Saygın eleştirmenlerin kimi zaman ciddiye almadığı New York’lu Rockwell, daha çok gönülleri hoş tutan derinliksiz bir illüstratör olarak ün yapmış olsa da sayısı binleri bulan çalışmaları günümüzde 20. yüzyıl orta sınıf Amerikan yaşamı hakkında belgesel niteliği taşıyan değerli bir arşiv olarak kabul ediliyor. Günlük yaşamın sıradan objeleri, tonları ve eylemlerini ele alan Rockwell, dikkatli gözler için oldukça önemli psikolojik, politik ve toplumsal çözümlemeler sunuyor. Sanatçı, sıradan insanları ve mekanları özneleştirerek birer sanat eserine dönüştürüyor.
20. yüzyılın ortalarına göre baskınlığını hissettiren ve Amerikan toplumu üzerinden tüm dünyayı ele geçiren televizyon kavramının yaşam üzerindeki hakimiyetinin etkilerinin de rahatlıkla takip edilebileceği bu çalışmalar, kendi özgün içeriğinden bağımsız olarak farklı anlatımlar da barındırıyor. Rockwell’in dünyasında mutluluktan neredeyse havalanmak üzere olan bir Amerikalı ailenin orta sınıf mutfağından, ırkçılık meselesinin tam kalbine bomba gibi düşmek mümkün. Örneğin, 1964 tarihli The Problem We All Live With adlı eserde altı yaşındaki siyahi kökenli Ruby Bridges’in korumalar eşliğinde okula gidişi, izleyicisini asla unutamayacağı bir gerçeklikle yüzyüze bırakıyor.
Özellikle 1950’li ve 1960’lı yıllar Amerikasına takıntılı olan bir diğer New York’lu Elizabeth Woolridge Grant ya da tanıdığımız ismiyle Lana Del Rey, altıncı stüdyo albümünde dünyanın en etkili eleştirmenleri tarafından övgülere boğuluyor. Pitchfork’un 10 üzerinden 9.4 vererek üzerinden hararetli bir tartışma başlattığı Norman Fucking Rockwell, gerçekten de söylendiği gibi yaşayan en önemli müzik yazarlarından birinin ürünü mü? Şimdilerde müzik endüstrisi bu sorunun yanıtını vermeye çalışıyor. İlk stüdyo albümüyle çok ses getiremese de Born to Die ile hızla uluslararası bir yıldız haline gelen Del Rey’in esas başarısı müziğinden çok, hızla inşa ettiği davetkar melankolik evrenin fazlasıyla sağlam olmasıydı. Bir çok kulak için sıradan kabul edilebilecek melodiler ve şarkı sözleri, Lana’nın baştan çıkarıcı kontralto vokaline eşlik eden müthiş görsel çalışmalarla birlikte (istense de) göz ardı edilemedi.
Seçilen yazı karakteriyle Roy Lichtenstein’a göz kırpan albümün kapağında Jack Nicholson’ın torunu Duke modellik yapıyor. 20. yüzyıl popüler kültür tarihinin en keskin ve gizemli ifadelerinden birine sahip olan oyuncunun 1960 tarihli The Little Shop of Horrors’daki unutulmaz performansıyla yıldızlaştığını göz önüne alırsak, Lana’nın kapakta neden onun torunuyla boy gösterdiğini de rahatça anlamış oluruz. ABD bayraklı teknesiyle denize açılan Del Rey, bu kez psychedelic ögelere yer verdiği rock ilhamlı şarkılarında vokaliyle bütünleştirdiği piyano düzenlemelerini ön plana çıkarıyor.
Belinda Carlisle ve Madonna gibi pop ikonlarının diskografilerinde önemli yeri olan deneyimli Rick Nowels, bir kez daha Lana’nın yanındaki değişmez yerini alırken, Grammy ödüllü indie pop müzisyeni Jack Antonoff, prodüksiyon dehasını sergilemek üzere çekirdek ekibe katılıyor. Ağırlıklı olarak 1970’lerin unutulmaz klasik rock temalarını merkez alan albüm, Eagles, Neil Young, Led Zeppelin gibi grup ve müzisyenlere açık göndermeler yapıyor.
Albüm, Eylül 2018’de piyasaya sürülen Mariners Apartment Complex adlı şarkıyla müjdelendi. Bu çarpıcı folk rock ballad’ında, eski sevgilisiyle yaptığı ve hiç unutamadığı hüzünlü bir konuşmayı merkez alan Lana, multi enstrümanist Jack Antonoff’la ilerleyen yıllarda tekrarlanacak verimli bir iş birliğinin de temellerini attı. 9.5 dakikalık gösterişli süresiyle bir single olmak için fazlasıyla iddialı olan Venice Beach’le gövde gösterisi yapan Del Rey, albümü sabırsızlıkla bekleyen hayranlarıyla müthiş bir kedi fare oyununa girişti. Süresiyle olmasa da adıyla yeterince iddialı olan Hope Is a Dangerous Thing for a Woman Like Me to Have – but I Have It ise çağdaş Amerikan şiirinin en hüzünlü simgelerinden Sylvia Plath’e ithaf ediliyor. Plath’in bütünüyle gerçek olan ve onu hazin sonuna sürükleyen acısını başarıyla ifade eden Lana, bu şarkıyı Brooklyn ve Los Angeles arasında mekik dokuyarak dolaysız ve duru bir melodi ortaya çıkarmayı başarıyor.
Albümün en ilginç sürprizlerinden biri olan Doin’ Time, Amerikan ska punk grubu Sublime’ın en sevilen 90’lar hit’lerinden biri. Şarkının orijinal dokusunu bozmadan kendi müzikal evrenine taşımayı başaran Lana Del Rey, bu çalışmayı aslında grup için çekilen bir belgesel projesi kapsamında kaydetmişti. Attack of the 50 Foot Woman adlı fantastik klasiğe saygı duruşunda bulunan videosuyla Del Rey diskografisinin şüphesiz en eğlenceli ve akılda kalıcı işlerinden birine dönüşen Doin’ Time’ın da yer aldığı altıncı stüdyo albümü, müzik tarihinde ABD’nin, Amerikalı olma halinin bıçak altına yatırıldığı sayısız çalışmaya eklemleniyor ve bu işin altından başarıyla kalkıyor. Son dönemde sivri politik eleştirileriyle tüm dikkatleri üzerine çeken Lana, Norman Fucking Rockwell’i yayımladığı saatlerde yaptığı açıklamada 2020’de yedinci albümünü tamamlayacağını duyurdu. Adı White Hot Forever olarak duyurulan söz konusu albüm, son yıllarında toplumsal meseleleri de irdeleyerek, sunduğu pembe dünyaya neşter atan Norman Rockwell’in rotasındaki bu değişime usta işi bir gönderme mi olacak; hep birlikte göreceğiz.