Moda sektörünün etekleri tehlike zilleri çalıyor

/
İlginizi çekebilir:  Margaret Atwood: Covid-19 Tecridi Distopya Değil

Moda öylesine hayatımızın bir parçası haline geldi ki, kendi kendimize ne zaman ortaya çıktığı sorusunu bile sormaz olduk. Kimimiz onun hastası, kimimiz ise düşmanı. Ama bakışımız ne olursa olsun bugün moda ve dolayısıyla giyim sektörü, 2,5 trilyon dolarlık cirosu ile 60 milyon kişiye istihdam sağlayan, birçok gelişmekte olan ülkenin bel bağladığı ve petrolden sonra küresel ekonominin görmezden gelinemeyecek ağı toplarından biri.

Ama madalyonun bir de diğer yüzü var, küresel CO2 salınımının yüzde 10’undan, atık suların yüzde 20’sinden, pestisit kullanımın yüzde 25’inden sorumlu giyim sektörü, petrol ve kağıt sanayilerinden sonra dünyanın en çevre kirletici üçüncü sanayi.

Moda her zaman var mıydı? Yok idiyse ne zaman fiziksel ihtiyaçlarımızı karşılamak için –soğuğa, sıcağa karşı- örtünme aşamasından, moda olanı giyme aşamasına geçtik?

Her ne kadar bu konu üzerinde düşünenler ortak bir görüşe sahip değillerse de, genel eğilim, modanın Batı’da Orta Çağın son dönemlerinde ortaya çıktığı yönünüde.

Tabii ki insanlar giyinmek için Orta Çağı beklemediler. Ama moda giyinmekten de, süslenmekten de farklı bir şey. Tarihin ilk çağlarında olsun modern dönemlerde olsun bütün toplumlarda bir estetik arayışı, süslenme arzusu olduğu tartışmasız. Ama moda başka bir şey, moda zevklerin sürekli değiştiği ve kimisi gözden düşerken kimisinin değer kazandığı, güncellik kazandığı bir süreç.

Eski toplumlarda esas olan geleneğe riayet etmek yani kısaca hayatını, kendileri de ebeveynleri gibi yaşayan anne babalarının yaşadıkları gibi yaşamaya devam etmekti. Bugünün dünden farklı olması için geçerli bir neden yoktu. Ayrıca öyle herkes istediği gibi de giyinemiyordu, giyim kuşamı düzenleyen yasalar vardı. Herkes ait olduğu zümreye, mesleğe, sınıfa, sosyal konuma, topluluğa göre giyinmek zorundaydı.

İlk hareketlenmeler 11. yüzyılda başladı, tarımda yaşanılan devrim, teknik ilerlemeler ve ticaretin gelişmesi sonucunda Avrupa yeni bir ekonomik büyüme dönemine girdi. Zenginleşen soylular, lüks tüketim maddelerine, pahalı kumaşlara yöneldi. 13. ve 14. yüzyıllarda gelişen ticaret sayesinde yükünü tutturan kentsoylular da bu zenginleşmeden paylarını aldılar; soylularla aşık atmaya başladılar. Madem onların da parası vardı o zaman niçin soylular gibi yaşamasınlardı ? Soyluların, ayrıcalıklarına göz koyan bu “sonradan görmelerin” aralarına sızmalarına tahammülü yoktu. Soylular ile kentsoylular arasında itibar üzerinden yaşanılan bir sınıf rekabeti başladı. Ve moda doğdu!

Her yeni moda akımının tek işlevi varsıllığın ve sosyal konumunun dışa akseden bir sembol olmasıydı, modanın nesnesinin hiçbir önemi yoktu. Artık insanlar eski dönemin katı sınırlarında ebeveynleri gibi yaşamak istemiyorlardı, avant-garde olmak, yenilikçilerin safında olmak istiyorlardı.

1789 Fransız Devriminden sonra, 1793 yılında yayımlanan bir kararname ile giyim kuşam özgürlüğü demokratik ilkeler arasındaki yerini aldı. Böylece, giysilerin sosyal, mesleki, dinsel aidiyetlere göre belirlendiği dönem resmen sona ermiş oldu

Ama modanın bir sosyal olgu haline gelmesi için 19. yüzyılın ortalarını, İngiliz kökenli Fransız dikimevi Charles Frederick Worth’un kurulmasını beklemek gerekti. Worth yepyeni bir moda anlayışına imza atar. Artık giysilerin nasıl olacağına karar veren müşteri değildir, terzidir. Terzi, işçi kimliğinden sıyrılır, bir yaratıcı, sanatçı, yenilikçiye dönüşür.

Bu ilk girişimin başarısı, devam eden yıllarda onlarca dikimevinin açılmasına ön ayak oldu.

1920’ye gelindiğinde, Coco Channel olarak tanıdığımız Gabrielle Chanel, yeni bir akıma imza atar; kesimleri ve malzemeleri ile sadeliğin öne çıktığı ve bu sadelik sayesinde de herkesin ulaşabileceği “Le nouveau chic.”

Artık insanların giydiğine bakarak hangi sosyal statüye sahip olduğunu kestirmek eskisi kadar kolay değildir. Moda kodlarını alt üst eden son olgu da 1950-1960 yıllarında hayatımıza giren hazır giyim olur.

2. Dünya Savaşından sonra ABD’de, haute couture modellerinin seri üretimine geçerek “ready to wear” adı altında hayatımıza giren hazır giyim, çok geçmeden “haute couture” ile yollarını ayırdı ve yeni ilham perilerinin peşine düştü.

Hazır giyimin yolunu açtığı bu geniş giysi özgürlüğü alanı kimilerine göre ileri bireyselliğin ve ileri demokrasinin bir göstergesi. Özellikle 1990’lardan bu yana hayatımıza giren “fast fashion” ve buna paralel olarak giyim sektöründeki fiyat düşüşleri sayesinde artık herkes modaya ulaşabiliyor. Koleksiyonlar artık öyle bir sıklıkta çıkmaya başladı ki, bir kıyafetin stilist tarafından tasarlanması ile raflara çıkması arasındaki süre bir ayı bile bulmaz oldu.

Bu buzdağının güneşte parıldayan kısmı ama bir de su altında kalan karanlık kısmı var. O da bu hızlı ve ucuz üretimin bedelleri.

Nasıl oluyor da maliyetler bu kadar düşük tutulabiliyor?

Bu sorunun klasik cevabı, genellikle imalatın Üçüncü Dünya ülkelerinde yapılması oluyor, ki bu kısmen doğru. Gerçekten de bu ülkelerdeki ucuz iş gücü etikette fiyatı etkileyen bir etmen. Ama yine de bütün bunlar fiyatların sürekli aşağı çekilmesini izah etmeye yetmiyor.

Çokuluslu hazır giyim şirketlerinin genellikle kendilerine bu soru yöneltildiğinde sümen altı ettikleri bir konu daha var. O da bu şirketlerin nerdeyse hiçbirinin imalatı kendi sahip oldukları fabrikalarda yapmıyor olmaları.

İlginizi çekebilir:  Sanatçı Yayoi Kusama, Çizgi Romana Konu Oluyor

Mesela, H&M, Zara, Gap, vs. gibi büyük markaların yer aldığı bu sektörde genellikle çok sayıda tedarikçi ve taşeron firma ile çalışılıyor, bu firmaların kendileri de başka tedarikçiler ve taşeronlar kullanıyorlar. Kısacası bir ürünün izini takip etmek imkânsız hale geliyor. Tabii bu koşullarda çalışan hakları ve çevre duyarlılığı açısından saydamlıktan bahsetmek de mümkün değil.

Bu koşullarda ham madde girdileri üzerinde oynayamayan tedarik zincirinde rekabet işçi ücretleri ve çalışma koşulları üzerinden yapılıyor.

Üretim nerdeyse karın tokluğuna çalışan bir nev’i yarı kölelilik hayatı süren işçilerin sırtından gerçekleşiyor. Gazeteci Lucy Siegle’a göre, bugün dünyada bu kabul edilemez koşullarda 40 milyon kayıtlı işçi çalışıyor. Bir de kendi evlerinden çalışan ve çoğunluğu çocuk olan kayıtdışı işçiler, bunların üretimdeki payı ise yüzde 20.

İşte markalar fiyatları aşağı çekmeye karar verdiklerinde olanlar bunlar ama onlar bütün bunları sayısız aracı katmanın oluşturduğu bir perdenin gerisinden flu görüyorlar. Ya da çok net görüyorlar da itibarları, karları zarar görmediği müddetçe görmezden geliyorlar.

Sektörün faaliyetlerinin bir de öyle bazı sonuçları var ki, bütün dünyanın küresel ısınmanın etkilerini somut bir şekilde gün be gün yaşadığı, çevrecilerin Batı toplumlarında üçüncü siyasal akım haline geldiği bir dönemde, görmezden gelinmesi mümkün değil.

Giyim ve moda sektörü, küresel sera gazları salınımının yüzde 10’unun kaynağını oluşturuyor. Enerji tüketimi ise, havacılık ve deniz taşımacılığı sektörünün toplam tüketiminin üstünde.

İş bununla da bitmiyor, sektör aynı zamanda yoğun bir doğal kaynak tüketicisi.

Sadece bir denim jeans’te kullanılan pamuk miktarını elde etmek için gereken su miktarı yılda 10.000 litre. 10.000 litre bir insanın yaklaşık 10 yıllık su ihtiyacı demek. Bu arada dünyada her yıl 2 milyar jeans satıldığını da aklımızın bir köşesinde dursun. Pamuk susuzluğu dinmeyen, çeltik ve buğdaydan sonra dünyanın en fazla su tüketen tarım ürünü ve bu rakama işlenirken ham pamuğu beyazlatmak için –genellikle klor ile- ve boyamak için -ağır metaller içeren kimyasallar ile- kullanılan su miktarı dahil değil.

Yine bugün dünyada kullanılan pestisitlerin dörtte biri pamuk tarlalarına tatbik ediliyor.

Giyim ve moda sektörü dünyadaki atık sanayi sularının da yüzde 20’sini üretiyor.

Modanın çevreye olumsuz etkisini sadece giysilerin imalat süreciyle, sınırlı kalarak ölçmek mümkün değil, gerçekçi bir tablo çizebilmek için ürünlerin hayat döngüsünün, yani kullanma,- ki giyilen kıyafetlerin yıkanması da dahil- ve kullanımdan çıkarılması sürecinin tamamına bakmak gerekiyor. İmal edilen ürünlerde büyük ölçüde dönüştürülebilir malzeme kullanılmasına rağmen, geri dönüşümün en az yapıldığı ve ürünlerin yüzde 85’inin ömürlerinin çöp imha alanlarında son bulduğu bir sektör.

2050 projeksiyonunda nüfusu 10 milyarı bulacak gezegenin doğal kaynaklarını bu hızla yağmalarsak bizi kaldıramayacağı aşikâr. Sadece çevreciler için değil, bu kaynakları fütursuzca kullananlar için de.

Nitekim Biarritz’de yapılan son G7 Zirvesinin önemli anlarından biri de Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un 32 büyük moda markası ile birlikte, moda sektörünü Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Hedefleri’ne uyumlu bir hale getirmeye yönelik Fashion Pact’ın açıklanması oldu. Pakta imza atan 147 markayı temsil eden 32 grup imza attı. İmzacılar arasında Chanel, Hermès, Burberry, Ferragamo, Armani, Moncler, Prada, Ralph Lauren, H&M, Gap, Adidas, Nike, Puma, PVH Grubu (Calvin Klein, Tommy Hilfiger…), Capri Grubu (Versace, Jimmy Choo, Michael Kors…), Inditex Grubu (Zara, Pull and Bear, Massimo Dutti…) gibi isimler var, büyükler arasında yoklamaya tek cevap vermeyen LVMH Grubu (Louis Vuiton, Dior, Kenzo…).

Fashion Pact, üç ana eylem alanını kapsıyor: iklim değişikliği; biyoçeşitlilik ve denizler. İmzacılar bir seri somut hedef de belirliyorlar. Bunların arasında en iddialı olanı şüphesiz 2050 yılına kadar karbon salınımını sıfıra indirme hedefi, bunun için de 2030 yılına kadar bütün enerji kaynaklarını yenilenebilire çevirmeyi öngörüyorlar. Yine aynı yıl hedeflerinden biri de tek seferlik plastik poşetleri kullanımdan kaldırmak ve entansif tarıma dayalı ürünlerden elde edilen malzemeleri kullanmamak. Hedeflerin yıllık rakamsal büyüklüğü 1,2 milyar ton sera gazı salınımı, 500.000 ton mikroplastik ve yüzbinlerce ton litre pestisite karşılık geliyor.

Geçen yıl da Polonya Katowice’de yapılan COP24 toplantısı vesilesiyle de giyim ve moda sektörünün 43 şirketi bir araya gelerek Fashion Industry Charter for Climate Action belgesine imza atmışlardı. Belge tarafların üretim hatlarının tamamında sivil toplum örgütü WWF’in onayladığı on altı hedefi göz önünde bulundurarak küresel ısınmaya karşı mücadele etmelerini öngörüyordu. Nihai amaç ise 2050 yılında sera gazı salınımının tamamıyla ortadan kaldırılmasıydı. 2019 yılından itibaren de çalışma gruplarının oluşturulmasını öngörüyordu. Ama hâlâ bir hareket yok.

Görüldüğü gibi, hedefler zaten yıllardır dile getirilen hedefler, o cephede bir değişiklik yok. Kullanılması önerilen araçlar ise yenilenebilir enerji gibi teknolojinin bize sunduğu yeni imkânlar, asıl sorun olan “fast fashion”ı değinen yok. Oysa çözüm üretim modelinin revizyonundan, üretimin azaltılmasından ve uzun ömürlü, yıkandığında mikroplastik bırakmayan ürünlerden geçiyor.

Previous Story

Yol Arkadaşlarıyla Kurulan Müze

Next Story

FIAC Başlıyor!

0 0,00
02_ArtDog_CD_Logo_RGB_Black

BÜLTEN

Türkiye ve dünyadan haftalık kültür-sanat haberleri, inceleme yazıları, sergiler ve etkinlikleri takip et.

Bülten aboneliğinde ArtDog Istanbul’un gizlilik sözleşmesini kabul etmiş olursunuz.