Kendinden Korkan Dünyanın Cesur ‘Palyaço’su: Ömer Uluç - ArtDog Istanbul
Ömer Uluç, 1996, Fotoğraf: Gündüz Kayra, İstanbul Modern Sanat Müzesi Fotoğraf Koleksiyonu

Kendinden Korkan Dünyanın Cesur ‘Palyaço’su: Ömer Uluç

Uluç’un taşıdığı, ömrünün gönüllü sürgünüyle, son nefesine dek risk halinde kazandığı asıl vatanı, sanatıyla, sadece tek bir palyaçonun dürüstlük ehliyeti değildi. Korkak dünya sahnesinin de kabahatlerini sonsuzluğa emaneten insanlıktan devralan yine kendisiydi.

/

Bundan 15 yıl önce, 28 Ocak 2010’da yitirdiğimiz sanatçı Ömer Uluç’u Ufuk Çizgisinden Öteye anlatmayı hedefleyen özel bir sergi, 21 Mart itibarıyla İstanbul Modern’de izlenecek. Sanatçının 1960’lardan başlayan erken dönem üretimini, vedasına dek ortaya koyduğu eserleriyle bitiştiren, Artaş Holding desteğinde hayat bulan sergide, İstanbul Modern’den aldığımız bilgiye göre kâğıt üzerine desen ve çizimden tuval üzerine akriliğe, kolajdan heykele çok sayıda sanat eseri bir araya getirilmiş bulunuyor. Sergide, Akademizm karşıtı, sosyal gerçekçi – figüratif ressam Nuri İyem’in de kurucuları arasında geldiği Tavanarası Ressamları ekolünü tecrübe etmiş Uluç’un kauçuk, keçe, alüminyum, akrilik levha, PVC ve polyester gibi malzemelerle ürettiği yapıtlar da yer alıyor. Küratörlüğünü Öykü Özsoy Sağnak ve Nilay Dursun, asistan küratörlüğünü Naz Uğurlu Benek’in üstlendiği sergi, Uluç’a ait 300’ün üzerinde çalışmayı buluşturmasıyla da, İstanbul Modern etiketli kataloğu adına derhal arşivlik bir kaynağa daha dönüşüyor.

Ciddiye Alınan Saçma ve Komedi: Uluç’un Alfabesi

İşte bu aciz metin de, hakkında yazıp, tanımaktan koşulsuz onur duyduğum Uluç’un sanatı ve eserlerine yönelik cahilane plastik bir tercüme kalkışması olarak, karşınıza geliyor: Uluç sanatının ‘alfabe’si, sanki saçma ve komediyi ciddiye alarak ürettiği iltifat ve taşlamaların ikliminden türüyor. Fiziksel ve meta-fiziksel plastik salıncaktan inmeyerek, küçük bir çocuğun haklı doyumsuzluğu ile hareket eden Uluç’un, gençliğinde Camus’den, Sartre’dan emanet aldığı varoluşçu seyrüseferde, ‘Saçma’ olanın özgürlüğü, sanatı doğrudan bir eylem ve manifesto kaynağı olarak, gündelik hayatlara bonkörce tanzim ediyor.

Peyami Safa’nın samimiyetince bunalımlı Fatih – Harbiye mantığına da kıs kıs onay verdiği Oryantal ve Oksidental arası tazyik deneyimi, bir Beyoğlu bohemi de olan Uluç için dünya ile öte dünyaya bakışında önemli bir enerji ve sinerji hattı olarak vazifeleniyor. Uluç Robert Kolej (Amerikan Lisesi, İstanbul) çıkışında aldığı modern, Batı aklı – eğitiminden tam da bu eğitimin kalitesine diploma misali hınzırca kuşkulanan, figür – soyut arasındaki derbiden, teoriyi teoriyle kilitlemekten usanan bir kişilik. Uluç, mensup olduğu hiç bir sınıftan, dahil edildiği hiç bir cephe veya kökten tatmin olmaksızın, sanatının bünyesini, onu içten dışavurduğu organik lezzet ve samimiyetteki bakışının özgünlüğü, tarzıyla kazanıyor.

1-Disney
1-Disney Mobil

Fırçaya Bulaşık Tükenmez Tiner: Mizah

Uluç, içinde bulunduğu cemiyetlere ve resmî ya da gayrıresmî bünyelere soyutlamanın verdiği pasaportla sürekli vizelenen biri olarak da tabir edilebiliyor. Sanatçı espriyi – fani yaşama cüret ettiği (m)izah duygusunu, fırçası için her daim gerekli bir tiner-inceltici veya katman kaynağı olarak kullanıyor; tuvale ya da üçüncü boyuta taşırdığı her nevî boşluğunda erişmek istediği cüsseleri, nükteleri, süzme halleri bu demci arayışıyla, dördüncü boyuta şahit ‘cin-gözlüğü’ ile, dervişane bir aşkınlıkla, drama ile patentliyor.

‘Uluç cingözlüğü’, bu halet-i ruhiyesi ile sanatının Jackson Pollock, Franz Kline ve Willem de Kooning gibi Amerikalı dışavurumculara da, Paris ekolünün Abidin Dino, Mübin Orhon, Komet veya Yüksel Arslan gibi aktörlerine de aynı genetik akrabalık içinde olduğunu hissettiriyor. Bu tavır, Uluç sanatındaki devingen emeği de vurgulayan, tekrarı, ritm, boşluğu pazarlıksızca, izleyicinin gözü önünde klostrofobik bir şiddette inatçı ve sahiplenici, ‘devir’i fonetik, akustik, performatif bir aygıt haline getiren bir duruma da atıf yapıyor.

Biyolojik, morfolojik, flora ve faunayla sürekli flört halindeki Uluç formları, yüksek ve alçak eylem-biçim ‘Devir’leriyle, zamanda, mekânda, izleyicide ve biçimde ön – arka ilişkisini teatral bir dramatürjiyle sindirdikçe kendini taptazeliğinde tabir ediyor. Resme dökülen enerji, kudretini Uluç’un hesaplaştığı etik, düşünsel, gündelik, mitolojik veya folklorik tabu ve tapulardan, bizatihi ‘resmiyet’i üreten her nevi formdan alıyor.

Gezginlikle Hak Edilen Özgün Bir Atlas

Sanatçının Fransa, Nijerya, ABD ve Meksika’ya yaklaşık 40 yıllık bir süreçte yaptığı seyahat ve burada yaptığı gönüllü konaklamalar, Uluç’un plastik evrenindeki boşluğu-uzayı-espası tayin eder öznel dünya ve âlem anlayışının şekillenmesinde, gezginlikle hak edilen özgün bir atlas adına kışkırtıcı bir etki taşıyor. Uluç adetâ, bütüncül ‘küresel ağ’dan önce aynı ağ(-lar)ı – uzayları organik olarak ve bir örümcek döngüselliğiyle, duygusal ve işlevsel olarak, naçiz yazgısıyla dünyadaki sanatıyla, ‘öteki’liğin şeffaf yapışkanlığı ile örüyor.

Yine Tavanarası’na sadakatle konuşursak Okullu olmayı da, Alaylı olmayı da aynı ciddiyetle teneffüs etmiş Ömer Uluç sanatındaki karakteristik plastik jestler – ‘burgaç’lar, Uzakdoğu felsefî metinlerinin ayinsel olarak kâğıda işlendiği, imgenin kelime, kelimenin ise imgeyle seviştiği tecrübeler olarak dillendirilebiliyor. Bu sırada da çalışmalar İslam, Osmanlı ve haliyle modern Avrupa mürekkeplerine de, art arda saygı duruşlarına geçiyor.

Düğümün çözüme, çözümün düğüme âşık edildiği, esrikliğin asıl bilinç hali olduğu iddiasındaki, fark olanın farkını ötekinden yana kayırır bu zihin-biçimleri, farkındalıklarının ironisini bir organ olarak beyin ve ince – kalın bağırsakla gösterdikleri dobra optik ikizlikle de yerine getiriyor.

Uluç, ister şövaleler, isterse galeriler, müzeler olsun, köşeleri köşeye sıkıştırmaktan hep zevk aldığı oval formların hakimiyetindeki resimlerinde, yalan ve gerçeğin münazarası için sonsuz bir platform taşıyıcısı olarak da biliniyor. Bu durum, dibinde deseni hep taze ve samimi tutan eylem – resimlerindeki burgaçlara da hem göksel hem deryacıl ve hem de topraksı bir mitologya kostümü dikiyor.

Labirente ‘Dört Köşe’ Kaçışan Varlıklar

Sözgelimi kendisinin Labirent (1996) isimli mor temalı soyutlamasında bile, esere misafir varlıklar bu dört köşenin köşelerinden ‘kaçmayı’ bile göze alıyor, dünyaya sızıyor. Ya da çok sevdiği yaratığı, Lucy, bir plastik boru heyulasından sızıp, öte dünyanın anti heykeli olarak önümüze dikilebiliyor.

Uluç’un, hikâyelerini bulanık gri, göksel lacivert, ufku doldurur mavilikte veya topraksı peyzajlar üzerinde türlü tonla anlattığı ‘oyuncu’ biçimler, yansıttıkları iyicil – kötücül ve eril – dişil karakterlerle de, hemzeminde ayrışıyor.

Buna karşın, sanatçı betimlediği bir Boğaziçi panoramasının can dayanmaz havai fişek gösterisiyle de, hakikat ve gerçeküstünü aynı yatakta yakalayabiliyor ve o yatağa cayır cayır, balıklama dalıyor.

Ömer Uluç, günlük hayattan dolu dolu gözlerle kıs kıs gülerek ilham aldığı bu günahkâr varlıkların kindar yalnızlıkları, kalabalıktaki narsist hüzünlerine, aynı satıh aralarında, bilhassa yoğunlaşmaktan büyük bir mesuliyet ve memnuniyet duyuyor.

Kuşkuyu çok önemli bir kaynak olarak sahiplenen Uluç, sıcak ve soğuk renklerde yıkadığı bu ‘tıkışmış’, her birinin derdi diğerine derman irtibat biçimleriyle, onlar adına karakteristik birer giysi, bir bakıma bir psikolojik tekstil de dokumuş oluyor.

Sanatçının, biçimle rengi uzlaştırdığı bu dönüşüm halinde gösterdiği sabır ve tevazu, Japon Budist kavramsal baskıresim sanatçılığı ve tecrübesi Ukiyo-e’ye de bir manada selam duruyor. Her şeyi olduğu gibi kabullenirken, aynının içindeki ayrıya da saygı gösteriyor.

Yine, kendisinin nesneleri de, canlıları da, vurguladığı, tükenmez oluş halindeki birey siluetleri de, kendi hafızalarının yoğunluğuyla izleyici karşısında ve birbirlerine hesap verir halde oluyor. Sanatçının satıhta bitiştirdiği kel alaka yazgılar, görünüşte baş başa, birbiriyle dostane imiş gibi gelseler de, eserlerde vurguladığı bu bitişik uzaklıklar, sanatının en sahici gerilim kanıtları, duygusal fay kırıkları olarak kıvrıldıkça kıvrılıyor.

Mikro Ve Makro Organizmaların Ressamı

Uluç sanatında, cüsseli, ani ve gürbüz plastik unsurların aralarındaki bu ruhani tansiyon, resmindeki dramanın hammaddesi halini alıyor. Adamlar, yarasalar, kuşlar, köpekler, atlar, kurbağalar, kargalar, cinler, kadınlar gibi, ağaçlar ve kimi nesneler de, gerek mono-krom ‘iç aydınlıkları’ ve gerekse yüzeye konmaya inat eder hayal halleri ile hafıza denizinde birer obez siluet halinde kendinden emin biçimde uçuşuyor, birer mikro-makro organizma gibi başdöndürerek geziniyor.

Ömer Uluç, bu klostrofobik, fantastik çalışmaları ile, adeta açgözlü dünyevi bir varoluşun turşusunu bilinçaltında kurar cinsten, şeffaf, tıkalı bir susuzluk da vadediyor. Uluç, bu ‘araf resimleri’yle, şu fani, günahkâr dünyanın da otopsisini, daha hayattayken yapıyormuş gibi bir his bırakıyor.

Sanatçı böylece, girdiğimiz koma (ve aynı anda orgazm) halinin birer evrak-ı metrukesi haline gelen her resminin, heykel ve deseninin dibinden de duyulabilecek o ağlayan – delişmen kahkahalarıyla alkışlanıyor.

Uluç’un taşıdığı, ömrünün gönüllü sürgünüyle, son nefesine dek risk halinde kazandığı asıl vatanı, sanatıyla, sadece tek bir Palyaçonun dürüstlük ehliyeti olarak hatırlanmıyor. Korkak dünya sahnesinin de kabahatlerini sonsuzluğa emaneten insanlıktan devralan, yine Ömer Uluç’un ta kendisi olarak tarihe ve geleceğe, eserleri gibi bitmez bir iz bırakıyor.

Kedi ve Nişanlısı, 1998 (detay), Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Koleksiyonu, İstanbul Modern Sanat Müzesi / Uzun Süreli Ödünç

Uluç’u, İstanbul Modern’de “Ufuk Çizgisinden Öteye” Tarifleyen Küratörler Anlatıyor

İstanbul Modern’de 20 Mart itibarıyla izlenecek Ufuk Çizgisiden Öteye sergisini düzenleyen küratörler Öykü Özsoy Sağnak ve Nilay Dursun’a, Ömer Uluç sanatı ve müzedeki kapsamlı serginin ayrıntılarını danıştık.

İstanbul Modern’de açılacak yeni sergiyi, devraldığı dertler adına daha önce izlediğimiz topyekün Uluç sergileri arasında nereye yerleştirmemiz doğru olur? Bu serginin yeni keşifleri veya vurguları nelerdir?

Ömer Uluç’un (1931–2010) sanatsal yolculuğunun neredeyse tamamını gözler önüne sermeyi amaçlayan Ufuk Çizgisinden Öteye başlıklı sergimiz, sanatçının pratiğinde öne çıkan farklı ifade biçimlerini çeşitli temalar altında bir araya getiriyor. Sergi temaları, soyut ve figür arasındaki ilişkiden başlayarak Uluç’un kendine has evreninde yer verdiği karakterler, mistik canavarlar, hayvanlar gibi canlılara ait imgelere, şahit olduğu ve olmadığı dönemlerdeki anlatılardan esinlenerek ürettiği çalışmalara, hayatında önemli bir yere sahip deniz ve deniz araçları ile olan ilişkisine ve özellikle yaşamının son evresinde sıklıkla zihnini kurcalayan bilimsel gelişmeler üzerindeki sanatsal yorumlarını keşfetme imkânı tanıyor.

Oldukça geniş bir zaman çizelgesinde gezinen sergi, üretim tarihi 1960’lardan 2010’a kadar yayılan ve sanatçının 300’ün üzerinde yapıtının bir araya geldiği kapsamlı bir seçkiye yer veriyor. Sergide, Uluç’un sanat hayatının başında tuval üzerine yağlıboya örneklerden başlayarak kâğıt üzerine desen ve çizimden tuval üzerine akriliğe, kolajdan heykele birçok disiplinden örnekler bulunuyor. Daha önce sanatçının belirli dönemlerde ele aldığı malzeme ya da konulara odaklanan sergileriyle karşılaşan izleyici, Ufuk Çizgisinden Öteye sergisinde ise bütüncül bir çerçevede Uluç’un araştırma ve üretim pratiğinde değerlendirdiği konuları yıllar içinde farklı malzeme ve tekniklerle nasıl tekrar ele aldığını gözlemleyebiliyor. Bu hedefle, sanatçının kauçuk, keçe, alüminyum, akrilik levha, PVC ve polyester gibi materyallerle ürettiği çalışmaları izleyiciyle buluşturan sergi, malzemenin sınırları ve sınırsızlıkları üzerine düşündürüyor.

Ömer Uluç: Ufuk Çizgisinden Öteye, insanlık ve evren arasındaki karmaşık ilişkiyi irdeleyerek, döneminin geleneksel sınırlarını aşan, sanatının yanı sıra entelektüel kişiliğiyle kültürel olarak da farklı alanlara ilgi duyan ve gerçekleştirdiği seyahatlerin de etkisiyle çeşitli coğrafyalardan hikâyelerle kendini besleyen sanatçının yapıtları aracılığıyla, ziyaretçileri zaman ve mekân ötesine bir yolculuğa davet ediyor.

Rengin, Uluç sanatındaki işlevi hakkında ne düşünebiliriz ? Ön – arka ilişkisi, eski ve yenilik, rengin ürettiği zaman ve gönderme yaptığı biricik hatıralar, sanatında rengi hangi vazifelerle baş başa bırakmış olabilir?

Renk ve renk kullanımı deyince, Ömer Uluç’un Türkiye sanat tarihinde ilk akla gelen sanatçılardan biri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Soyut ve figür arasındaki deviniminde sadece “Doğu ve Batı sanatı” arasındaki ilişkiyi değil, Afrika’ya kadar uzanan bir coğrafyanın renk ve bakış açısını kendi paletiyle yorumlayan bir sanatçı Uluç. Kimi zaman farklı malzemelerle müdahale edilerek katman katman yoğunlaşan, kimi zaman fırça darbelerinin meditatif bir döngüde oluşturduğu sarmallarla sadeleşen, kimi zamansa çizimlerini dijital kompozisyonlar aracılığıyla yeniden hayata getiren çalışmalarında renkler, her zaman izleyiciyi etkileyecek bir unsur olarak karşımıza çıkıyor. Ele aldığı bir konuyu ya da bazen benzer imgeleri malzemenin olduğu kadar rengin de sınırlarını zorlayarak kullanan sanatçı, rengi aynı zamanda bir hareket katmanı olarak da kullanıyor. Örneğin, deniz ve deniz yaratıklarını görselleştirdiği çalışmalarında Uluç, sergi kataloğunda yazısı yer alan Seda Yörüker’in de ifade ettiği gibi, metalik renkler dahil olmak üzere denizi sınırsız bir renk skalasıyla buluşturuyor.

Sırf tuvalleri değil, heykelleriyle de, düzenlemeleriyle de dramaya büyük bir önem veren Uluç, çalışmalarıyla seyirciyi ne ölçüde ka’ale almış olabilir ? Bencil, pasif, dünyaya arkası dönük bir yaratıcıdan ziyade, Uluç sanatındaki çocukça bonkörlüğü siz neyle açıklarsınız?

Sanatçının hayattan, özellikle farklı coğrafyalarda tanıştığı kişilerden, dinlediği hikâyelerden, izlediği filmlerden, okuduğu kitaplardan da etkilenerek kendine has bir dünya oluşturduğunu söylemek yanlış olmaz. Ömer Uluç: Ufuk Çizgisinden Öteye sergisinde de bu anlamda bir araya getirilen, sanatçının tarih ve kültürden, şehir ve şehir manzaralarından, bilimsel gelişmelerden ve insanla doğa arasındaki ilişkiden beslenerek ürettiği çalışmaları izleyiciyle buluşuyor. Burada önemli olan, sizin de ifade ettiğiniz gibi Uluç’un beslendiği bu hikâyeleri ele alış biçiminde çocuksu yaklaşımını kaybetmemesi ve sanat pratiğinde değerlendirdiği konuları belki de akla gelmeyecek malzemelerle buluşturması. Yarattığı heykelleri tekrar tekrar farklı yerleştirmelerle bir araya getirmesi ve onlara insansı özellikler vererek izleyiciye çok yönlü anlatılar sunması, aslında hayatın içinden sahneleri üretim pratiğiyle birleştirmesine birer örnek niteliğinde. Özellikle son dönemde gerçekleştirdiği Sağ El, Sol El Desenleri serisinde de belirli bir kısmını tek tek, adeta bir hikâye kitabını bölümlendirir gibi isimler vererek imzaladığı çalışmaları, insani olan ile soyut olan arasındaki oyuncul bağı gözler önüne seriyor.

Sergi çalışmanız sırasında karşılaşıp, ilk kez veya özellikle burada bizimle paylaşmak istediğiniz / her birinizin belli anekdotları, vurguları / arşivsel buluntuları var mıdır?

Spesifik bir hikâye olmasa da, sergiye çalıştığımız süre boyunca Ömer Uluç’un bizi, üretimleri, sanata ve hayata dair açıklamalarıyla her an şaşırttığını ve onun sanatı vasıtasıyla keşfetme arzumuzun perçinlendiğini belirtmek isteriz. Gerçekleştirdiğimiz tüm araştırmalar ve okumalar sırasında yaşamında hazırlanan sayısız içerik ve özellikle röportaj sayesinde sanki sanatçıyı kendi ağzından dinliyor ve onun farklı coğrafyalar üzerindeki yorumlamaları sayesinde sadece Türkiye değil dünya sanat tarihi hakkında kapsamlı bir izleğe ulaşıyor gibi hissettik. Bu hislerimiz ise bizi sergi alanında izleyicinin de Ömer Uluç’u belgeseller ve fotoğraflar aracılığıyla daha yakından tanıyabileceği, sergide üretim örnekleri olarak yer verilemese de arşivsel buluntuların paylaşımıyla sanatçının farklı çalışmalarını görebileceği, dünyanın çeşitli yerlerinde açtığı sergiler hakkında bilgi alabileceği ve özellikle üretmeye neredeyse hiç ara vermemiş bir sanatçının zihin ve çizim ilişkisine yakından bakabilecekleri bir alan hazırlamaya itti. Sanatçının atölyesinden de esinlenerek hazırlanan bu alan bir yandan da serginin sanatçının çok yönlülüğünü izleyici ile buluşturma hedefini destekleyici ek materyallere yer veren bir alan olarak kurgulandı.

Dipnot: Ayşegül Sönmez’in öncülüğüyle 2019’da Ekin Yayınevi tarafından basılan Umut Burnundan Dolaşarak kitabı, içinde benim de yer aldığım değerli kalemlerin Uluç’la röportajları ve sanatına dair okumalarını arşivlemişti. İlgilenenler adına, tüm kalemlere de saygı ile hatırlatmayı değerli bir vazife sayıyorum.
https://www.ekinkitap.com/umut-burnundan-dolasarak-omer-uluc-ile-soylesiler?srsltid=AfmBOorAIcGCSNhRMYTic-0o9m3-_kqHOx6ATgoEXNlhtnnYGXcpGDVH

Ömer Uluç, 1996, Fotoğraf: Gündüz Kayra, İstanbul Modern Sanat Müzesi Fotoğraf Koleksiyonu

Kedi ve Nişanlısı, 1998 (detay), Dr. Nejat F. Eczacıbaşı Vakfı Koleksiyonu, İstanbul Modern Sanat Müzesi / Uzun Süreli Ödünç

Previous Story

71. Sait Faik Hikâye Armağanı Burçe Bahadır’ın

0 0,00