“Ve işte kadınlar… Erkek egemenliğini sorgulayan, kadınların tarihsel süreçlerdeki etkin rolünün görülmesini kendine amaç edinen, toplumsal cinsiyet kalıplarını tespit edip dönüştürmeye çalışan, ataerkil sistemle ve sıklıkla iç içe olduğu kapitalizmle de mücadele eden, çeşitliliği ve eşitliği savunan kadınlar. İpek Duben, Azade Köker, Nancy Atakan, Suzy H. Levy, Dilara Akay, Gönül Nuhoğlu. Bunlar, dünyanın insan iradesiyle, kolektif ifade ile değişebileceğine dair inançları yüksek kadınlar. Ve bir dönemin özgürlük arayışındaki parlak kadınlarından Duygu Asena vasıtasıyla ‘Kadının Adı Var’ ve olsun diye gözünü budaktan sakınmayan birçok kadın var.”
G-Art’ta 30 Haziran’a kadar devam edecek olan “Kadının Adı Var” isimli serginin tanıtım kataloğunda bunlar yazıyor. Biz de ArtDog Istanbul olarak serginin adından ve sanatçıların kadın meselesine ilişkin sağlam duruşlarından yola çıkarak iki soru sorduk.
Birinci soru şöyle: “‘Kadın, kendi bedeni üzerinde özgürlük sahibi olamayan./ Kadın, sesleri ve sözleri duyulamayan./ Kadın, seyirlik obje./ Kadın, arzu nesnesi. / Kadın, tarih yazımının ve yorumunun dışında tutulan.’ Serginin basın bülteni böyle başlıyor. Bianet’in tuttuğu çeteleye göre de erkekler 2023’te en az 333 kadını, 2024’ün ilk beş ayında ise 159 kadını öldürdü. Veriler her anlamda çoğaltılabilir ama bunlara bakınca serginin adı olan ‘Kadının Adı Var’, demek gerçekten mümkün mü sizce?”
İkincisi ise şu şekilde: “Siz sanat pratiğinizde kadın odaklı çalışan kadın sanatçılarsınız. Yaptığınız işlerin her sınıftan kadınlara nasıl bir ‘varlık’ kazandırabileceğini düşünüyorsunuz? Ya da daha düz bir anlatımla, sanat kadınları kurtarır mı?”
Serginin sanatçıları sorularımızı sırasına göre cevaplandırdı.
“Sanat Kadınların Seslerini Duyurur”
GÖNÜL NUHOĞLU
“Kadının Adı Var başlığı, kadın sorununa dikkat çekmek için antitez olarak konuldu. Gerçekte olmayan bir durumu varmış gibi ifade ederek, aslında neyin eksik olduğunu veya neyin olması gerektiğini ortaya koyarsınız, tıpkı benim sergideki işlerimden birisi olan neon “Every girl is a princess” işimde olduğu gibi.
Sanat benim kendimi ifade biçimimdir. Bir kadın olarak içinde yaşadığım bu toplumda bu konuya duyarsız kalabilmem mümkün olamazdı. Sanat, kadınları “kurtarmaz” belki ama onlara varlık kazandırır, seslerini duyurur, güçlendirir ve toplumsal değişimi teşvik eder. Kurtarmaz ama kurtulabilmesi için zemin hazırlar, gerekli dinamikleri harekete geçirebilir.
“Adımız, Sesimiz, Toplumda Yerimiz Var”
NANCY ATAKAN
Düşünelim. Serginin başka adı ne olabilir? Kadının Adı Yok. Veya Kadının Adı Var Mı? Böyle negatif bir ad daha mı doğru olurdu? Sadece Türkiye değil bütün dünyadaki istatistiklere bakarsak kadınlara şiddet uygulandığının kötü tablosunu çizebiliriz. Bence pozitif olmalıyız. Umutlu olmalıyız. Sanatçı medyada gösterilenlerin tekrarlanması yerine istediği dünyayı hayal edip gösterebilir. Adımız var. Sesimiz var. Toplumda yerimiz var. Önce biz kendimize önem vermeliyiz ve kendimiz inanmalıyız.
Tabii ki sanat kadınları kurtaramaz. Her sınıftan kadın İstanbul’da galerileri de gezmez. Bu yaz ikinci sefer Baksı Müzesi’nin Ütopya projesine katılacağım. Büyük şehirlerin dışında yapılan projelere çok önem veriyorum. Ama çoğu zaman şahsen sanatçı olarak yaşadığım, gördüğüm, bildiğim, hissettiğim, hayal ettiğim durumları görsel dil ile ifade etme çabalıyorum. Paylaşmak istiyorum. Projeler yaparken de işbirliğine önem veriyorum. 2007 yılından beri Volkan Aslan’la başladığım 5533 adında proje alanını şehir merkezinin dışında yürütüyorum. Bazen farklı sınıftan, esnaftan, sanatla ilgilenmeyenler de geziyor. Amacım budur. Belki bir iki kişiye bile daha önce hiç düşünmedikleri bir yönü göstermiş olabilirim. Belki farklı perspektiften bakabilirler ve “Aha! Bu da doğru olabilir” diyebilirler. Yalnız olmadıklarını bilebilirler. Belki.
“Çok Çetin, Kanlı Bir Savaş”
İPEK DUBEN
Sanatçı Zeren Göktan’ın Türkiye’de şiddetten ölen kadınların anısına ürettiği Anıt Sayaç, 2008’den itibaren öldürülen kadınların gün be gün sayılarını dijital ortamda kaydediyor. Anıt Sayaç’ın tuttuğu kayıtlara göre 2008’de erkek şiddeti sonucu ölen kadın sayısı 68 iken 2012’de 147, 2015’te 294, 2023’te 410, 7 Haziran 2024’te 182. Yani, 2008-2023 aralığında yüzde 70 bir artış görülüyor. Bu gerçek karşısında “Kadının Adı Var” demek şaka gibi gözükse de kadınları koruma altına alan, yardım eden, haklarını savunan, onları bilinçlendiren derneklerin, sivil toplum örgütlerinin sayılarının artması, gönüllü çalışan avukat, doktor, eğitimci birçok kadının aktif katkıları sonucunda mağdur kadınların erkeğin otoritesine, baskısına ve şiddetine karşı direnci de arttı. Erkekleri en fazla rahatsız eden, kadını malı olarak denetimi, tahakkümü altında tutma hakkını kaybetme korkusudur. İstanbul Sözleşmesi’ni iptal eden zihniyetin arkasında bu korku var. Geleneksel zihniyetin, özellikle tarikatlar ve aşırı gelenekçilerin canhıraş bir şekilde engellemek istedikleri, Dayanışma Vakfı, Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu, Şiddet Gören Kadın Dernekleri, Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, Kadının İnsan Hakları Yeni Çözümler Derneği, Kadın Emeğini Değerlendirme Vakfı, Kadınlarla Dayanışma Vakfı, Kadın Adayları Destekleme Derneği, Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı gibi örgütlerin yarattığı enerji ve dayanışmanın kadında filizlendirdiği umut ve dirençtir.
Kadın yazarların, romancıların, gazetecilerin, kadın bilimci ve akademisyenlerin, siyasi muhalefet yapanların sayısı da artıyor. Her zaman başı önünde, acısını, korkusunu içine gömen, çaresiz kadın, “kaderini” değiştirmenin çeşitli yollarını aramaya başlıyor. Bölgesel gelenekler, eğitim ve ekonomik farklılıklar göz önünde tutularak kadınların, sayıları az ama giderek artan bir güven duygusuyla kendilerine ve çocuklarına şiddet uygulayan eşlerine, erkek arkadaşlarına, aşırı baskı yapan aile fertlerine karşı direndiklerini, kocalardan boşanmaya cesaret edebildiklerini izliyoruz. Boşanma talebinde bulunan veya boşanmış tek yaşayan ya da ikinci bir evlilik yapan ya da evlilik teklifini reddeden kadın kocası veya erkek arkadaşı tarafından katlediliyor. Boşanmalar arttıkça, aile içi şiddet ve kadın cinayetlerinin sayısı da artıyor. Aileyi, mahalleyi, adaleti kasan, kilitleyen zihniyetle kadınlar vazgeçmeden mücadele etmek zorundalar. Yeni teknolojilerin sağladığı sınırsız iletişim olanakları dünyanın her köşesinde insanları bireysel, cinsel, ırksal, dinsel hak ve özgürlükleri konusunda hızla bilinçlendiriyor. Günümüzde Batı toplumlarında elde edilen kazanımlar kadın hareketinin sürekliliği ve olgunlaşması sonucunda başarıldı. Türkiye’de bölgesel, ekonomik ve eğitim farklılıkları göz önüne alınarak kadınların canlarıyla, kanlarıyla “Ben Varım”, “Kadının Adı Var” dediğini, demeye çalıştığını görüyoruz. Çok çetin, kanlı bir savaş.
Tek başına sanatın kadınları kurtarması diye bir şeyden bahsetmek mümkün mü? Toplumsal zihniyeti değiştirmek gibi çok geniş bir meseleyi düşünürken meselenin kendisinin içerdiği kompleks yapıyı hatırlayarak çözümün de çok yönlü bir yaklaşım gerektirdiğini kabul etmek zorundayız. 1960’tan itibaren 2000’lere kadar geçen süre içinde feminist hareketin kuvvetle hissedildiği Kuzey Amerika’da kadın hareketinin dönüşüm serüveni bize çok şey öğretti. Sanat dünyasında feminist yayınlar, sergiler, performanslar, bildirilerle, erkek sanatçıların temsil edildiği, erkek küratörlerin, müze direktörlerinin yönettiği temsil sistemindeki çarpıklık ve dengesizlik, kadın sanatçılara atfedilen “kadınsı” özellikler, pembe renk, dekoratif çizim, şekerli konuları tercih gibi saçma sapan tanımlamalara maruz kalan kadın sanatçılar mağdur kaldıkları ayrımcılığa şiddetle karşı çıktılar. Judy Chicago, Miriam Schapiro, Mary Beth Edelson, Carolee Schneeman, Rachel Rosenthal ve birçok başka sanatçı 1970’ler boyunca Birinci Feminist Hareket’in içinde kendi yaşam hikayelerini, sanat kurumlarında karşılaştıkları ayrımcılıkları, seksist davranışları, yayınlarda ve sergilerde incelediler ve eleştirdiler. 1971’de sanat tarihçisi Linda Nochlin “Neden Büyük Kadın Sanatçılar Yoktur?” adlı makalesinde George O’Keeffe ve Mary Cassatt gibi ”Büyük” sanatçı mertebesine ulaşmayı başarmış kadın sanatçıların müzeler ve sanat tarihçileri tarafından görmezden gelindiğini sorguladı; 1972 yılında dinsel ve sanat tarihsel ikonografinin kadını biat eden rolde görüntülemesini sorgulayan Mary Beth Edelson’ın Some Living American Women Artists / Last Supper adı ile Leonardo da Vinci’nın The Last Supper (Son Yemek) eserine göndermede bulunan tablosunda aralarında Louise Bourgeois, Elaine de Kooning, Helen Frankenthaler, Nancy Graves, George O’Keeffe, Louise Nevelson, Yoko Ono’nun da bulunduğu 82 kadın sanatçının İsa ve Havarilerini çepeçevre saran kompozisyonu, feminist sanat hareketin en ikonik eserlerinde biri oldu.
80’lerde yedi sanatçıdan oluşan Guerrila Girls grubu kurumsal sipariş üzerine seksizmi araştıran işler yaptı. İstanbul Modern, Witte de With Center for Contemporary Arts, Rotterdam, sipariş veren kurumlar arasındaydı. Daha sonra Barbara Kruger ve Jenny Holzer türünde iş yapan sanatçılar kişilere, guruplara, büyük çaplı organizasyonlara ait toplu iletişim yollarını kullanarak anonim ve heterojen seyirci gruplarına incelikli sloganlar ve grafik çizimlerle eşitsizlik ve ayrımcılık konusunda uyarı mesajları sergilediler. Kadın sanatçılar kürtaj, AIDS, ırkçılık gibi daha birçok konuyu gündeme getirdiler. Burada yer bulmayan pek çok sanatçı, yayın, workshop, sergi, galeri, çalıştay, konferans grupları kadın hakları ve kadına karşı ayrımcılığı sürekli gündemde tutarak Kuzey Amerika’da uzun vadede bireysel ve kurumsal düzeyde varolan durumun kadının lehine değişmesine katkı sağladı.
Türkiye’de anayasamızın kadın haklarını kapsayan maddeleri gelenek/göreneklerin etkinliği altında tam olarak uygulanamadı. Bilinç ve eğitim eksikliği, erkeğin baskısı, tehdidi, hatta şiddet kullanması kadınların doğal ve anayasal haklarına sahip çıkmalarının önünü kesti. 1968 olayları birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de gençlerin uyanışına ışık tuttu. İleriki yıllarda sayıları artan üniversiteler, köyden kente göç, varını yoğunu çocuğunun eğitimine yatıran aileler, özellikle işçi analar toplumda kadınların uyanışını tabii ki tetikledi. 1980’li yıllarda kadının toplumsal konumunu işleyen sosyokültürel ve psikolojik bazlı romanlar Latife Tekin, Firuzan, Tomris Uyar gibi kadınlar tarafından kaleme alındı. İstanbul’dan Paris’e giden Nil Yalter, kadın meselesini ilk ele alan çağdaş görsel sanatçımızdır. Onu izleyen Nur Koçak’ın 1970 sonlarından itibaren kadını bir fetiş nesnesi olarak gören kentli erkek gözünü alayla eleştiren resimleri, Gülsün Karamustafa’nın kitle kültürünün kiç eleştirisine yedirdiği alaylı kadın ve aşk imgeleri, kadının kimliksizliğini ortaya koyan benim Şerife dizilerim, günümüze yaklaştıkça İnci Eviner’in Harem videosu, Şükran Moral, Özlem Şimşek, Neriman Polat, Nilbar Güreş, Canan ve daha birçok yazar, sinemacı, görsel sanatçı ve inatla çalışan STK’lardaki kadınlar elbirliği ile kadın haklarına sahip çıkarak, inatla kadınlarımızın bilinçlenmesine katkıda bulunuyorlar.
Adalet ve Kalkınma Partisi döneminde gelenekselci ve ahlakçı yaklaşımın yükselişi moderniteye kuşkuyla bakan kimilerini güçlendirdi. Buna rağmen, büyük ölçüde kentleşen toplumumuzda, çağdaş yaşam tarzını reddeden mütedeyyin kadın yazarların romanlarında ilginç bir döngü izliyoruz. Çağdaş yaşam tarzına, karı/koca eşitliğine, bireysel haklarına arkasını dönerek tam bir Müslüman eş rolünü benimseyen birinci kuşak kadın romancıları izleyen ikinci kuşak romanlarda kadınların evlilik deneyimlerinde eşlerinden bekledikleri ve hak ettiklerini düşündükleri muamele ve takdiri görmedikleri romanın konusu. Galiba rasyonel düşüncenin ağır basmadığı ortamlarda deneyimleyerek öğrenmek kaçınılmaz oluyor. Bir başka oluşum da İstanbul, Ankara gibi dünyaya açılan kentlerde eğitimli genç kuşağın sanat aktivitelerine ilgi görmeye başlaması. İstanbul Bienali ve daha küçük çaplı bienal ve büyük sergilerin kapısında oluşan uzun kuyruklar bana ümit veriyor.
Nasıl olursa olsun deneyim bilinçlenmenin olmazsa olmazı gibi duruyor. 2001’de ürettiğim LoveGame/AşkOyunu adlı rulet oyunlu işimde seyirciyi oyuna katarak şiddeti uygulayan ve kurbanı olan kişilerin haleti ruhiyelerini mümkün olabildiğince deneyimletmeye çalıştım. Seyircilerin işe yaklaşımı yaşadıkları gerçeklere göre değişkenlik gösteriyordu. Kimileri meseleyi algılamaktan çekindi, belki ürktü, kimisi açıkça sorumlu hissetmek istemediğini söyledi; LoveBook/AşkKitabı’nı izleyen bazı kadınlar ağladılar. Ama hep birlikte meselenin vehametine şahit olduk.
Sanat toz gibi bir şey. Havada uçuşur, değdiği zaman farkındalık yaratır.
“Kadının Adının Var Olduğunu Biliyorum”
SUZİ HUG LEVY
Ben Kadının Adının Var olduğunu biliyor, görüyor, inanıyor ve yaptığım işler ve yaşamımla göstermeye çalışıyorum. Sanat eseri bir yandan sanatçının kendi deşarj supapı işlevini görürken, diğer yandan izleyenin dikkatini çekebilir, etkileyebilir, üzerinde düşündürebilir ve sorgulatabilirse bence amacına ulaşmış demektir.
“Bu Niyet, Çözüm Önerisi Değil”
DİLARA AKAY
Sanat yolculuğu ile erkek egemen toplumumuzda kadın olarak var olan değerli sanatçılar ve anlam dolu yapıtları ile bu sergide bir güç birliği oluşturduğumuza inanıyorum. Elbette yapıtlar izleyicide farklı yankılar uyandıracaktır. Bence “Kadının Adı Var” sergisinin sanatın ve toplumun, en karanlık zamanlarda bile yaşamda bir yol bulmamıza nasıl yardımcı olabileceğine ve dayanıklılığımızı dayanışma ile artırabileceğimize dair güçlü bir mesajı var.
Çalışmalarımın kapsamında bulunduğum coğrafyada kendi varlığımdan yola çıkarak kadın varoluşunu anlamlandırmak var. Dayatılan koşullar hakkında doğru soruları sorarak; kadınların, azınlıkların ve doğa ananın susturulmuş çığlığına ses olmak, dayanışmada bulunmak istiyorum. Daha farkında, birlik içinde, adil bir toplumda tüm bireyler, canlı ve cansız varlıklarla barış içinde bir arada yaşamak için sanat aracılığıyla diyalog yaratma istenci ve arzusu taşıyorum. Bu niyet, bir çözüm önerisi değil durum değerlendirmesi olarak ele alınabilir.
“Kadın Artık Edilgen olmadığını Kendi de Biliyor”
AZADE KÖKER
Sanat kadınları kurtarır mı?
Sanat nedir sorusunun yanıtıyla düşünmeye başlanabilir. Sanat bir disiplindir ve kuralları vardır. Herkes biraz bundan nasibini alıp bilinçlenmeye başlayabilir; yani sevimli ve akıllı ruh hallerinin içine girebilir, faydalıdır: Ama herkes sanatçı olamaz.
Sanat düşünme ve gerçeği aramayla ilgili çok yokuşlu bir serüven, bir arayıştır. Tam gün, tam yıl, tam hayat çalışmasıdır. Arada derede yapılan denemeler çok saygıdeğer meşgaleler olabilir ama gerçeğe ulaşmak için yeterli değildir.
Bu tanımlardan sonra konuya bir göz atalım:
“Kadın, kendi bedeni üzerinde özgürlük sahibi olamayan./ Kadın, sesleri ve sözleri duyulamayan./ Kadın, seyirlik obje./ Kadın, arzu nesnesi. / Kadın, tarih yazımının ve yorumunun dışında tutulan.”
Kadını cinsel nesneye indirgeyen erkek karakterler ve eril bakış aracılığıyla kullanılan bu başlıkları sevmiyorum. Ataerkil normlarla kuşatılmış bir kültürde yaşıyoruz. Aynı hataya girmeden, bu çaresizliğe son vermek gerekiyor.
Eril bakış açısından kullanılan sistematik söylemler kadının bu olumsuz dünya içine hapsolmasını sağlamış ve bunu toplumsal bir kabullenmeye getirmiş, hatta legalize etmiştir. Hayır; kadın edilgen değildir. Edilgen olmadığını artık kendi de bilmektedir (gittikçe artan “femicide” nedenlerinden biri de budur).
Yani bu durumda başlıkları tersine çevirmemiz gerekiyor:
Kadın, kendi bedeni üzerine hissettikleri, içinde yaşadığı özgürlük, seks ve tatmin dünyası
Kadın, sesleri, arzuları, sözü olan, duyulan ve görülen varlık; bir yetişkin (gerektiğinde çocuk rolünü oynasa da)
Kadın: seyreden, gözlem yapan, algılayan ve arzulayan
Kadın, enerjileri toplayan dağıtan, sosyal hayatı organize eden (geniş anlamda sosyal distribütör)
Kadın, üretici ve doğurgan
Kadın, ekonomi, pazarlama, siyaset, hukuk, adalet, gösteri, grev
Kadın, melodi, ritim, harmoni, dinamik, renk
Kadın, tarihte oynadığı rol ve direniş sembolü
Bu başlıklar toplumun çeşitli kesimlerinden “kadın” için ve tarih boyunca “kadın”ın içinde bulunduğu gerçeklik açısından doğrudur. Çok yakında birçok kadın artık bu başlıklara sahip çıkacak.
Sanat eril safsatalara yanıt vermeye çalışarak bu görüşlere hizmet etmeye kalkmasın – bu zaman kaybıdır, aksine kadınların bedenleri, arzuları, doyumları, etkinlikleri, dünyaları, iletişimleri, direnişleri ve üretici enerjileri üzerine daha çok çalışsın. Dolayısıyla kadın sanatçının duygu ve düşünceleri sanatsal üretimlerinde bu konularda gerçek gerçekliği kesin yansıtabilir.
Sanatın oynadığı en önemli rol da bence bu olabilir.