Derinboğaz bir yandan kentsel ölçekte hafıza mekanları tasarlarken, bir yandan içinde bulunduğumuz çağın gerçekliğinden hareketle olası gelecek senaryolarını mimariye taşımak üzerine çeşitli okumalar ve araştırmalar yapıyor. Bu anlamda, mimarlık ve mekansal hafıza arasındaki ilişki konusunda kendisiyle konuşacak çok şey var…
Konumuz mekansal hafıza. Üzerine çalıştığın projelerin bazıları, örneğin İstanbul Kent Müzesi projesi, bu bağlamla ve özellikle de kentsel ölçekte mekansal hafıza ile fazlasıyla ilişkili. Başka müze projeleri de var masada bildiğim kadarıyla. Bunlarla ilgili bilgi verebilir misin?
Şu anda üzerine çalıştığımız müze projeleri; İstanbul Kent Müzesi, Çinimaçin Müzesi ve Müzik Müzesi.
İstanbul Kent Müzesi İstanbul’un 8500 yıllık tarihini anlatıyor. Çalışmalarla ilgili İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin yeni dönemiyle birlikte bir adım atıldı. Bu projede fiziksel ve içeriksel anlamda bir hayli geniş bir çalışma alanı söz konusu.
Müzik Müzesi Gülhane’de, yaklaşık 250-300 metrekarelik, küçük bir müze. Küratöryel çalışmalar henüz başlamadı ancak, müzede objelerden ziyade, müziğin deneyime dönüşmesi ile ilgili sergileme olacak. Belli dönemlere ait araştırmalara dayanarak seslerin mekanda tekrar deneyimleneceği bir kurgu planlanıyor. Bu müze için tarihi bir yapının içinde çalışıyoruz.
Çinimaçin Müzesi enteresan… Çinimaçin, Bayburt’ta Çinili Kale olarak da geçen bir kalesi olan eski bir Türk boyunun ismi. Kalenin olduğu yere, ziyaretçi merkeziyle müze arası bir mekan yapıyoruz. Normalde kaleler savunma amaçlı olduğundan daha fonksiyonel olmaları beklenir. Bu kalenin orijinalliği çinilerle bezeli olması. Şu anda çiniler yok ancak estetik bir kale olma özelliği mevcut. Bu aslında Bizans zamanından kalma bir yapı. Selçuklu döneminde tamirat görmüş. Dolayısıyla üst üste farklı dönemleri takip etmek de mümkün.
Mekansal hafızayı, özellikle kent ölçeğinde düşündüğümde aklıma bir de Fitaş pasajının cephe projesi geliyor. Tasarımcı Yetkin Başarır ile yürüttüğümüz proje benim de bir dönem çok farklı şekillerde deneyimlediğim bir mekana dair karmaşık ve çok katmanlı bir iş oldu.
İstanbul Kent Müzesi’nde 8500 yıllık bir tarihe ev sahipliği yapacak bir müze mekanından bahsediyoruz. Bu örnekten hareketle mimari ve mekansal hafıza arasındaki ilişkiyi nasıl yorumluyorsun?
Hafıza bilinçle ilgili bir konu. Son zamanlarda bu konuyla ilgili birkaç bilimsel makale okudum. Bilinçle ilgili elimizdeki bilgiler hala biraz bulanık durumda. Farklı teoriler arasında ilginç olanlardan biri, bilincin mekanla bağlantılı olduğu üzerine. Bilincin aslında her gün yürüdüğümüz yolla, izlediğimiz rotayla, uğradığımız kahveciyle, sokaklarında yürüdüğün kentle iç içe olduğu ortaya konuyor. Bu anlamda da hafıza ile doğrudan ilişkili.
Mimari elbette mekan ile ilişkiyi kuran en önemli unsurlardan biri. Yalnızca yapısal boşluk anlamında değil, onun içinde örülmüş objeler, peyzaj gibi unsurlarla birlikte bunu düşünmek gerekiyor. Bu nedenle de mimarlığın hafıza ile özel bir ilişkisi var diye düşünüyorum.
Tarihsel ve kültürel olarak bu kadar katmanlı projelerde, hem izleyici deneyimini hem de içeriğin bağlamını ve sunumunu dikkate alarak bir tasarım ortaya çıkarmak gerekiyor. Sonuçta bir yandan belli bir içeriğe ev sahipliği yapacak yapıyı tasarlarken, diğer yandan izleyicinin o içerikle buluşma kurgusunu yaratmış oluyorsun. Bu ikisini bir arada düşünmenin incelikleri ne?
En ideali bu içeriğin serbestçe gelişebileceği ve insanların zamanla içeriği kendilerinin geliştirebilecekleri mekanlar yaratmak. Asıl anlamlı olanın bu olduğunu düşünüyorum. Yaptığımız iş, gelişebilecek deneyimler için bir çerçeve hazırlamak gibi bir şey.
Bir yandan da koruma meselesi var. Konu hafıza olunca, mimari hafıza ve kamusal alan hafızası da işin içine giriyor ve koruma bu noktada önemli bir kavram olarak karşımıza çıkıyor. Türkiye’de en avangard olarak nitelendirilebilecek yaklaşımın bir şeyi korumak olduğunu düşünüyorum. Koruma kültürü, elimizdekinin başka bir dünyada veya başka yerlerde de önemli olabileceğinden yola çıkarak edindiğimiz bir prensip diyebiliriz. Her şeyin bu kadar hızla yenilendiği, çabuk unutulduğu, kolektif hafızanın bu nebze kısa olduğu ve bir yandan da yapı patlamasının böylesine bir yoğunlukta yaşandığı çok az ülke var. O nedenle bizim için koruma ayrıca önemli.
Taksim İstiklal Caddesi’nde yer alan Fitaş binasının cephesini yenilediğiniz projeden bahsedebilir misin? Bu projede mekanın konumuna ve geçmişine dair kuvvetli bir referans var.
Orijinal halinden günümüze kadar farklı dönemlerde çeşitli mimari ekipler çalışmış binada. Dolayısıyla yıllar içinde neredeyse bir mimar mezarlığı haline gelmiş. Geçirdiği çeşitli dönüşümler katmanlar halinde yapıda üst üste gelmiş. Cephenin yeniden yapılması söz konusu olduğunda mevcut cepheyi tamamen sökmeyi değil, o cephenin üzerine bir katman daha getirmeyi istedik. Bu yeni katmanı neredeyse bir sinema perdesi olarak düşünme fikrinden yola çıktık. Böylece konuyu bir arkeolojik kazı gibi ele almış olduk. Arkeolojik kazı alanlarında da bazı buluntuların üzeri kapatılır ki, gerçekten iyi bir kazı yapılabileceği zaman yeniden üzerine çalışılabilsin. Biz de bu projede yapının üzerine adeta bir perde giydirip, bu prensibin bir benzerini uygulamak istedik. Eski katmanları bu şekilde korumaya çalıştık.
Bir taraftan da caddenin 1980lerde araç kullanımıyla ilgili ilginç bir durumu var. O dönemde İstiklal Caddesi’nde yer yer kolonatlar, binaların arasında ileri-geri mekansal boşluklar söz konusu. Bu boşluklar sokağa bir tür derinlik katıyormuş. Şu andaysa vitrin gibi bir sokakla karşı karşıyayız. Burası önünden geçtiğimiz ve bu akışta çok fazla etkileşime girmeden yüzeyini taradığımız bir yer. Bu bağlamda dikey paneller kullanarak, sokaktan dikey algıyı canlandırmaya ve ona bir referans vermeye çalıştık. Ayrıca eskiden orada varolan saçağın bize verdiği öne çıkabilme imkanıyla birlikte bir sokak balkonu tasarladık. Bu balkon hepimize sokağa hiç bakmadığımız bir yerden bakabilme olanağı tanıyor.
Konut, iş yeri gibi daha küçük ölçekli yapılar, tiyatro oyunu sahnesi ya da belli bir tema çerçevesinde geçici strüktürlerin söz konusu olduğu bir sergi tasarlamak ile, çok uzun yıllar kalıcı olması öngörülen müze mimarisi arasında tasarım süreci anlamında bir fark var mı?
Düşünsel derinliğin, fiziksel inşadan çok daha önemli olduğuna inanıyorum. Bu saydığın farklı ölçekteki işlerde zamansallığın çok anlamı yok. Çünkü kimi zaman yapıların iyi anlamda çok az şeyi değiştirdiğine şahit oluyoruz. Bazen de tamamen kağıt üzerinde kalan, inşa edilmemiş konseptlerin bütün mimarlık dünyasına ilham verdiği durumlarla karşılaşıyoruz.
Doğaya, dünyaya karşı sorumluluklarımızın olduğu fiziksel bir dünyada yaşadığımız yadsınamaz. Diğer yandan düşünsel dünyamızın ulaştığı derinliğin eskisine nazaran çok daha fazla hayatımızı şekillendirdiğini düşünüyorum. Tam da bu sebeple, bir projenin hayata geçip geçmemesinin ötesinde, düşünsel dünyamızla, tarihle, kültürle ve benzer soyut gibi görünen alanlarla ne şekilde ilişkiye geçtiği benim için daha önemli.
Peki geride bıraktığın bu on beş yılda iş yapış şekline yansıyan değişimler oldu mu?
İş yapma biçimimiz daha anlatım odaklı oldu. Daha önceden tasarlanan ve inşa edilen iş arasında büyük farklar olabiliyordu. Bir şeyi tasarladığımız şekilde üretemeyeceğimize dair bir inancımız vardı. Bunun yanlış olduğunu fark etmemizle birlikte, işi düşündüğümüz ve tasarladığımız haliyle uygulamaya nasıl geçireceğimize dair daha çok kafa patlaşmaya ve farklı yöntemler geliştirmeye başladık.
Geleceğe dair hayallerin veya öngörülerin konusunda tasarılar ve denemeler geliştirme noktasında ne kadar cüretkarsın? Kontrollü ve temkinli bir tarafta mı durmaya meyillisin yoksa kendini gelecek konusunda özgür bırakma konusunda bir hevesin var mı?
Cüretkar veya kontrollü olma meselesinin Türkiye’deki ve dünyadaki yansıması farklı. Daha önce yapılmamış şeylerin hiçbir zaman yapılamayacağı şeklinde bir görüşe sahibiz ki ben bunun çok yanlış olduğunu düşünüyorum. Kendi kendimize oluşturduğumuz kültürel sınırlar var ve bunların ötesine geçmeyi hayal edemiyoruz. Birçok noktada bu durumla yüzleşmek durumunda kalabiliyoruz. Başka türlü bir algımız olsaydı çok daha farklı şeyler yapabilmeyi düşünebilirdik aslında. Biz kendi adımıza, malzeme, uygulama, tasarım biçimi deneme noktasında yapabileceğimiz her yeni şeyi işin içine dahil etmeye çalışıyoruz. Bu inovatif olma çabasıyla değil ortaya çıkan yeniliklere karşı bir heyecan duymakla ilgili. Yeni olasılıklar demek, hayata, topluma, mesleğe ve tasarıma farklı bir yön verebilme fırsat demek aynı zamanda.
Kimseye bağlı olmadan kendi kendine hayata geçireceğin bir yapı olsaydı bu ne yapısı olurdu? Ve nerede?
Mimar olarak kendi içinde yaşadığın dünyaya müdahale etme şansın çok az olabiliyor. Kimseye bağlı olmayacaksam kendimle ilgili bir şey yapmayı tercih ederdim. Kesinlikle kendime küçük bir kulübe yapmak isterdim. Bunu uzun süredir yapmak istiyorum… Ege’yi çok seviyorum.