Kendi Yolundan Gitmek: Autoban’ın Üçüncü On Yılı - ArtDog Istanbul

Kendi Yolundan Gitmek: Autoban’ın Üçüncü On Yılı

“Yerel bir sezgiden evrensel dile ulaşan” ilk 10 yıl İstanbul’u kültürel anlamda dönüştüren; ikinci on yıl uluslararası bir yapıya geçen Seyhan Özdemir ve Sefer Çağlar ikilisinin kurucusu olduğu Autoban üçüncü on yılına adım atarken Özdemir ile multi disipliner yaklaşımlarını, “hâla sabah işe giderken okula gidiyorum” diyecek kadar tutkuyla bağlı olduğunu işini ve projelerinin vazgeçilmezi çağdaş sanatın onlar için nasıl bir iz bırakmak, miras yaratmak anlamına geldiğini konuştuk.

/

Seyhan Özdemir ve Sefer Çağlar 2000’li yılların başında İstanbul’un dönemin uluslararası cazibe merkezi olmasına ciddi katkılarda bulunmuş; şehre ‘özgün’ bir yaşam biçimi sunmuş Autoban’ın kahramanları. O dönem ve sonrasında Autoban malum uluslararası birçok ödül alarak başarısını pekiştirdi ve yaptıkları işler hafızalara kazındı.

Şimdilerde üçüncü on yılına giren ikili, Maldiv’lerde bir otelden, en son hayat verdikleri Akbank Genel Müdürlük Binasına, Malta’da kale restorasyonundan Cumhuriyet döneminin önemli yapılarından ikonik Hilton Oteli’nin renovasyonuna çağdaş sanatı her daim anlattıkları hikayelerin vazgeçilmez bir parçası olarak gördüler. Londra Tasarım Bienalinde Türkiye’yi The Wish Machine/Dilek Ağacı adlı işleriyle temsil eden ikili yine yerel bir fikirden yola çıkıp onu evrensel bir masala dönüştürdüler. Halil Altındere’nin Mars Mülteci Kolonisi işinde Mars’ta yer altı şehirleri ve mimarların 3D printerlar yoluyla tasarladığı şehirleri öneren Autoban, Taner Ceylan ile sanatçının yoğun hayal dünyasına eşlik edecek şiirsel bir diğer hikayeyi Sipahiler Ağası Mehmet Emin Ağa Yalısı’nda hayata geçirdi.

The Wish Machine.

Biz bu söyleşiyi yaparken Londra’da Mikla by Kısmet’i açılışı oldu; sizin imzanızla.

Biz genellikle markalarla iş birliği içinde çalışıyoruz. Onları yalnızca birer müşteri olarak değil, uzun vadede birlikte bir yolculuğa çıkılan ortaklar olarak görüyoruz. Yaptığımız iş, sadece mimari bir tasarım üretmek değil; markayı beş-on yıllık bir vizyonla yeniden konumlandırmak. Yani mekân tasarımı dediğimiz şey, aslında markanın hikâyesini anlatan bir deneyim alanı yaratmak anlamına geliyor. Bizim için bu çok kritik. Çünkü dünya artık bambaşka bir yöne evrildi. Her şey dijitalleşti, alışverişler “tık tık” birkaç saniyede yapılabiliyor ama buna rağmen deneyimin değeri hiçbir zaman azalmadı; aksine geri geliyor. İnsanlar artık sadece bir ürünle değil, o markanın dünyasıyla temas etmek istiyor. Bu yüzden “mekân” dediğimiz şey, markalar için bir kimlik sahnesi haline geldi. Örneğin Kısmet by Milka’da da, Atelier Rebulda bu yaklaşımı benimsedik. Her ikisinde de o markanın kendine özgü deneyimini mekânsal açıdan ifade etmeye çalıştık.

Dijital dünyanın yükselişi fiziksel deneyimi azaltıyor mu, yoksa dönüştürüyor mu?

Bence dönüştürüyor. Çünkü güven meselesi çok önemli hale geldi. İnsanlar artık neyin gerçek, neyin yapay olduğunu bile kestiremiyorlar. Hele şimdi yapay zekanın devreye girdiği bir dönemdeyiz; bilgi hızla çoğalıyor ama aynı hızda kirleniyor da. O yüzden bir markayla, bir insanla ya da bir fikirle fiziksel olarak buluşmak çok daha kıymetli hale geliyor. Yüz yüze temasın yerini hiçbir şey tutamaz.

AI konusunda ne düşünüyorsun? Bir tasarımcı olarak bu teknolojiyi tehdit mi, fırsat mı olarak görüyorsun?

Açıkçası, ne tamamen tehdit ne de tamamen fırsat. Bir kere çok hızlı gelişiyor. Hatta öyle ki, bu sistemleri çalıştıran bilgisayarların bile enerjisi yetmiyor artık. Dünyada şu anda enerji savaşlarının bir nedeni de bu. AI, muazzam bir bilgi birikimini tarıyor, birleştiriyor, kombine ediyor. Ama ne kadar bilgilense de, insan faktörü başka bir şey.

Çünkü biz sadece gördüğümüz, okuduğumuz şeylerden değil; rüyalarımızdan, duygularımızdan, sezgilerimizden de besleniyoruz. Yani AI’ın yazdığı bir şeyi okuduğumda genellikle anlıyorum — çünkü bir bağlama oturmuyor, içsel bir tutarlığı eksik oluyor. Bu, bizim sektörde de geçerli. Mesela “artık tasarımcıya gerek kalmadı, kelime giriyorsun, mekânı çiziyor” diyorlar. Evet ama o sistem sadece “bilgilendirildiği kadarını” yapıyor. Oysa insan, kendi iç dünyasından bir şey ekliyor; bambaşka bir yorum getiriyor.

Yani senin için insanın yaratıcılığı hâlâ merkezi konumda.

Kesinlikle öyle. AI belki bizden öğreniyor ama biz de ondan öğreniyoruz. Bu karşılıklı bir süreç. Fakat hâlâ “özgün bir şey yaratmak” insanın elinde. Ben bunun uzmanı değilim ama şunu söyleyebilirim: duygu faktörü olmadan yaratıcılıktan bahsetmek mümkün değil. AI çok akıllanacak, evet, belki bir gün “bizden daha akıllı” hale bile gelecek, ama insan beyninin rüyaya, sezgiye, hikâyeye ulaşma biçimini birebir kopyalayamaz.

Geçenlerde bir şey gördüm: bir grup araştırmacı kutsal kitaplarda anlatılan Cennet ve Cehennem tasvirlerini alıp üç boyutlu olarak yeniden üretmiş. Ama orada bile “yeniden üretim” var. Yani AI tamamen yeni bir şey yaratmıyor; mevcut verileri birleştirip yeni bir kompozisyon çıkarıyor. Belki ileride farklı bir boyuta geçer — kim bilir, belki çocukluğumuzda izlediğimiz Matrix filmlerindeki gibi bir düzene bile evrilir. Ama bu beni korkutmuyor. Çünkü mesele kaçmak değil, farkında olup kendi yolundan yürümek.

Yazı ve yapay zeka ilişkisi konusunda ne düşünüyorsun?

Ben hâlâ AI’ın bir metni yazma biçiminden tanıyorum. Bir yazının AI tarafından yazıldığını anlıyorum. Çünkü cümlelerin bağlanma biçimi, duygunun yerleştirilişi çok farklı. Evet, bilgi toplayabiliyor ama bilgiyi bağlama oturtamıyor. Bizim alanımızda da aynı durum geçerli: tüm dünyadaki projeleri, trendleri görebiliyorsun ama onları “kendine özgü” bir süzgeçten geçirip yeniden kurmak başka bir şey. Biz o bilgiyi “faydalanmak için” değil, “bilmek için” izliyoruz. Çünkü bazen gerçekten ilham verici inovasyonlar var ama o ilhamı kendi bakışınla yeniden şekillendirmezsen, sana ait olmaz.

Yani yapay zekayı kullanmıyorsunuz ama takip ediyorsunuz.

Evet. Henüz doğrudan bir şey “tasarlatmak” anlamında kullanmıyoruz. Ama onun opsiyonlarını görmek, sınırlarını test etmek istiyoruz. Yani “ne kadar benzersiz kalabiliriz” sorusunun cevabını arıyoruz. Çünkü AI tüm bu bilgileri birleştirip ortaya bir sonuç çıkarıyor. Bizse hâlâ kendimizi “insan” olarak, “yaratıcı beyinler” olarak başka bir yere konumluyoruz. Dolayısıyla bazen AI’ı sadece kaçmak için kullanıyoruz — fikir üretmek için değil, kendi yolumuzu bulmak için.

Ben hiç yazı yazdırmadım AI’a. Ama bazen test ederim, bir bilgiyi biliyor mu diye bakarım. Sonra da kontrol ederim çünkü yanlış bilgiler çok. Bu yüzden temkinliyim. Elbette çok daha akıllanacak. Ama biz de akıllanacağız. Bu karşılıklı bir evrim. Henüz o yolun çok başındayız. Bu süreç bizi de dönüştürecek. Bizim işimizde tasarım sanki “görsel bir kolaylık” gibi algılanıyor ama aslında öyle değil. Tasarım, bir düşünme biçimi. Dijital medyada gördüğüm bazı inanılmaz görseller var — gerçekten inandırıcılar ama bana göre hâlâ “inandırıcı” olmanın ötesine geçemiyorlar. Çünkü duyguları yok. 13 yaşındaki kızım çocukluğundan beri çok yaratıcı çizimler yapıyor; şimdi AI’la yaptıklarına inanamazsın. Ama o da bitecek çünkü herkes yapabilecek. O zaman farklılaşmak için yine o parmak izine döneceğiz. AI bizi uzman olduğumuz şeyde tehdit etmiyor; sadece dünyayı izleme biçimimizi değiştiriyor. Ben onunla yarışmıyorum, sadece farkında olmak istiyorum. Bilmek, ama kendi yolumdan gitmek.

2003 Autoban’ı kurduğunuz ilk dönemden bugüne, bu yolculuğu nasıl tanımlarsın?

O zamanlar oturup “bir gün uluslararası bir markaya dönüşeceğiz” diye plan yapmadık ama içimizde çok güçlü bir tutku vardı. Eğitim, elbette önemli, ama her şey sonunda kişisel tutkuya ve emeğe dayanıyor. Hayal kurmak, o hayalin arkasında durmak, doğru kararları verebilmek… Bunların birleşimi kolay değil. Hayal kurarsın ama hareket edemezsin. Hareket edersin ama yanlış kararlar alırsın. Ya da doğru kararlar alırsın ama sonuçlar istediğin gibi olmaz. Biz, ortağım Sefer’le birlikte bu dengenin peşinde olduk.

Taner Ceylan.

İlk on yıl, özellikle İstanbul’da çok verimli geçti. 2000’lerin başından Gezi dönemine kadar şehir inanılmaz bir enerjideydi. Uluslararası yatırımlar artmıştı, vizyoner müşteriler vardı. Bizim de vizyonumuz onlarınkine denk düşüyordu. Frank Lloyd Wright’ın “İyi proje, iyi müşteriyle yapılır” sözünü sık sık hatırlarım. Gerçekten de öyleydi. İstanbul o dönem çok booming bir şehirdi. Biz de hem iç mimari hem mimari projeler yaptık, hem de ürün tasarımı tarafında büyüdük. Bu dönemde birçok uluslararası fuara katıldık, tasarımlarımız ödüller aldı, kitaplarda, dergilerde yer buldu. Henüz otuzlu yaşlarımızdaydık ama Autoban artık Türkiye’den çıkmış uluslararası bir tasarım markası olmuştu. İnsanlar bunu “şans” gibi görüyor ama ben öyle düşünmüyorum. O kapıları sen açıyorsun. Şans, çalışmanın, emeğin ve o yolda yürümeye devam etmenin bir sonucu.

Ofis kültürünüz nasıl bir yapıya evrildi bu süreçte?

Biz hiçbir zaman “patron” olmadık. Ofiste hep birlikte çalışan insanlar olduk. Çok sayıda çalışanımız oldu ama kimse kimsenin üstü gibi davranmadı. Sabahları evden çıkarken hâlâ “okula gidiyorum” derim; ofisi gerçekten bir öğrenme alanı gibi görüyorum. Bu hâl hiç değişmedi.

İstanbul’un o on yılı hem şehir hem sizin için belirleyici bir dönem oldu. Şehri kültürel anlamda değiştirenlerdensiniz. O yılları nasıl hatırlıyorsunuz?

O dönemde İstanbul yalnızca bir şehir değil, bir kültürel merkez gibiydi. Bizim için de bir laboratuvar oldu. 2013’e kadar geçen süreçte şehre dair yaptığımız projeler hâlâ bizi tanımlıyor. Sadece mekânlar yaratmadık, aynı zamanda bir yaşam biçimi de dönüştü. Örneğin House Café, İstanbul bağlamında bir “yaşam tarzı” mekânıydı; insanlara farklı bir şehir deneyimi sundu. Bu dönemi belgeleyen “ilk 10 yıl” kitabımız uluslararası yayımlandı, Wallpaper’ın seçkilerine girdi, Japonya’dan Kanada’ya kadar satıldı. Bir gün Japonya’daki bir kitapçıda kendi kitabımı raflarda görmek inanılmaz bir duyguydu. Pandemi araya girmeseydi, ikinci 10 yılı da yayımlamış olacaktık. İlk kitap İstanbul merkezliydi; ikincisi uluslararası dönemimizi anlatacak.

O ikinci dönem yani 2013 sonrası sizin için nasıl bir kırılma yarattı?

O dönemle birlikte gerçekten uluslararası bir yapıya geçtik. Ürün tasarımı markamız büyüdü; Londra, Lizbon, Portekiz gibi yerlerde üretim yapan firmalarla işbirlikleri yaptık. Ürünlerimiz dünyanın birçok ülkesinde satılmaya başladı. Ardından Hong Kong, Madrid, Zürih gibi şehirlerde projeler yaptık. Bu noktada genellikle şu soru gelir: “Sizi bu kadar uzak yerlerde nasıl buluyorlar?” Aslında yanıt basit: iyi bir şey yaptığında görünür oluyorsun. O dönemde bugünkü gibi her şeyin sosyal medyada parladığı bir ortam yoktu. Tanıtımın yolu kitaplar ve dergilerdi. Projelerin yayımlandıkça yeni teklifler de geliyordu.

Bu süreçte Türk Hava Yolları’nın Atatürk Havalimanı’ndaki efsanevi CIP Lounge projesini yaptık. Bu bizim için bir dönüm noktasıydı. Ardından Bakü, Doğan Grubu ofisleri, daha sonra başka havalimanı projeleri geldi. CIP Lounge dünya çapında birçok ödül aldı ve bizi infrastructure ve large-scale projelere taşıdı.

Bu kadar büyük projelerin arasında, sanatla kurduğunuz bağı nasıl korudunuz?

Sanat bizim işimizin hep içindeydi. Modernizmin ortasında bir duygu katmanı gibi. Çünkü biz mimarlığı yalnızca teknik bir üretim değil, bir hikâye anlatma biçimi olarak görüyoruz. Yıllardır sanatçılarla işbirlikleri yapıyoruz. Projelerimize “dönemin izini” bırakmaya çalışıyoruz. Ben kendimi sanat uzmanı olarak tanımlamam ama küçük bir koleksiyoner sayılırım. Sanatçının bıraktığı iz, çağın ruhunu mekâna kazandırıyor.

Müşterilerimizi de bu işbirliklerine yönlendirmeye çalışıyoruz. Çünkü bir mekânın hikâyesi yalnızca mobilyayla, duvarla değil, orada var olan sanat eserleriyle tamamlanıyor. Bu bizim için bir miras bırakma biçimi.

Akbank Genel Müdürlük.

Bu işbirliklerinden biri de Londra Tasarım Bienali’ydi değil mi?

Evet, 2016’da İKSV tarafından Türkiye’yi temsil etmek üzere seçildik. O yıl Londra Tasarım Bienali ilk kez düzenleniyordu. Thomas More’un Ütopyasının 500. yılı teması işlenmişti. Biz de “Ütopya nedir?” diye düşündük. Eğer “en iyi dünya” fikri 500 yıldır gerçekleşememişse, belki artık umutlarımız dileklere kalmıştır dedik.

Türk ve Doğu kültürlerinde çok yaygın olan “dilek ağacı” kavramından yola çıktık. Herkesin dileğini asıp evrene gönderdiği o gelenek… Biz bunu çağdaş bir formda nasıl yorumlayabiliriz diye düşündük. Sonunda pnömatik tüplerle çalışan, altıgen bir sistem tasarladık. Altıgen — hexagon — Doğu kültürlerinde “cennetin kapısı” anlamına geliyor. İnsanlar bu tüpler aracılığıyla dileklerini yazıp gönderiyordu; kimse nereye gittiğini bilmiyordu ama o “bilinmezlik” de güzeldi. Kurulumumuzda rahmetli Paul Macmillan, Zehra Uçar ve Koray Malhan gibi isimler de danışma kurulundaydı. Bizim için çok anlamlıydı. Çünkü “umutsuzluk üzerine umut yaratmak” fikrini somutlaştırmıştık. Umut bence insanı ayakta tutan en önemli şey. En karanlık dönemde bile bir iyileşme umudu varsa, hayat devam ediyor.

Yani mimari sizin için daima bir tür hikâye anlatımı her daim.

Kesinlikle. Bizim bakış açımızda mimari, yaşamla iç içe bir hikâye biçimi. Bir galeride, bir otelde ya da bir bankada fark etmiyor — mesele, o mekâna bir ruh katmak. Belki o yüzden Autoban hiçbir zaman “sadece iç mimarlık ofisi” olarak görülmedi. Hep sanatla, kültürle, insanla ilişkisi olan bir duruşumuz oldu.

Biz bir tür kapı açtık aslında. Bir sanatçının, bir tasarımcının, bir mimarın yaptığı şey de budur: kendi hissettiğini, kendi hayalini hayata geçirmek. Biz Sefer’le gençtik, İstanbul’da başka bir kültür, başka bir yaşam biçimi hayal ediyorduk. Önce kendimiz için tasarladık; sonra o tasarımlar başkalarının da hayali oldu.

Mobilya tasarımında bile hep önce kendi evimizde denedik. “Biz nasıl bir koltukta oturmak isteriz, nasıl bir mekânda yaşamak isteriz?” diye düşündük. Bizim için mesele sadece konfor değil, dönemin malzemesi, zanaati, bakış açısı ve estetiğini birleştirmekti. Bu yüzden her ürün, her mekân bize göre tekil bir hikâye taşıyor.

Farklı coğrafyalarda çalışmak size ne öğretti? Her yeni proje bir araştırma süreci mi sizin için?

Kesinlikle. Biz gittiğimiz her yere önce araştırmacı olarak gideriz. O coğrafyanın kültürünü, tarihini, ritüellerini, hatta günlük yaşam biçimini anlamadan tasarım yapamayız. Çalıştığımız kültürle yaşadığımız kültür arasında bir köprü kurmak bizim işimizin özü. Hong Kong’a ilk gidişimde bunu çok hissettim. Hiç bilmediğim bir kültürdü ama önce o insanları, nasıl yaşadıklarını, ne yediklerini, ne okuduklarını, sanatlarını anlamaya çalıştım. Çünkü aynı manzaraya bakan iki insan bile farklı şey görür; mesele o öznel bakışı yakalayabilmek.

Biz, her yeni kültürle tanıştığımızda hem bilgi hem de duygu olarak besleniyoruz. Bunu yapabilmek büyük bir şans. Çünkü her coğrafya bize kendi hikâyesini, kendi tasarım dilini öğretiyor. Örneğin Asya’nın tropikal bölgelerinde, özellikle Endonezya’da gördüğüm ahşap oymalar ve bu oymalarla anlatılan efsaneler inanılmazdı. Onlar için bu, yalnızca bir zanaat değil, hayatı hikâyeleştirme biçimi. Bizim işimizle birebir kesişen bir alan bu. Her şey bir hikâye aslında.

Bu bakış Maldivler projelerinize de yansımış olmalı…

Evet, çok net yansıdı. Maldivler benim için doğanın mucizesiyle karşılaşmak gibiydi. Oraya ilk gidişimde doğanın gücüne ve kendi kendini yenileme biçimine hayran kaldım. O adaların oluşumu bile başlı başına bir ders. Düşünsene, mercanlar zamanla yükseliyor, sonra su yüzeyine çıkıyor. Ardından kuşlar, böcekler geliyor, bitkiler büyüyor ve yaşam başlıyor. Tüm ekosistem birbirini tamamlıyor. Benim için asıl mucize şu: orada yaptığımız yapıların tamamı bir sene içinde yeniden bitki örtüsünün altında kalıyor. Uzaktan baktığında sadece yeşil bir ada görüyorsun. Tasarımın doğayla rekabet etmediği, onunla bütünleştiği bir model bu.

Bir gün adada yürürken yere düşmüş bir Hindistan cevizi gördüm. Ertesi gün gittiğimizde içinden bir filiz çıkmıştı. Bir hafta sonra neredeyse ağaç olmuştu. Ve bütün bunlar kumun üzerinde gerçekleşiyor! Biz de projeleri buna göre kurguladık: yapıları mevcut ağaçların etrafına yerleştirdik, çok yaşlı banyan ağaçlarına dokunmadık. Sadece taşınabilir türleri, yani genç hindistancevizlerini başka yerlere aldık. Sonra o dokuyu geri kurduk, hatta üzerine yeni türler ekledik.

Halil Altındere.

Bu kadar hassas bir doğada inşaat yapmak kolay olmasa gerek…

Hiç kolay değil. Fakat Maldivler’de bu konuda çok ciddi koruma kurulları var. Türkiye’deki eski eser koruma kurulları gibi düşün. Adaların etrafında hangi bölgede bina yapabileceğine, hatta kazık çakabileceğine kadar karar veriyorlar. Özellikle deniz üzerindeki villalar, “ölü mercan” alanlarına inşa ediliyor. Yani doğrudan canlı mercanlara dokunmak kesinlikle yasak.

Bu sistemi orada yaşayınca daha iyi anladım. Dışarıdan bakınca “herkes adalarda otel yapıyor” gibi görünebilir ama süreç çok sıkı kurallarla ilerliyor. Ben de başta şüpheliydim, “gerçekten koruyorlar mı?” diye. Ama evet, çok iyi koruyorlar. Bunu yaşamadan anlamak zor. O yüzden orada yapılan işin değeri benim için çok büyük. Çünkü doğayla mücadele değil, doğayla uyum söz konusu.

Sanat önemli bir katmandı değil mi?

Evet, ilk otel projemizde genç küratörlerle bir art route kurguladık. Dünyadan birçok sanatçıya iş komisyonu edildi. Adada yürürken birden karşınıza bir sanat eseri çıkıyor. İkinci otelimiz olan Juweli Wing’de de aynı yaklaşımı sürdürdük; Seçkin Pirim’in büyük bir heykel yerleştirmesi mesela, adaya ilk adımda karşılıyor. Biz çok disiplinli, kolaboratif bir ekibiz. Farklı disiplinlerle birlikte üretmeyi seviyoruz. Çünkü mimarlık bizim için yalnızca “yapı yapmak” değil, aynı zamanda bir hikâye yaratmak. Bir projede ne kadar çok insanın emeği, duygusu, bakışı olursa o kadar zenginleşiyor.

Bisazza.

Malta’daki projeleriniz de aynı bakışla mı ilerliyor?

Malta benim için çok özel bir yer. İki otel projesi yapıyoruz. Malta’yı klasik bir turizm destinasyonu olmaktan çıkaran projeler bunlar. Şu anda bir kale restorasyonu üzerinde çalışıyoruz. Çok eski bir yapı. Kale içinde bazı yuvarlak planlı alanlar var; aslında o dönem gizlenmek için yapılmışlar. Bu alanları “özel deneyim mekânlarına” dönüştürüyoruz. Bu da aslında geçmişle bugünü buluşturmak gibi.

Tarih ve doğa sizin tasarım anlayışınızda hep birlikte var gibi…

Evet, kesinlikle. Çünkü insanın zekası kadar doğanın bilgeliği de çok güçlü. Her dönemin kendi zorluklarına verdiği çözümler inanılmaz. Göbekli Tepe’den bugüne kadar her dönem, karşılaştığı koşullara uygun çözümler üretmiş. Bu aslında bir tasarım biçimi. O yüzden ben tasarımı yalnızca estetik değil, hayata dair çözüm üretme biçimi olarak görüyorum.

Hilton Bosphorus projesi, Türkiye’de modern mimarinin önemli örneklerinden biri. Bu binayla çalışmak sizin için ne ifade ediyor?

Hilton, 1950’lerde SOM (Skidmore, Owings & Merrill) tarafından yapılmış ve Sedad Hakkı Eldem’in “yerel dokunuşlarıyla” tamamlanmış bir yapı. Türkiye’deki ilk beş yıldızlı otel ve aynı zamanda uluslararası sosyal hayatın başladığı yer. Louis Armstrong’un konser verdiği, Elizabeth Taylor’ın konakladığı, dönemin büyük isimlerinin geldiği bir yer. Dolayısıyla hem mimari hem kültürel miras anlamında çok özel.

Bu yapının 1990’larda bir renovasyonu yapılmış ama ne yazık ki o dönemdeki anlayış binayı çok değiştirmiş. Modernist bakış açısı yerine, neredeyse “Kapalıçarşı estetiği” diyebileceğim bir üslup benimsenmiş. Bakır kaplamalar, yoğun süslemeler, özgün tasarımı gölgelemiş. Biz işe başladığımızda kararımız netti: bu bir restorasyon değil, bir çeviri olmalıydı.

Yapının DNA’sını, döneminin ruhunu anlayıp bugünün diliyle yeniden ifade etmeye çalışıyoruz. O yüzden biz buna “çeviri” diyoruz. 1950’lerdeki zarafeti, modernizmin o dengeli sadeliğini koruyarak, çağdaş sanatı da içine alan bir güncel yorum getiriyoruz. Bu sadece bir mimari proje değil, aynı zamanda bir miras aktarımı.

Joali Maldives.

Bu projenin hikâyesi nasıl başladı? Size mi teklif edildi, yoksa yarışmayla mı oldu?

Yarışmayla. Akbank projesi gibi bu da davetli bir yarışmaydı. Hilton projesini kazandık, bu bizim için büyük bir gurur oldu. Çünkü gerçekten Türkiye için büyük bir mirasın parçası olmak demekti.

Hilton’un şehir hafızasındaki yerini düşününce, çok büyük bir sorumluluk üstlenmiş oldunuz.

Kesinlikle. Burası yalnızca bir otel değil, İstanbul’un belleği. Bizim çocukluğumuz, anne babalarımızın gençliği oradan geçmiş. Yani kolektif hafızada yer eden bir yapı. Amacımız bu geçmişi korumak ama aynı zamanda bugünün ruhuyla yeniden yaşatmak. 1950’lerdeki o “cumhuriyet zarafeti” diyebileceğim estetiği koruyarak, çağdaş döneme taşımak istiyoruz. Bu yüzden projeye çağdaş sanat da dahil ettik. Hilton’un hikâyesi bir “kayıp dünyanın temsili” gibi. Ama aynı zamanda geleceğe bırakılacak yeni bir miras. Bence bu, bir ülke için değerli bir legasyon.

Akbank projesine gelirsek; orada nasıl bir dönüşüm hedeflediniz?

Akbank’ta yalnızca mimari bir düzenleme değil, bir kültür dönüşümü yaptık. Artık insanlar iş yerlerinde sadece çalışmak istemiyor; keyif almak, üretmek ve inandıkları bir markayla bağ kurmak istiyorlar. Bu yüzden mekânı yeniden düşünmek gerekiyordu. Yeni sistemde kimsenin sabit bir masası yok. Çalışanlar istedikleri yeri “book” edebiliyor. Toplantı odaları, “zoom pod”lar, bir kütüphane, spor alanı, spa, hatta konuşmaların düzenlendiği bir clubhouse var. İnsanlar burada hem çalışıyor hem sosyalleşiyor. Bu proje de yarışmayla kazanıldı ve dört yıldır Akbank’la birlikte çalışıyoruz. Refik Anadol’un işleri, Akbank’ın kendi koleksiyonundaki eserler ve yerleştirmeler bu yeni atmosferin parçası oldu. Bütün bu değişimle Akbank gençleşti, yenilendi. “Ofis” artık sadece bir işyeri değil, bir deneyim mekânı haline geldi.

Bu dönüşümün amacı markayı mı gençleştirmekti, yoksa çalışma biçimini mi değiştirmekti?

İkisi birden. Dünyada artık en büyük sorun insan kaynağı. İnsanlar sadece para için değil, değerleriyle örtüştükleri yerlerde çalışmak istiyorlar. Biz bu projede “insanı merkeze alan” bir strateji oluşturduk. Yani hem orada çalışanlar hem dışarıdan gelen üçüncü taraflar hem de müşteriler için markanın yeni bir yüzünü kurduk. Mimarlık burada yalnızca bir araçtı; esas mesele insan ve aidiyet duygusuydu.

Fratelli Rosetti.

Fratelli Rossetti işbirliği nasıl başladı?

Fratelli Rossetti bizimle iletişime geçtiğinde bizden bir ayakkabı tasarlamamızı istemişti. Ben de “tasarımcı ayakkabısı” diyebileceğim bir şey yapmak istedim; günde 20 bin adım atan bir tasarımcıya rahatlık verecek bir model düşünmüştüm. Sonra şirkette bazı değişiklikler oldu, o proje durdu. Biz de birlikte Milano Monte Napoleone No:1’deki mağazalarının vitrini için bir iş yaptık.

Zaman çok azdı ama biz kendi ikonik ürünlerimizi resort koleksiyonu estetiğinde yeniden yorumladık. Yaz dönemine denk geliyordu, Fratelli Rossetti’nin resort koleksiyonuna paralel bir atmosfer oluşturduk. Sonuçta markanın tarihine ve estetiğine uygun, hem mimari hem modayı buluşturan bir deneyim çıktı. Sonraki yıl Bisazza için de bir patron tasarladık. Milano’daki büyük markalar gibi işbirlikleri yapıyoruz ama biz bunu kendi tasarım kimliğimizin sınırlarını genişletmek için yapıyoruz. Bu tür çalışmalar markayla aramızda ortak bir dil kuruyor.

İlk günden bugüne ısrarla “tasarım ofisi” olarak anılmak istemiyorsunuz.

Biz hiçbir zaman sadece “tasarım ofisi” olmadık. Hep şunu sorduk: “Nasıl bir dünyada yaşamak istiyoruz?” Yani önce kendi hayalimizi kuruyoruz. O hayali yaşarken de insanlara, markalara, mekânlara yansıtıyoruz. Bizi ayıran şey bu. Her proje bizim için bir hikâye. Her coğrafya, her kültür, her müşteri o hikâyeyi zenginleştiriyor. O yüzden hiçbir projemiz birbirine benzemez. Tek ortak nokta şu: her zaman o dönemin malzemesini, zanaatini, teknolojisini ve duygusunu birleştiriyoruz. Bizim işimizde sonunda geriye kalan şey sadece bina değil; hikâye, deneyim ve iz.

Hilton Bosphorus.

Bugün dijital dünyanın bu kadar hızlandığı bir dönemde, fiziksel mekânın geleceğini nasıl görüyorsun?

Fiziksel temasın değeri giderek artacak. Dijital dünya hızlı ama yüz yüze temasın, bir mekânda bulunmanın yerini hiçbir şey tutamaz. Güven, aidiyet, hikâye… bunların hepsi fiziksel mekânla mümkün. Evet, yapay zeka güçlenecek, belki çok daha öteye geçecek. Ama özgünlük, hâlâ insanda. Çünkü o, deneyimden, duygudan, kişisel izden doğuyor. Her şeyin sanallaştığı bir dünyada bile, bir mekânla, bir sanat eseriyle, bir insanla karşı karşıya gelmek hâlâ en derin deneyim.

Sizi tercih eden markalarla ilişkinizi nasıl tanımlarsınız?

Biz markalarla yalnızca proje bazında değil, uzun soluklu ilişkiler kuruyoruz. Amacımız bir mekân tasarlamak değil; o markayı bugünün ve önümüzdeki 10–20 yılın dünyasına hazırlamak. Bu yüzden sadece mimarlık değil, pozisyonlama, deneyim ve strateji alanlarında da çalışıyoruz. Örneğin bir marka toplantısına sadece mimar olarak değil, bazen pazarlama veya sanat toplantısına da katılıyorum. Çünkü tüm bu alanlar birbiriyle bağlantılı. Mekân, markanın bütünsel hikâyesinin parçası. O yüzden her şeyi bir bütün olarak ele alıyoruz.

Bu yaklaşım markaların kimliğine nasıl yansıyor?

En büyük fark “insan merkezli” bir düşünme biçimi. Artık insanlar sadece iş yapmak istemiyor; çalıştıkları markayla, bulunduğu mekânla duygusal bir bağ kurmak istiyor. Akbank örneğinde olduğu gibi, çalışanlar keyif aldıkları, ilham duydukları, değerlerine uygun yerlerde bulunmak istiyorlar. Bu nedenle markanın kimliğiyle mekânın dili arasında bütünlük kurmak çok önemli. Bu yaklaşımın bir başka yönü de yaratıcı özgürlük. Biz müşterilerimizle hep açık iletişim kuruyoruz. Her projede onların vizyonunu, bizim deneyimimizi bir araya getiren ortak bir alan oluşturuyoruz. En iyi proje, en iyi müşteriyle yapılır — buna inanıyorum. Şans değil, karşılıklı vizyon birliği.

Projelerde sanatla kurduğunuz ilişki hep çok güçlü. Bu sizin için neden bu kadar önemli?

Sanat bizim için bir lüks değil, bir ihtiyaç. Çünkü sanat mekânın ruhu. Bir yapıyı sadece mimariyle değil, sanatla tamamlayabiliyorsun. Sanat eserleri mekâna hikâye katıyor, zamanı belirliyor, dönemin izini taşıyor. Biz bugünün dijital dünyasında bile fiziksel sanat eserlerinin hâlâ çok güçlü olduğuna inanıyoruz. Dijital üretim artıyor ama gerçek sanatçının elinden çıkan işlerin bıraktığı iz, bambaşka bir şey. Bu yüzden projelerde müşterileri sanatla buluşturmaya, onlara sanat işbirliklerinin değerini anlatmaya çalışıyoruz. Maldivler’deki projelerde, Türkiye’de Akbank ve Hilton gibi yapılarda ya da Malta’daki otellerde her zaman çağdaş sanat önemli bir yer tuttu. Bu, bizim için bir miras yaratma biçimi: “Bu dönemi temsil eden bir iz” bırakmak.

Çalışma biçiminiz, işlerin çokluğuna rağmen, hep kolektif görünüyor. Bu sizin için bilinçli bir tercih mi?

Evet, tamamen bilinçli. Biz hiçbir zaman “patron” olmadık. Hep birlikte çalışan bir ofisiz. Ofiste herkes aynı masada, aynı fikir akışının içinde. Sabahları evden çıkarken hâlâ “okula gidiyorum” derim; bu hâli seviyorum. Çünkü o “öğrenme” hissi bizi hep diri tutuyor. Her proje bir öğrenme süreci. Yeni kültürler, yeni insanlar, yeni hikâyeler… Ben sürekli seyahat ediyorum, bazen bir haftada üç ülke değiştiriyorum. Ama bu yorgunluk değil, merak. Çünkü her yeni yer bize bir şey öğretiyor. Biz merakla çalışan insanlarız.

Kendi yaratıcı sürecinizi nasıl tanımlarsınız?

Benim için yaratıcılık sezgiyle başlar. Bir fikri zihinde değil, bedende hissedersin. Bazen bir koku, bazen bir ses, bazen bir rüya… Yaratıcılığın kaynağı buralarda. Sonra o his yavaş yavaş biçimlenir. Araştırma, gözlem, kültür okumaları gelir. Her proje, o hisle başlayan bir yolculuk. Bizim işimizde “başka yerlerde olmuş” bir şeyi yeniden üretmek değil, o yerin hikâyesini kendi gözünle yeniden anlatmak. Bu yüzden her proje benzersiz. Benim için tasarım, “dünyayı yeniden kurma cesareti” demek.

Bu kadar uluslararası bir üretim içinde, Türkiye sizin için ne ifade ediyor?

Türkiye bizim kökümüz. Ne kadar uluslararası olursak olalım, her şey İstanbul’da başladı. O dönemin enerjisi, kültürel karışımı, üretkenliği hâlâ üzerimizde. Burası hâlâ bizim laboratuvarımız gibi. Hâlâ buradan ilham alıyoruz. Çünkü bu şehir hem Doğu’nun hem Batı’nın hikâyesini taşıyor. Ben her zaman şuna inanıyorum: ne kadar uzağa gidersen git, köklerin seni çağırır. Bizim için İstanbul o kök. Buradan aldığımız sezgiyi, başka coğrafyalarda yeniden anlatıyoruz. Bence Autoban’ın ruhu da tam burada: yerel bir sezgiden evrensel bir dile ulaşmak.

Previous Story

Sanatın Parmak İzi

0 0,00
×
GG Popup
GG Popup Mobil