Size sorsam sevgili okuyucu,
mükemmel haftasonunuz nasıl geçer diye, ne derdiniz?
Bu soruyu buraya bırakıp zamanda biraz geriye, şu meşhur ekonomi-finans gazetesi Financial Times’ı ilk elime aldığım güne gidelim. Bugün gibi hatırlıyorum. Londra’da talebeyken bir iş görüşmesine çağırılmıştım. Tek takım elbisemi – pek kötü kesimli, lacivert – tek iş gömleğimi – kol düğmeli çünkü öylesinin çok ama çok havalı olduğuna inanıyordum – ve ev arkadaşımdan ödünç aldığım kravatımla görüşmeden çıkıp nasıl olduysa güneşli Londra kış göğüne baktım ve tatlı bir hovardalık yapmaya karar verdim. Köşedeki tezgahtan bir FT aldım, ve meydandaki küçük parkın banklarından birine oturup yavruağzı gazetemi esen rüzgarda hışıdattım. Evet henüz bir işim yoktu, bu vecihle FT’de beni ilgilendirecek bir mevzu bulmam da düşük ihtimaldi – o dönemin FT’sinin gündemi ağırlıklı olarak Londra hisse senetleri piyasasıydı, Londra henüz uluslararası bir şehir olmamıştı, gazetesi de pek oralarda değildi – ama işte orada, lacivert takım elbisem ve boynumda sımsıkı duran kravatımla nasılda, nasılda bu yeni aleme ait gibiydim. Bir şehre ait olmak, önemli olan da bu değil miydi zaten?
Sonra hakikaten bir bankacı olunca düzenli olarak yavruağzı neşriyatı okur oldum. Zaman geçti, Cumartesi az sayfayla çıkan, Pazarları hiç çıkmayan FT bu Cumartesi neşriyatına şimdiki eğreti tabirle “yaşam tarzı” ekleri iliştirdi. Diğerleri – “ev ve yuva”, “nereye harcamalı” “sanat ve müzayede” – döne döne yayınlansa da FT Weekend her Cumartesi neşredildi. Sonra bir gün, bu neşriyat içinde kuşe kağıda dergi gibi basılan “Nereye Harcamalı”nın son sayfalarında bir dizi başladı: Mükemmel Haftasonu.
Mükemmel Haftasonu’nda gustosuna itibar edilen meşhur ve yarı-meşhurlar yaşadıkları şehirdeki mükemmel haftasonlarını anlatıyorlardı. Kimisi gün doğmadan kalkıp ava giderken kimisi kahvaltısını yatakta yaptığı geç sabahları seviyordu. Kimisi sağlıklı beslenirken – gittikleri organik pazarcının adını sizlerle paylaşıyorlardı elbette – kimisi zararlı da olsa yerel lezzetlerden – pastırmalar, peynirler, türlü nevi ağır şeyler – vazgeçmiyorlardı. Bazen yakındaki ormanda yapılan piknikte tarifi etraflıca verilen sandviçler 14 yıllık şampanyalara katık edilirken – yağmurun bile bu tabiat aşkına mani olamadığını eklememe gerek var mı? – bazen şehrin rabıtalı restoranında önce şef filancayla yeni zeytinyağı ya da trüf mantarı rekoltesi üzerine sohbet ediliyor, sonra da beyaz örtüler üzerinde şık yemekler yeniyordu. Yerel spor aktiviteleri, eskici pazarları, antikacılar, sanat galerileri, müzeler, organik pazarlar, çevre köylere bisiklet gezileri, moda-alışveriş tavsiyeleri, tabii mahzenler, şarap tadımları, yeni lezzetler sunan deneysel mekanlar, değişik kokteylleri tadabileceğiniz şehre hakim teraslar, yeni çıkmış aperatifler, en iyi espressolar, en gözde çiçekçiler, en taze pastalar, kaybolmaktan keyif – bu tabire hayatımda hiç ısınmadım baştan söylüyorum – alacağınız sokaklar… Bir şehirle, kasabayla, hayatla ilgili aklınıza gelecek – ve gelmeyecek – her şeyi bu satırlarda bulabiliyordunuz. “Mükemmel haftasonu”nu en ince detaylarıyla bizlerle paylaşan evsahiplerimizle birlikte konserlere gidiyor, sergi açılışlarında boy gösteriyor, bazen onyıllardır müdavimi oldukları lokantada bizden başkasının oturamadığı köşe masamızda yine aynı yemeği yiyor, bazen yeni açılan pek havalı bir mekanda çağdaş lezzetleri heyecanla deneyimliyor, modern sanat müzemizden çıkıp tasarımcı butiklerden alışveriş ediyorduk. Bu yazıları okuması pek cazip, pek ferahlatıcıydı. Haftada bir, bugüne dek gitmediğimiz, haydi en fazla turist olarak gezdiğimiz bir şehrin gizli zevklerini keşfediyorduk.
Ve şimdi en baştaki sorumuza geri dönelim: sizin mükemmel haftasonunuz nasıl geçer?
Bu soruyu kendime sorduğumda aklıma işte FT’nin bu serisi geldi. Neydi bu insanların deneyimlerinin ortak noktası? Bu diziden çıkarılacak bir ders, bu kıssadan bize düşen bir hisse var mıydı?
Üstlerindeki cilayı, mış gibiliği, biraz abartıyı ve süsü araladığımız zaman bu insanların mükemmel haftasonu fikirlerinden kalan hülasada bir kaç ortak nokta vardı. Birincisi aileyle geçen zamandı. Müze ziyareti, caz konseri, tabiat yürüyüşü sonunda piknik, şık bir restoranda 12 tabaklık tadım mönüsü ya da Pazar akşamı takımınızı desteklemek için stadyum önünde kuyruğa girmek; tüm bunlar aileyle güzeldi. Kimse ‘ben şuraya gittim aman da ne güzeldi’ demiyordu. Birlikte gittik, beraber gördük, hepimiz çok seviyoruz diyorlardı.
İkinci mühim mesele ise, elbette, yerellikti.
Sevilla’da, Siena’da, Münih’te, Kopenhag’da, Stokholm’de, Şikago’da, Melbörn’de, hatta dünyanın en kozmopolit şehirleri Londra ve New York’ta çok güçlü bir yerellik kültürü vardı.
Yani insanlar kasaplarını, sabah kahvelerini içtikleri kahvenin garsonunu, yemek yedikleri lokantanın sahibini, tabii bu arada komşularını tanıyorlardı. Bunun bir adım ötesi de vardı: Şehirlerindeki konser programını biliyorlardı, düzenli olarak tiyatroya, baleye, operaya gidiyorlardı, ve şehrin hayatı diyebileceğimiz o ortak varoluşa can-ı gönülden iştirak ediyorlardı.
Şimdi burada bir mola verelim. Yine yıllar öncesine dönelim. Hâlâ oturduğumuz şehrin dışındaki banliyöye ilk taşındığımızda salonun galerisine asılacak lambayı – yeni tabirle aydınlatma modülünü – asmak için bu işlerde uzman bir elektrikçi bulmuştuk. Sabah kapı çaldı, ellerinde alet çantalarıyla içeri giren ustaların başındaki genç çocuk bana baktı baktı ve sordu:
“Abi sen Topağacından değil misin ya?”
“Evet.”
“Ben …’nin çırağıydım. Hatırladın mı?”
Hatırlamıştım. Ekibin kalan kısmı iskeleyi kurarken biz eski mahallemizden konuştuk. Kim nalburiyesini pideciye çevirmişti, kim dükkanını kiraya vermişti, kim babaları vefat edince..?
İşte mahalleli olmak böyle güzel bir şeydi. Yeni mahallemi de benimseyebilecek miydim? Yeni mahallem beni benimseyecek miydi? O gün bunları bilemiyordum ama eski mahallemin hatırası yıllar sonra gelip beni bulmuştu işte.
Hepimizin mükemmel haftasonu farklı bir şey. Kişisel farklılıklarımızı bırakın, 20’lerinizdeki mükemmel haftasonuyla 50’lerinizdeki çok farklı olacaktır. Ama işte bu sorudan yola çıkıp şehrimizle, mahallemizle, yakın çevremizle ilişkimize bakınca son onyıllarda ne çok şey kaybettiğimizi farkediyorum.
Hepimizin mükemmel haftasonu farklı bir şey. Kişisel farklılıklarımızı bırakın, 20’lerinizdeki mükemmel haftasonuyla 50’lerinizdeki çok farklı olacaktır. Ama işte bu sorudan yola çıkıp şehrimizle, mahallemizle, yakın çevremizle ilişkimize bakınca son onyıllarda ne çok şey kaybettiğimizi farkediyorum. Yeni stadımız pırıl pırıl, lakin biraz sığamadığımız için, biraz da rant uğruna terk ettiğimiz eski stadımızdaki maçlardan önce gittiğimiz Meşale artık hayatlarımızda yok. Her haftasonu dolan AKM şu anda büyük bir şantiye, müdavimlerinin resimleri duvarlarda asılı Balık Çarşısı meyhaneleri fast-food barlara dönüşmüş, beraber yapılacak tarih ödevi için defterlerimizi alıp arkadaşlarımıza gittiğimiz apartmanlar yıkılıp biraz da kremalı pasta motifli yeni apartmanlar yapılmış.
Beşiktaş’ın sarı fırtınası Metin Tekin bir röportajında şöyle diyordu: “ben 15 yıl Beşiktaş’ta forvet oynadım. Bugün bırakın 15 yılı, bir iki yıl o mevkide oynamak imkansız.”
Galiba hayatın çok hızlandığını, bugün açılan balıkçının seneye kebaplı suşi konseptine dönebileceğini, artık kimsenin bir mahallesi olmadığını, herkesin heryere hemen gittiğini ve o herkesin dün gittikleri yerlerden bir anda vazgeçebildiklerini kabullenmemiz gerekiyor. Benim gibi yirmi sene sonra da aynı yere gitmekten, o yerin, o yerdeki insanların benimle beraber yaşlansalar da oradaki hayatın değişmemiş olduğunu görmekten, gittiğimiz yerlerde tanıdıklarımız olmasından ve o yerlerde ismimle anılmaktan, hülasa bu şehirli olmaktan pek bir haz alan birisi olarak bu kabullenme hiç kolay değil. Mükemmel haftasonunu tekrarlanan alışkanlıkların tatlılığında aramıyoruz artık. Heveslerimiz de sezonun renkleri gibi geldikleri hızla kaybolup yerlerini yenilerine bırakıyorlar. Geride kalansa bir kaç resim, bol hatıra ve çocuklara “babam yine başladı” diye gözlerini devirten anekdotlar.