Dinginlik, kendine dönüş, huzur sessizlikle tasvir edilir genellikle. Zihnin mutlak sessizliği. Düşüncelerin, hatıraların gürültü yapmadığı bir yer, bir zaman. Bu kendine dönebilme hâli, tabiatta sadece insanoğluna mahsus. Diğer hayvanlar devamlı tehlikelere karşı tetikte olmak zorunda olduklarından, insanın sahip olduğu kendine dönebilme lüksüne sahip değiller. Düşüncelerden kurtulmak için, düşünceleri dışarıda bırakmak için, zihnin sessizliğine ulaşmak için, içinde ritim de olan bir disiplin ve daha da önemlisi, teslimiyet olmazsa olmaz. Sekmeyen aralıklarla tekrarlanan bir şey. Bir piyano tuşu da olabilir, bir mantra da. Kendini kaybetmek, teslim olmak, içine dönmek ve kendinde kaybolmak için ritmik bir hikâyeye ihtiyaç duymak ilginç tabii ki. Biteviye tekrar bizi dinginliğe taşır. Hedefe. Sessizliğe. Kalp atışlarının sonunda mutlak sessizliğe ulaşmak gibi. Zikir ayinlerinde “hu çekmek”, qawwali ritüellerinde vuruşları saymak, Afrika vurmalılarında kaybolmak; hepsi aynı kapıya çıkıyor. Bir tarafa kapanan, diğer tarafa açılan bir kapıya. Bu iş böyle; karşıtını içinde barındırıyor.
Peki mutlak sessizliği, dinginliği neden istiyoruz. Çünkü kendimize döndüğümüzde, her şeyi olması gerektiği gibi algılıyoruz ve daha önce varlığından haberdar olmadığımız algı kapıları birer birer açılmaya başlıyor. Dinginliği, zihnin sessizliğini bir nevi temizlik gibi görebiliriz. Kirden, kalabalıktan, gürültüden arınma.
Gereksiz düşüncelerle ve gereksiz işlerle ruhumuzu kirletip duruyoruz hayatımız boyunca. Ancak, bir kere doğru yola girdiniz mi de, geri dönüş olmuyor. O zaman hayatın tüm kiri, pası, size daha çok batmaya başlıyor.
Çoğu sosyalleşme de bir nevi kirlilik değil mi? Dijital sosyalleşme de bu kirliliğin manifestasyonlarından. Hayatımızı doldurduğumuz çoğu boş ilişkiler. Ne uğruna? Tabii ki yalnız olduğumuzu, ölümümüzü tek başımıza karşılayacak olduğumuzu unutmak için. Oysa, fazlalıklardan arınarak, kendine dönebilmek insanı hafifletiyor. Hafifleyince, yükselmeye başlıyorsunuz. Yükselince de, her şeyi farklı bir perspektiften görmeye. Yakın bir arkadaşım, bu arınma, hafifleme seanslarına bahar temizliği diyor. Fazla ilişkilerden, fazla uğraşlardan, fazla, gereksiz nesnelerden arınma haline.
Her türlü kirlilik, kalabalık ve gürültü, insanın kendine dönmesini engellediğinden, huzur hep erteleniyor.
İnsan genelde farkında değil ama, insanı kirleten en temel şeylerden biri de müzik. Müzik de eşyanın tabiatı böyle olduğu için çoğunlukla kötü ve vasat ne yazık ki. Galiba Duke Ellington’ın lafı: “İki tip müzik vardır: iyi müzik ve diğerleri.” Katılıyorum. Müzikten kurtuluş yok; hele kötü müzikten asla. Müziğin çoğaltıcıları, yayıcıları, alıcıları kendilerinden neden bu kadar eminler, anlayabilmiş değilim. Herkesin müzik bilgisi, görgüsü, beğenisi mutlak. Birinin mutlaka söyleyecek bir şeyi var. O söylenecek şeyin önemini kavrayan başka biri. Yayılması ve çokluklara ulaşması gerektiğini düşünen bir başkası. Ve çokluklar. Müziği tüketenler. Müzik tüketicileri. Tüketirken tükenenler. Müzik paylaşılan ve sosyal olarak da deneyimlenen, tüketilen bir şey. Trafikte misiniz? Ya da plajda? Ofiste? Evde? Bir kulüpte? Bir konserde? Ya da radyoda? Mutlaka birinin mutlak beğenisine maruz bırakılırsınız. Dediğim gibi; çoğu kötüdür. Yapacak bir şey yok. Tahammül etmeyi öğrenmeniz lazım: İnsanların kötü fikirlerine, kötü ve vasat yaşamlarına, vasat bilgeliklerine maruz kaldığımız gibi, vasat müziklerine de maruz kalıyoruz. Şaşılacak bir şey yok aslında.
“İyi müzik” dediğimiz şey ise algı kapılarını aralıyor, bizi kendimize taşıyor, her şeyi olması gerektiği gibi görebildiğimiz yere. Bunun için müzik hayatın olmazsa olmazı. Hele, doğru müziğe doğru bir yerde, doğru insanlarla, doğru bir atmosferde yakalanırsanız, hayatınızı temelinden değiştirebilecek bir şeyler yaşayabilirsiniz. Bunu yaşadığınız zaman da artık çıtanız bu yeni coğrafya olur. Orada kendinizi evinizde, emniyette, hafif, mutlu, özgür, ölümsüz hissedersiniz. Sonsuzluğu tadarsınız. Bu anları çoğaltmak için yaşamaya başladığınızda da, bir nevi bağımlısınızdır. Siyah Baptist bir kilisedesiniz, ya da Kumasi’de bir ayinde, ya da Sun Ra’nın dizinin dibinde, ya da Bob Marley’le sallanıp, Bob Dylan’la yuvarlanıyorsunuz, Bach’la yatıp Meade Lux Lewis’la kalkıyorsunuz. Peki neden kendinizden bu kadar eminsiniz? Sonsuzluğu, ölümsüzlüğü tadıp, emin olmamak mümkün mü? “İşte bunun için buradayız”, “bu her şeye değer”, “bunun için bütün bu kire, pasa katlanılır” diyebildiğiniz için bu kadar eminsiniz. Artık daha zenginsiniz. Bunu herkesin yaşamasını istiyorsunuz, bunun imkânsız olduğunu bilerek.
Sonra vasatın bilgeliği ile karşılaşıyorsunuz, kendinden emin, kibirli duruşuyla. Orada da başka bir coğrafyanın vatandaşları var. O coğrafyanın da şartları, ilkeleri, kanunları, havası, suyu var. Siz her ne kadar havayı kirli bulsanız da, o havayı solumaktan memnun olanlar çoğunlukta. Yavaş yavaş zehirlendiklerinin farkında olmadıkları için üzülüyorsunuz. Sizin yaşadıklarınızı hiçbir zaman yaşayamayacakları için. Kuzum, siz kendinizi ne zannediyorsunuz? Bu kibir, bu afra, tafra nedir? Size mi kaldı insanları kurtarmak? Bakın kendi işinize. Kendi içinize dönün. Ve öyle yapıyorsunuz.
Tabii ki hikâye burada bitmiyor. Siz, bilgeliğiniz, hazineniz zannettiğiniz şeyle yaşamaya alışıyorsunuz ama coğrafyadan kaçış yok ne yazık ki. Siz de aynı havayı solumak zorundasınız. Dolayısıyla siz de zehirleniyorsunuz. Ama korkmayın, gerçeklik buysa, bu gerçekliği aşmak için farklı boylarda, farklı renklerde haplarınız var! Ve de sonunda dönebileceğiniz güvenli bir liman. Kendiniz. Evet, kronik bir hastalığınız var ama endişeye mahal yok.
Müzikten kurtuluş yok; kötü müzikten asla.