz atalım. Düşünüre göre, hayvanlar “dünyada zavallı olanlardır.”11 Zavallı olma durumu doğrudan dünya hakkında kavramsal bir bilgi üretememelerine ve içinde bulundukları doğaya ‘esir olma’ durumlarına bağlıdır. Örneğin, insan ve maymunun birbirine çok benzer elleri olsa da, her ikisi de kavrama işini eşit oranda gerçekleştirebiliyor olsa da, hayvanın eli olduğunu söyleyemeyiz çünkü o eli olduğunu bilmez ve bu yüzden bütün hayatını organizmasının ihtiyaçlarını gidermek üstüne kurar12: Elinin kavradığını aklı kavrayamaz. Kısacası, Heidegger, Descartesçı argümanın konuşabilme özelliği üzerinden belirlediği insan kavramını hiç sarsmadan Dasein sorununa taşır ve hayvanları kavramsal bilgi üretemedikleri için bir kez daha uçurumsal bir farklılığa hapseder. Bentham’ın13 savunusunun aksine, örneğin, hayvanların içgüdüsel mi yoksa ontolojik bir bilişe mi sahip olduklarını anlamak için bir arıyla yapılan deneyi anlatırken Heidegger’in kalbi hiç sızlamaz. Bir arı bal emdiği bir çiçeği karnı doyduğu için mi, yoksa çiçekteki bal bittiği için mi terkeder14? Deneyde bir arı’nın önüne bir kap dolusu bal konulmakta, balı emerken arının karnı kesilmekte ve karnının kesildiğini ve balın sürekli kesikten akıp gittiğini ancak ölünce anlayacak arı sayesinde arının kavramsal bir bilgi üretemeyeceği kanıtlanmaktadır. Ama zavallı arının ölme hakkı bile elinden alınır çünkü, bilindiği gibi, Heidegger’e göre insan ve hayvan arasındaki en temel fark insanın öleceğini bilmesi ötekininse bundan haberdar olamamasıdır15. Bu tür bir düşünce o yüzden bu arının karnını kesme hakkını kendisine kimin verdiğini sorgulamaz bile. Karınla birlikte karın bağı da kesildi sanılır ama Dasein kendini hayvan olandan ne kadar temizlerse temizlesin, duygusal bağ ve (b)ağ Kurt Adam’ın rüyalarında ya da Levinas örneğinde göreceğimiz gibi hep geri dönecek ve her geri dönüşte yeni bir Üstinsan özlemini de beraberinde getirecektir.
İnsan hep bir sıfır öndedir ya da her zaman n+1’dir.
Zafer Aracagök’ün yazısının ikinci bölümü gelecek sayıda yayımlanacaktır.