Dansçı ve koreograf Mihran Tomasyan uzun yıllardır bu alanda çeşitli pratiklerin bir araya geldiği, kolektif bir üretim sürecine alan açmak için önemli bir uğraş veriyor. Kurucularından olduğu, bu yıl yirmi ikinci yılında olan Çıplak Ayaklar Kumpanyası (ÇAK) bu alandaki önemli kilometre taşlarından biri… Tomasyan ile, kendi üretimleri ve ÇAK üzerinden dansın bugününe dair konuştuk…
Beden ile kurduğun ilişkiyi ve yarattığın dili nasıl tarif edersin?
Bu soruyu kendi koreografilerim ve içinde yer aldığım ortak eserler üzerinden düşünebilirim. Koreografilerimde “her yıl bir iş yapayım” gibi bir yaklaşımım yok. Bunlar dışında pek çok farklı işin içine de giriyorum ve hiyerarşinin daha dengeli olduğu ortak üretimlerde yer almaya özen gösteriyorum. Bu tip dengelerin gözetildiği ortamlarda üretmek beni motive ediyor. Sen Balık Değilsin ki, Sar, Hayat Ağacı, Tüh gibi kendi fikirlerimin üretimlerine baktığımda bir takım benzerlikler ve ortaklıklar görebiliyorum ama bir süredir kendim için bir şey üretmiyorum. Diğer yandan son dönemlerde merak ettiğim dansçılık dışında başka başka şeylere de baktığımdan bunu bir tür “iç nadas” olarak tanımlıyorum. Bu soruyu tüm koreografik süreçlerimi düşünerek cevaplayacak olursam, “anda gerçekleşen”e odaklandığımı, her seferinde bunu ortaya koymaya çalıştığımı söyleyebilirim. Anda gerçekleşme hâlini zaman kırılması gibi de tarif ediyorum bazen. Buna bir tür doğaçlama diyeceğim ama aslında ne yaptığımı ve nereye gittiğimi bildiğim bir doğaçlama anından bahsediyorum. Çok küçük dokunuşlarla o anda yaratılanın biricikliğini canlı kılacak koreografik skorlar eserlerimin önemli ortaklıkları diyebilirim. Ayrıca seyirci ilişkisini de önemsiyorum işlerimde. Sahnedeki kişinin dünyasıyla, seyirci arasında mutlaka bir ilişki kurulsun istiyorum. Ve neredeyse her işimde bu var. Seyirciye sadece virtüzite sunan bi anlayışın uzağında daha içine alan bir duygu alanı yaratmaya çalışıyorum.
Dansçı Kimliğimle Yaklaşıyorum
Genelde işlerimde hep obje de oluyor. Salt beden olan işlerim çok az. Ancak örneğin Pelin Uran’ın yeni sergisi Gel kızgınları(nı/mızı) konuşalım öyleyse kapsamında Leyla Postalcıoğlu’nun koreografisini yaptığı ve Sevi Algan’la gerçekleştirdiğimiz, benim yaratıcı dansçı olarak yer aldığım Yine de Kızgın Hissediyorum performansında hiç obje olmasa da, performansın bir yerinde bedenimi dönüştürmeye çalıştığım bir takım hallere giriyorum. Yani koreografilerimde sürekli bir dönüştürme, bir şeyi bir yere sıkıştırma, bir objenin ve elbet bedenin dönüşümü, deformasyonunun hikâyesi gibi benzerlikler birbirini çekiyor genelde.
Bedensel olarak da gitgide “dansçı zihni” olarak adlandırdığım bir yaklaşımla üretiyorum. Sadece hareket yok, işin yaratıcı dansçılık boyutu ön planda ve çıktısı sinema, tiyatro, heykel, müzik ne olursa ona dansçı kimliğimle yaklaşmaya çalışıyorum. Teknik dansçılıktan da git gide uzaklaşmışım gibi hissediyorum ki aslında teknik dansçılık yapmayı seviyorum. Ama o başka bir pratik gerektiriyor ve ben hayatımda o pratiği uygulamıyorum artık ve nerdeyse hiç uygulamadım aslında, belki 20’lerimde ama o dansçı disiplininin bana uygun olmadığını ve kendime göre disiplinler üretebileceğimi erken farkettim diyebilirim. Bedenimi başka yerden zinde tutmaya çalışıyorum.

Kurucularından olduğun Çıplak Ayaklar Kumpanyası 2000’lerin başından bu yana birçok üretimin parçası oldu ve olmaya da devam ediyor. O günlerden bu yana çok fazla şey değişti elbette. Ancak üretim pratikleri ve dans, hareket, performans odağında bakarsak en temel değişiklikler ne sence?
ÇAK olarak yirmi ikinci yılımızdayız. Çekirdek kadroda dört kişi, stüdyo koordinasyonunda onaltı kişi, teknisyen arkadaşlarımız ve gönüllüler derken sürekli iletişimde olan kalabalık bir ekibiz. Ortak buluştuğumuz nokta üretim, paylaşım, gösteri, ev hissi ve stüdyo, sanırım bu bizi ayakta tutuyor. Stüdyonun açıldığı 2007 yılından beri bu böyle, dönemler geçiyor ama stüdyo her seferinde küçük bir fabrika gibi çalışmaya devam ediyor, geçmişte Büyük Ev Ablukada, Gevende gibi ekiplerin de olduğu zamanları düşündüğümde her döneme kendi içinde uyum sağlayan bir yapımız olduğunu düşünüyorum. Bu da kesinlikle işlere çok yansıyor.
2000’lerde sahne kiralamak, gösteri yapmak meseleyken, bunu yapamadığımız için bu alanı bir gösteri mekânına dönüştürüp, burada beş sezon gösteri yapmamız ve oyunlarımızı arka arkaya oynayabildikçe piştiğini fark etmemiz çok önemliydi. Üretim pratiğimizde gösteriyi yaptıktan sonra zorlayarak yeniden sahneye koyuyoruz, tekrar zorlayarak bir daha yapıyoruz… Derken oynadıkça eser pişmeye ve kendi seyircisini de oluşturmaya başlıyor. Bence bu, eserlerin kaybolmaması adına da çok kıymetli bir şey.
“Türkiye Kültür Dinamiğinde İlerleme Göremiyorum”
Dansın hâlâ düzenli programlanmaması eser üretiminde dezavantajlar yaratıyor. Düzenli, devamlılığı olan bir gösteri mekânı olmadığı için uzun eser üretilemiyor. Geçmişte “garajistanbul” bu tip üretimlere büyük bir ivme kazandırmıştı. Bütün bir sezon her Pazartesi- Salı günü mekânda dans vardı ve bu devamlılık dans camiasına çok iyi gelmişti, dans seyircisinin oluşmasına katkı sağlamıştı. Yıllar içindeki değişimler bağlamında genel Türkiye kültür dinamiğine bakınca hiçbir ilerleme göremiyorum açıkçası. Devlet Tiyatroları ve Şehir Tiyatroları’nda dansa dair en ufak bir hareket yok, sadece İstanbul özelinde konuşuyoruz genellikle… Buna Ankara ve İzmir’i de dahil edebiliriz elbet ancak Türkiye genelinde dans sanatının kültür dinamiği içinde çok ufak bir yeri var. Genel kültür politikasına dans, sirk sanatları gibi alanlar henüz giremedi. Bu sebeple başka alanlarda kendilerine yol açmaya devam ediyorlar. Daha genel bir yerden bakarsak, şu anda dünyada etkileşim çok farklı. Dansın bütün sanat dallarını kendi potasında eritme potansiyeli olduğu için artık müzeye de girebiliyor, kütüphanelerde de gösteri yapılabiliyor. Dans artık bütün farklı sanat dallarıyla ortak üretimde daha fazla talep edilen bir sanat dalı. Biz Türkiye’de bu sürecin başlangıcındayız diyebilirim. Yıllar içindeki değişimlerin bu bağlamda olumlu baktığım bir tarafı da var.
Dans, koreografinin bütününü düşündüğümüzde çok kolektif bir sürecin parçası. Ancak bir yanıyla da bedensel hareketin kendisi çok kişinin kendisine dair gibi geliyor bana hep. Burada nasıl bir denge veya tansiyon var? Yeni bir iş üretirken veya sahnedeki performansta, hem bireye dair ve hem kolektif olan bu yapı nasıl işliyor?
Bu soruna, çalışmayı çok sevdiğim sinema alanından örnek verebilirim. Orada en önemli şey yönetmen. Ben bir koreografa, yönetmene hizmet etmeyi çok seviyorum. Neticede ortaya onun dünyası çıkıyor. O yüzden de kendi egomu olabildiğince geride tutmaya özen gösteriyorum. Benim olduğum sanat üretiminde ise daha yatay hiyerarşik sistemlerle ilgileniyorum aslında. İnsiyatif almak, sorumluluklar, nasıl dengeli çalışabilir diye bakıyorum. Bir iş üretirken çoklu kafa varsa o başka bir denge oluşturuyor. Her yeni üretimde ise dengeler sıfırdan kuruluyor. Her bir iş kendi dinamiğini kendi oluşturuyor zaten o zaman kesin tadı başka oluyor. Kendi koreografilerimde çok fazla dış gözle çalışıyorum. Olabildiğince çok insandan fikir alıyorum. Malzememi hiçbir zaman sonuna kadar saklamıyorum. Bulduysam ve onunla ilgili bir sempati duyuyorsam o malzemeyi olabildiğince çok kişiyle karşılaştırmaya çalışıyorum. Ve bu bana çok iyi geliyor. O yüzden de koreografisini yaptığım işlerde çok fazla görüş duymayı göze alıyorum. Genelde soyut bir alanda çalıştığım için, onun bir şekilde zihinde bir anlamı olması, bir duyguya tekabül etmesi için uğraşıyorum. O yüzden de farklı gözlerin ne hissettiğini anlamaya çalışıyorum.
“Koreografi Alanı Sınırlı”
Bir koreograf ve dansçı olarak yıllar içinde senin kendi yaklaşımında, pratiğinde neler değişti, gelişti? Nelerden besleniyorsun? Ya da sakınıyorsun?
2000 ile 2007 yılları arasında Fransa’da yaşadığım dönemde pek çok yerde dansçılık yaptım. Yanında çalıştığım isimlerden biri de koreograf Charles Cre Ange idi. Çok keyifliydi…Türkiye’ye döndükten sonra da dansçılık yapma arzum çok yüksekti. Sonuçta kendimi dansçı olarak tanımlıyorum. Ancak Türkiye’de teknik koreografi ile ilgilenen çok kişi yok ve o alan sınırlı. Hem bu yüzden, hem de kompozisyona olan merakımdan da dolayı o yöne de eğilmiş oldum. Keşke hep dansçılık yapsam diyorum bazen… Diğer yandan biraz önce de bahsettiğim gibi teknik dansçılığın gerektirdiği pratiği yapmak yerine başka bir şekilde bedenimi ayakta tutmaya çalışıyorum. Ailemin yayınevinin deposunda çalışıyorum, kitap taşıyorum örneğin ya da mutlaka taşıyacak bir şey buluyorum, depoda eşyaları taşıyorum ve böylece hem bedenimi bir şekilde ayakta tutuyorum hem de o pratiğin getirdiği sanatsal üretimi de dışarıda bırakmamaya çalışıyorum. Bence Sar işindeki duygu durumum, alt metinlerdeki Ermeni kimliğimle olan mücadelem bütün bu depodaki kitap-eşya taşıma işlerinden geliyor. Taşıdıklarımız işinde Leyla (Postalcıoğlu) Berkecan (Özcan) ile benim fikirlerimin Franscisco (Camacho, sanat direktörü) tarafından kurgulanması da benzer bir süreç… Tüm malzeme onun yönlendirmeleriyle bizden geldi… Bir dansçı olarak böyle işler yapmayı, bunlar üzerine düşünmeyi çok seviyorum. Böylece teknik dansçılık ne yazık ki benim için istemsiz bir şekilde yavaş yavaş sönümlenirken, yaratıcı dansçılık alanında gelişiyorum. Bir de yıllar içinde ÇAK’ta müzisyenlerle ilişkim çok gelişti. Yirmi iki, yirmi üç yıl boyunca sabit bir mekânımız olunca ve müzisyenlerle zaman geçirip birlikte bir şeyler üretmeye başlayınca sahnede canlı müziğin keyfine o kadar vardım ki, şimdi sahneyi hatta atölyelerimi bile hayal ederken artık hep canlı müzikle birlikte düşünüyorum…
Son yıllarda sahne üzerinde izlediğimiz pek çok işte çeşitli disiplinlerin bir aradalığına daha sık rastlıyoruz. Hatta çeşitli teknolojik, dijital unsurlar da işlerin gittikçe daha fazla parçası haline gelmeye başladı. Sen bu çeşitliliğe nasıl yaklaşıyorsun?
Dijital unsurlardan başlarsak; ben daha analog dünyayı seviyorum. Dijital beni korkutuyor. Daha doğrusu o işleri üreten kişilerle, ekiplerle uzun bir üretim süreci hiç yaşamadım. Öyle bir projede olmadım. O yüzden şimdilik çok gündemimde değil. Ben üretim sürecinin bir tür laboratuvar oluşturulmasını, bir şeylerin gerçekten pişmesine zaman vermeyi çok önemsiyorum. Günümüzde farklı dalların beraber ürettiği bir çağdayız. Sınırlar çok muallak. Bu benim hoşuma gidiyor. Genel olarak bu internet çağında zaten her şey birbirinin içine karışmış durumda ve bundan keyif alıyorum açıkçası. Bilimin sanatla kesişmesi gibi ihtimallerin de önemli olduğunu düşünüyorum. Nasıl bir yere gideceği konusunda hiçbir fikrim yok. Ancak ben memnunum bu kaostan. İstanbul da çok kaotik bir şehir bir yandan… Ekonomik olarak hayatta kalabilmek için aynı anda üç dört projede çalışıyorsun ve kentin kendi dinamiğini de yaşıyorsun. Avrupa’dan çok farklı bir kültür, farklı bir iş üretme pratiği var. Bu çok özgün bir şey. Bu açıdan bakınca da bu kaosu İstanbul’a yakıştırıyorum. İstanbul’un ‘90ları de böyleydi… Bence şehrin ve sanat üretiminin dinamikleri çok iç içe. Belki buradan göç edenlerden kaynaklanan boşlukların üzerimizde yarattığı basıncın da etkisi vardır bu dinamikte. Bu da başka bir direniş sonuçta ve bunların hepsi birbiriyle iç içe. O yüzden de bu şekilde yan yana olmak tam olarak bugüne yakışan bir şey…
Çıplak Ayaklar Kumpanyası dışında Tophane Noise Band de ortak üretim içinde olduğunuz bir oluşum. Ondan da bahseder misin?
Tophane Noise Band, aslında Serkan Aka’nın ürettiği, çoğu buluntu nesnelerin basit ve zekice dokunuşlarla yapılmış enstrümanların oluşturduğu bir sese meraklılar grubu. Ben, Serkan (Aka), Selim (Cizdan) ve Ufuk’tan (Fakıoğlu) oluşuyor. Berke (Can Özcan) da TNB ruhuna uygun olarak tarihleri denk getirdikçe bizle çalıyor, fikirsel olarak destek oluyor, güç veriyor.
Tophane Noise Band kendi zamanıyla akıyor biraz… Şu sıralar Büyük Ev Ablukada’nın “Defansif Dizayn” konserlerinde Karargâh şarkısını çalmaya devam ediyoruz ve bu çok büyük bir zevk. Bir anda karşımızda üç bin kişi oluyor ve bu bizim gösteri sanatlarında çok yaşamadığımız bir duygu. Bir de yeni birkaç işimiz var. Bunlardan birisi Kapı. Bir ev kapısına yerleştirilen yaka mikrofonları ile basit bir set oluşturduk ve gece çalmaya uygun bir format arıyoruz. Yakında Gizli Bahçe’de bir konser olacak. Bu sefer kendimizi biraz kısıtladık, onlarca alet olmadan, sadece kapıyı çalma mobil olma fikri tüm o atıkları ‘taşı- kur- çal- sök’ten sonra çok iyi tınlıyor. Konserden sonra Aralık ayında Arter’de yer alacak performansta da geliştirilmiş versiyonunu sunacağız.
Tophane Noise Band olarak ilgilendiğimiz diğer şey de “atık analog” dediğimiz çalışma. Müziğimizi yaparken yine kendi buluntu malzemelerimizle yapacağımız gerçek bir video efekti fikri küçük denemelerimiz var. Tamamen analog, elle yapılmış efektler, seslere aynı anda eşlik ediyor. Arter’e yetiştirmek istediğimiz çalışmalarımızdan da birisi.
Yoğun bir dönemin içinde olduğunuzu biliyorum. Şu anda ve yakın zamanda önünüzde neler var?
ÇAK olarak üzerinde çalıştığımız yeni işler var. Kendi çapında bir atılım yapıyoruz. Bunu da ilk defa burada anlatmış oluyorum. Stüdyomuzu kendi iç çalışmaları dışında stüdyonun işleyişini de sürdüren ve gösteri sanatları alanında çalışan yirmili yaşlarında genç dansçılar var ve bu büyük bir potansiyel bence. Uzun yıllardır da yeniden koreograf davet etmek istiyorduk. Kendi tarihimizde örnekleri çok var. Şu anda iletişimde olduğumuz ve kesinleşen iki koreograf var biri daha önce de iki kez beraber çalıştığımız Fransız Koreograf Charles Cre Ange, diğeri ise Belçika’dan les ballets C de la B’den Koen Augustijnen ve Rosalba Torres Guerrero. Yani, 2026’da farklı işlere emek ve zaman harcayıp, 2027’ye yeni oyunlarla girme gibi planlarımız var. Üretime devam.

31. Sayı şimdi basılı ve dijital versiyonuyla satışta.
Basılı dergi siparişiniz 5-7 iş günü içerisinde adresinize teslim edilir. Dijital sayı siparişiniz ise e-posta adresinize PDF olarak gönderilir.




