Manzara mı Bizi Görüyor, Biz mi Manzarayı? -
Sinem Dişli, İmgenin Maddesi, Kristalleşen Manzara, 2025, Mekana özgü yerleştirme; Taş, cüruf, toprak, demir, alüminyum, gümüş nitrat, sodyum tiyosülfat vb. malzemeler, Değişken boyutlarda (Fotoğraf: Zeynep Fırat, SANATORIUM'un izniyle)

Manzara mı Bizi Görüyor, Biz mi Manzarayı?

SANATORIUM'da Uras Kızıl küratörlüğündeki ‘Şeylerin Fısıltısı’ sergisi, sekiz sanatçının sergiye özel olarak üretilmiş ya da yeniden kurgulanmış manzaraya dair araştırma temelli süreçsel üretimlerini bir araya getiriyor. Sergideki üretimlerin her biri farklı okumalara alan açarken, günümüzde insan sonrası dönemecin etkisiyle bakışını insan olmayan ötekiye çeviriyor: Peki, bu manzaralarda hangi görünmeyen sırlar saklı?

Kökeni 17. yüzyıla dayanan bir kavram manzara. Başlangıçta doğanın düzenlenmiş bir temsili, pitoresk görüntülerle insanın doğadan uzaklaştığı özlemin ikamesi. Romantizmle birlikte toplumsal, politik ve ekonomik ilişkileri açığa çıkaran bir kudret. Artık sadece fon değil, görünmeyeni dile getiren, hikâyeler anlatan bir mecra. Peki, 21. yüzyılın insan sonrası dönemecinde manzara bize ne anlatıyor? Cevabı: şimdilerde SANATORIUM‘da Uras Kızıl küratörlüğündeki Şeylerin Fısıltısı sergisinde saklı…

Şehrin hiç bitmeyen enerjisi ve ritmiyle iç içe geçmiş Karaköy sokaklarından Tophane’ye doğru yürürken, SANATORIUM binasının cam vitrinleri yoldan gelip geçenlere sessizce göz kırpar. Küratörlüğünü Uras Kızıl’ın üstlendiği Şeylerin Fısıltısı sergisi de vitrinin bu kamusal seyirliğinden istifade, mekanın sınırlarını aşan bir sergi deneyimini dışarıya taşıyor. Bu nedenle, bu sergiyi anlatmaya içeride göreceklerinizin adeta küçük bir özetini sunan Sinem Dişli’nin mekâna özgü yerleştirme işi “İmgenin Maddesi: Kristalleşen Manzara” ile başlanmalı.

Sinem Dişli, İmgenin Maddesi, Kristalleşen Manzara, 2025

Dişli’nin pratiğinde fotoğraf, video, heykel ve deneysel baskı süreçleri bir araya geliyor. Sergideki yerleştirmesinde ise sanatçı fotoğrafın iki boyutlu dünyasından çıkıyor ve mekanla birleşen bir manzara sunuyor izleyiciye. Galeri vitrinindeki yerleştirmede karanlık oda artıklarından mineraller kristalleşiyor. Taş, toprak, demir, kimyasallar… Tortular alçak rölyeflere dönüşüyor; sanatçı mineraller kendi topografilerini inşa ediyor. Burada insan müdahalesi ve maddenin kendi özerk akışı yan yana. Görünür bir manzara. Ama kendi dilini de konuşuyor.

Mesafe ve Etkileşim

Vitrinden galeriye uzanan boşluk, içerisi ve dışarısı arasında bir köprü gibi. İzleyici durduruyor, baktırıyor, düşündürüyor… Bir an sessizlik. Romantizmden farklı olarak manzara artık sadece gözlediğimiz bir şey değil. Sanatçının vitrindeki işi, tıpkı Rönesans penceresi gibi, aralık açıyor. Hem baktırıyor, hem bakılma hissini duyumsatıyor. Kameranın obskura gibi işleviyle karşılıklı bir bakış kuruluyor; manzarayla birlikte izleyici. İnsan olmanın ötesine taşınıyor bu kez görüntü. Manzara artık sadece gözle görülmüyor. Hissediliyor.

Küratör anlatıyor: “Serginin düzeni, metaforik bir gemi gibi. Yapıtlar, deniz, kara, gökyüzü ve canlılarla bağlantılı. Mesafe ve etkileşim belirliyor gerçeklikle kurmacayı. Manzara kavramını genişletiyor.” Serginin hazırlık süreci bir yıl sürmüş. Serginin çatısı ise insan sonrası düşünce ve yeni materyalizm perspektifleriyle “manzara” kelimesi üzerine kurulmuş… 21. yüzyılda bu anlam nasıl genişler? İnsan sonrası düşünce ve yeni materyalizmle nasıl düşünürüz? Sergide sekiz sanatçı da bu bakıştan yola çıkmış, üretmiş. Kimileri ise var olan çalışmalarını güncellemiş…

Sibel Horada, Pembe Şehir, 2025, Mekana özgü yerleştirme; XPS plaka, deniz kenarından toplanmış XPS ve diğer köpürtülmüş plastik parçaları, kürdan, yapıştırıcı (değişken ögelerle uygulanır), Değişken boyutlarda (Fotoğraf: Zeynep Fırat, SANATORIUM’un izniyle)

İnsan Olmayanların İzleri

Vitrinin hemen arkasında galeri sol tarafında Sibel Horada’nın “Pembe Şehir” adlı işi yükseliyor. Büyük strafor blokları, yıllar boyunca Burgaz Ada’dan toplanan sahil atıklarından.

Burgaz Ada’nın arka tarafına, insanların pek uğramadığı, daha az bilinen bölgelere teknesiyle giden sanatçı, yıllar içinde buradaki atılmış straforları fark etmeye başlıyor. Bu straforlar teknelerde, balıkçılarda ve yalıtım malzemesi olarak çok yaygın kullanılıyor; hafif ve işlevseller ama aynı zamanda denizde ve kıyılarda bırakıldıklarında diğer canlılara zarar veriyor. Sanatçı, bu malzemelerde denizin, rüzgârın, balıkların ve kuşların bıraktığı izleri gözlemliyor; renk değişimleri, çatlaklar ve damarlı yollar gibi izler, malzemenin ve doğanın karşılıklı etkilerini gösteriyor. Böylelikle “Pembe Şehir”de, bu straforlar bir tür dalga formu ve topografik düzen içinde yerleştirilerek deniz, kara, gökyüzü ve hatta uzaya gönderme yapan bir manzara oluşturuyor. Yerleştirme, çevresel izler ve öykülerle insan olmayanların hikâyelerini anlatıyor, sergiye özgü yeni bir topografik dil sunuyor. Straforlar, deniz, adalar ve canlılarla örülmüş, hafif, hareketli bir manzara yaratıyor; pembe renk ise malzemenin doğal tonundan geliyor, şehre hem kitsch hem de çekici bir hava katıyor.

Emre Hüner, komPoZit NüVe #2, 2025, Spermatofor / Hiperbarik Derin Dalış Kabini, Poliüretan, silikon, epoksi, üç boyutlu baskı, demir, boya, kağıt üzerine renkli kalem, pleksiglas, 86 x 64 x 40 cm (Fotoğraf: Zeynep Fırat, SANATORIUM’un izniyle)

“Pembe Şehir” adlı işi  Emre Hüner’in “komPoZit NüVe” serisi takip ediyor. Seride sanatçı, yapay zekâ ve buluntu görsellerle hibrit formlar yaratıyor. Burada geleceğin manzarası, geçmişin estetik izleriyle buluşuyor. 80’ler, 90’lar, Mars, uzay madenciliği… geçmiş ve gelecek bir arada.

Çağla Köseoğulları’nın “Geçmişten mi, Taştan mı, Kimbilir” adlı serisi ise mesafenin mavisini duyumsatıyor. Saantçı eserde Rebecca Solnit’in Kaybolma Kılavuzu’ndan esinlenmiş. Burada mesafenin mavisi, temsili olmayan bir dilde sunuluyor … Alçak rölyefler, taş ve deniz canlılarını anımsatıyor. Eser mesafeyi göstermeden, duyumsatıyor. Sinestezik bir gizem içinde hissettiriyor.

Çağla Köseoğulları “Geçmişten mi, Taştan mı, Kimbilir” seri

Küratör sergi mekânın ışıklandırmasına da dikkat çekiyor: doğal ve yapay ışık, değişen bir akış yaratıldığını belirtiyor. Böylece izleyici, hem mekanın tarihine hem de günün değişken ışığına göre manzarayı deneyimliyor.

Jeolojik Zamanın Ritmi

Sergi  Selim Birsel’in “Bir Şeylerin Geldiğini Görmüyor Musun? II” adlı işiyle devam ediyor. 2019 tarihli bu resim, yaklaşan toplumsal, politik ve çevresel krizlerin habercisi niteliğinde; yaklaşmakta olan toplumsal ve çevresel krizlerin habercisi niteliğinde bir manzara sunuyor. Amazon ve Avustralya orman yangınları, Notre Dame Katedrali yangını, Lübnan protestoları, COVID-19 pandemisi ve George Floyd protestoları gibi olaylara işaret ediyor. Eser, sükûnet içindeki manzaranın fırtına öncesi sessizliğini andırıyor.

Ali Miharbi, Kıta Kayması, 2025, Mekanik parçalar, alüminyum profil, AC motor, disk şeklinde çeşitli nesneler, 180 x 60 x 85 cm (Fotoğraf: Zeynep Fırat, SANATORIUM’un izniyle)

Ali Miharbi’nin “Kıta Kayması” adlı yerleştirmesi, kuşkusuz serginin en dikkat çeken işlerinden. İzleyiciyi doğrudan jeolojik zaman ve ölçeklerle yüzleştiren çalışma SANATORIUM’un zemininde merkezi bir noktada konumlanıyor. İnsan algısının ötesinde işleyen süreçleri görünür kılmayı amaçlayan “Kıta Kayması”; uzun zaman aralıklarını ve çok yavaş hareketleri, gündelik ölçümler ve nesneler aracılığıyla kavramaya çalışıyor. Yerleştirmede kullanılan disk biçimli nesneler, birbirine ardışık biçimde bağlanıyor ve dönme hareketini sürtünme yoluyla aktararak, İstanbul’un üzerinde bulunduğu yer kabuğunun yıllık yaklaşık 2,6 cm’lik yavaş hareketini simgeliyor.

Sanatçı, İstanbul’un yılda yaklaşık 2,6 cm’lik yavaş kaymasını gündelik nesneler aracılığıyla görünür kılıyor; neredeyse fark edilmeyen bu hareket, hem insan hem de diğer canlıların algısında hissediliyor, jeolojik zamanın ritmini ve absürtlüğünü birlikte fısıldıyor.

Yağız Özgen, Ofis Bölümü Aydınlatma Problemleri, 2025, Buluntu ve özel üretim nesneler içeren yerleştirme, Mekâna özgü değişken boyutlarda (Fotoğraf: Zeynep Fırat, SANATORIUM’un izniyle)

Geçmişten Gelen

Yağız Özgen’in “Ofis Bölümü Aydınlatma Sorunları”, Paris’teki enstalasyonun SANATORIUM’a taşınmış hâli. Mekânın tarihini, tavandan sızan ışığı, duvarların sessiz anlatısını hissettiriyor; doğal ve yapay ışığın ilişkilerini yavaş yavaş gözler önüne seriyor. Günün farklı saatlerinde mekânı izliyorsunuz; ışık değişiyor, gölgeler oynuyor; her renk, her katman kayda geçiyor, enstalasyonun parçası oluyor. Süreçsel, dikkatli, düzenli… adeta bulunduğu alanın ruhuyla uyumlu.

Küratör, sergi mekanını dönüştürürken oradaki yaşanmışlıkları korumaya da özen gösterdiğini sıkça vurguluyor; bunun en iyi örneklerinden biri, Yağız Özgen’in çalışmasının hemen yanı başında duran kütüphanenin de sergiye dahil edilmesi. Böylelikle mekanın geçmişten gelen izleri ve yaşanmışlıkları, serginin çağdaş anlatısıyla buluşuyor, izleyici hem yeni hem de tanıdık bir alanın içinde dolaşıyor.

Şeylerin Fısıltısı, Yerleştirme Görseli (Fotoğraf: Zeynep Fırat, SANATORIUM’un izniyle)

Yine bu bölümde, Çağla Köseoğulları’nın sergideki diğer işler ile fısıldaşan “Dağ” animasyonu, izleyiciye taşın dağ formuna dönüşmesini gösteriyor. Kum saati gibi sürekli loop ederek sonsuz bir akış yaratıyor; taş evrilip hareket ediyor ama bir türlü sona ermiyor. Küratör, bu işin aynı zamanda mekanın ve çalışanların sürekli işleyişine gönderme olduğunu belirtiyor.

Alt kattaki depo alanı, galerinin geçmiş çalışma alanı; şimdilerde sergi için boşaltılmış, dinamik bir mekan. Küratör burada izleyiciye çok duyulu bir deneyim sunuyor: görsel, ses, dokunma, hareketli imaj bir arada… Sergi, mekanın tamamına sızıyor.

Şeylerin Fısıltısı, (Fotoğraf: Zeynep Fırat, SANATORIUM’un izniyle)

Ege Kanar’ın “Buzda Mahsur Kalan Endurance” ve “Sonda” işleri bu alanda. Spiral merdivenle inilen mekan, adeta bir geminin makine dairesi gibi. “Endurance”, Shackleton’un 1914–1917 seferini anlatıyor; gemi buzda sıkışıyor, parçalanıyor, mürettebat iki yıl mahsur kalıyor. Fotoğraflar, Frank Hurley’den, cam üzerine sıvı gümüş emülsiyonla yeniden basılmış. Sonda ise NASA’nın Opportunity aracının Mars’taki 14 yıllık görevinden görüntüler sunuyor; üç bölümlü video, Microscopic Imager ile kaydedilen verilerin Dünya’ya iletimi ve analog gitar pedallarıyla işlenen ses kuşağı eşliğinde.

Merkezine manzara kavramını alan sergi, insan olmayan ötekilerin hikâyelerini fısıldıyor. Ses, renk, kimyasallar, strafor, cam, silikon… Malzemeler bir araya geliyor, bedenlenmiş manzaralar oluşuyor. Galeri yeniden biçimlenmiş; ofis, depo, spiral merdiven… Her köşe çok duyulu bir deneyim sunuyor.  Küratör tarihî izleri korurken malzemenin canlılığını ön plana çıkarıyor. Birbirleriyle konuşan eserler adeta izleyiciye fısıldıyor: Manzara hâlâ sadece gözle görülmek için mi var?

*“Şeylerin Fısıltısı” 6 Ocak’a dek SANATORIUM’da izlenebilir.

Akış, Beliriş, Madde: Elvan Alpay’ın “Pánta Rheî” Sergisi

Tony Cragg’in Heykel Serisi Dirimart’ta

0 0,00