Gündemin hızla değiştiği bu coğrafyada kadına yönelik şiddet haberleri de bir görünüp bir kayboluyor. Gündemden düştüğünde, görünmez olduğunda vakaların da yok olacağına dair bir inanç besliyor sanki bu hızı. Oysaki kadına yönelik şiddet bugünün, geçmişin ve ne yazık ki geleceğin konusu. İstatistikler kadına şiddet eyleminde bulunanın çoklukla eş, sevgili, aile gibi kadının birinci dereceden yakını olduğunu gösteriyor. Ve failler çoklukla erkek.
Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun verilerine göre 2023 yılında Türkiye’de 315 kadın cinayeti işlendi ve 248 şüpheli kadın ölümü gerçekleşti. Bu kadınların yüzde 65’i evlerinde öldürüldü. Nedeni bilinen kadın cinayetlerinin yaklaşık yüzde 70’inin erkekler tarafından bahanesi, kadınların hayatlarına dair karar almaları. Yine Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’na göre Türkiye’nin İstanbul Sözleşmesi’nden çekildiği 2021 yılından bu yana kadın cinayetleri vakalarında artış oldu.
Türkiye’de şiddetin herhangi bir biçimine maruz kalan kadın sayısının fazlalığı neredeyse durumu genelgeçer kılıyor. Böylece kadına yönelik şiddetin toplumda norm kabul edilmesi refleksi katlanarak artarken, bir yandan da psikolojik şiddet gibi tespiti daha zor şiddet türleri toplumsal yapının gereklilikleri kisvesi altında tamamen yok sayılıyor.
Öte yandan bu genelgeçerlik kadına yönelik şiddetin bir tek failin ruhsal durumu ya da kişisel özellikleri ile açıklanamayacağı gerçeğini de görünür kılıyor. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği, ataerkil kodlar, hukuk, norm ve geleneklerden beslenen sistematik bir yapı olarak karşımıza çıkıyor şiddet.
“Sanatta Karşılığı”
Hayatın her alanın sanata yansıdığı gibi kadına yönelik şiddet de sanatta karşılık buluyor. Gündemde olsun olmasın kadına şiddet konusunu işlerinde dışa vuran, bu konuda sözü olan sanatçılar, bir örüntü biçiminde konu ile ilgili çalışmaya yıllardır devam ediyorlar. Kimlik, kadın bedeninin inşası ve nesneleştirilmesi, toplumsal cinsiyet, toplumsal adalet, kutsiyet kavramı gibi birçok alanda ele alınan kadına şiddet meselesi; sanatta hem dünün hem bugünün hem de yarının konusu. Ataerkil söylemin ve şiddetin kökenlerini araştıran, uygulanış biçimlerini ortaya koyan, faili ve mağduru sosyal normlar dışında tanımlayan İpek Duben, Şükran Moral, Nezaket Ekici, Nilbar Güreş, Nil Yalter, CANAN, Necla Rüzgar, Nur Koçak, Gülsün Karamustafa, Sena ve Fulya Çetin gibi birçok sanatçı, kadına yönelik şiddetin belgesi niteliğinde işler ortaya koyarak, toplumsal unutuşun önünü almaya da katkı sağlıyorlar. Sanatı yalnızca “bellek tutma” işleviyle sınırlı tutmadan; yerleşik olan her şeyi sorgulaması ve sorgulatması, gelecek tahayyülleri barındırmasıyla sanat, doğası gereği, kadına yönelik şiddetle mücadelenin de ayrımsanmayacak bir parçası. CANAN, Fulya Çetin, İpek Duben, Necla Rüzgar, Nezaket Ekici ve Şükran Moral ile kendi sanat pratikleri dahilinde kadına yönelik şiddeti nasıl ele aldıkları hakkında söyleşiler gerçekleştirdik.
“Kadınlar Kanlarıyla, ‘Ben Varım’, ‘Kadının Adı Var’ Diyorlar”
İpek Duben
Aşk Kitabı ve Aşk Oyunu işlerinizin üstünden yirmi küsür yıl geçti. Belki değişen şeyler var ama değişmeyen bir kadına yönelik şiddet gerçeği karşımızda. Son yılları Türkiye’de kadının gözünden nasıl okursunuz?
Değişen şey, feminist kadınların daha bilinçli ve daha profesyonel örgütlenmiş olmaları. Devletin koyduğu baskı ve yasaklara karşı dirençlerini görülür ve duyulur hale getirmek için devamlı mücadele etmenin gerekli olduğunu fark etmiş olmaları. Kadın hakları ve şiddet konusunu kendisine mesele eden sanatçı ve edebiyatçıların da sayıları artmakta. Toplumu bilinçlendirmek ve dertli kadınlara yalnız olmadıklarını hatırlatmak ve destek vermek amacıyla Kadın Dayanışma Vakfı, Türkiye Kadın Dernekleri Federasyonu, şiddet gören kadın dernekleri, Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, Kadının İnsan Hakları Yeni Çözümler Derneği, Kadın Emeğini Değerlendirme Vakfı, Kadınlarla Dayanışma Vakfı, Kadın Adayları Destekleme Derneği, Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı gibi kuruluşların yarattığı enerji ve dayanışma kadınlara umut veriyor, dirençlerine güç katıyor. Kadın yazarların, romancıların, gazetecilerin, kadın bilimci ve akademisyenlerin, siyasi muhalefet yapanların sayısı da artmaktadır. Dolayısıyla kadınlar kanlarıyla, “Ben varım”, “Kadının Adı Var” diyorlar. Çok çetin, kanlı bir savaş.
Kadına yönelik şiddet neden-sonuç ilişkisi içinde katman katman bir sorun. Yıllardır bunu kadın hakları ve kadın kimliği konularıyla beraber işlerinizde yansıtıyorsunuz. Bir fasit daire sanki kadına yönelik şiddetin nedenleri ve sonuçları. Siz nasıl açıklarsınız erkek şiddetinin temelinde yatan nedenleri?
İlginçtir ki yukarıda saydığım bireysel çabalar ve örgütlenmeler ile birlikte cinayet ve şiddet vakalarını sayısı artmıştır. Sanatçı Zeren Göktan’ın Türkiye’de şiddetten ölen kadınların anısına ürettiği Anıt Sayaç 2008’den itibaren öldürülen kadınların gün be gün sayılarını dijital ortamda kaydediyor. Anıtın tuttuğu kayıtlara göre 2008 yılında erkek şiddeti sonucu ölen kadın sayısı 68 iken 2012’de 147, 2015’te 294, 2023’te 410, 7 Haziran 2024’te 182. Yani, 2008-2023 aralığında %70 bir artış görülüyor. Acaba namus ve kıskançlık kaynaklı cinayet ve şiddet sayısı gerçekten artıyor mu yoksa yeni iletişim teknolojileri bize daha önce ulaşılamayan bilgileri şimdi sağlayabiliyor ve bizim haberimiz oluyor? Ben şiddet ve kadın cinayetlerindeki artışı gün geçtikçe kadınların daha bilinçlendikleri gerçeğine bağlıyorum. En azından modern dönemlerde dünyanın birçok yerinde, kadınların sesleri bastırılmış, susturulmuş, doğal hakları gelenekler ve devlet güçleri tarafından inkar edilmiştir. Günümüzde, şu anda, 9 Kasım 2024 Amerika Cumhurbaşkanlığı seçiminde en önde gelen meselelerden biri adaylardan birisinin beyaz olmaması yanında bir kadın olmasıdır. Irkçılık probleminden daha önde gelen mesele Amerikalı erkekler için bir “kadın cumhurbaşkanı” tahayyül edememeleridir. Bu bağlamda kadın hakları konusunda en ileri bilince sahip olan ABD toplumu hâlâ kadınların topluma ve aileye ekonomi, çocuk eğitimi, aile hayatının düzeni alanlarındaki vazgeçilmez katkılarını arka plana atarken, doğurganlığı en önemli görev olarak tanımlıyor. Oysa, ABD’de kadınlar, astronot, asker, yargıç, hâkim, senatör, olimpiyat şampiyonu, akademik, şair, romancı, gazeteci olarak en üst düzeylerde başarı elde etmişlerdir. Bu örnek bize erkeğin egemenlik tutkusunun patolojik düzeyini açıkça gösteriyor. Erkek egemenliği olgusunun tarihsel boyutu, dinler ve gelenekler bağlamında egemenliğin kuralları, kadın kimliğinin tanımı, davranış kuralları, yasakları, günahlar ve sevaplar gibi kategoriler derin araştırmalarda incelendiğini biliyoruz. Mücadele global çerçevede farklı boyutlarda devam ediyor. Türkiye’de ise son yirmi-otuz yılda kadınların giderek bilinçlenmeye başlaması ve destek veren kurumların mevcudiyeti sonucunda boşanma, aileden uzaklaşma sayılarında artış görüldü. Erkekleri en fazla rahatsız eden, kadını malı olarak kendi denetimi, tahakkümü altında tutma hakkını kaybetme korkusudur. İstanbul Sözleşmesini iptal eden zihniyetin arkasında bu korku var. Tarikatlar, aşırı gelenekçiler ve yaygın olarak Türkiye’de erkeklerin canhıraş bir şekilde engellemek istedikleri şey kadının kendi kimliğini tanımlaması ve doğal olan haklarını korumaya kalkmasıdır. Yavaş da olsa eskiye kıyasla kadınlar hakları için mücadele etmekte, bu durumu gururuna yediremeyen erkekler şiddet ve cinayete yenik düşmekte, tarikatlar ise din yoluyla kadını korkutarak suistimal etmekteler.
Kimlik, beden, şiddet konuları hakkında uzun yıllardan bu yana üreten bir sanatçı olarak sizce sanatsal üretimle anımsamak, unutmamak, bilinç arasındaki ilişki nedir? Sanatın toplumsal bellek açısından anlamı, önemi nedir?
Yazılı ve görsel sanat eserleri yoluyla toplumsal belleği canlı tutabiliriz. Romanlar, şiirler çok etkili kaynaklardır. Sanat yalnız toplumsal bellek açısından önemli değildir, hep söylediğim gibi… gerçeğe, dünyaya her zaman muhalif bir gözle bakar, güzeli ve doğruyu bulmayı hedefler, maddi manevi yıkımı gösterir, aşmayı hedefler. Ünlü Amerikalı eleştirmen Michael Kimmelman der ki, “Sanatçıyı değerlendirirken, tarihi değiştirebilmek için gelenekleri ne kadar reddedebilmiş diye bakarız.” Kafka’ya göre, “Donmuş bir denize benzeyen ruhumuzu delen bir baltadır kitap (eser)”. Ai Wei Wei da şöyle diyor, “Yerleşik ve güvende gibi görünenin dengesini sarsacak olan, gözü delen bir çivi olmalıdır sanat.” Ben de diyorum ki sanat havada uçuşan toz taneleri gibidir. Biz farkında olmasak da taneler bir yüzeye oturur ve yavaşça değiştirmeye başlar, silip yok etmezseniz eğer. Yani sanat, tarihi ve gelenekleri koruyabilir aynı zamanda geleceğe yönelik yenilik yaratmak için, onları değişime hatta yıkıma uğratmayı dener.
“Sanatçılar Neyin Gelmekte Olduğunu Çok Önceden Sezerler”
Necla Rüzgar
Kutsiyet ve şiddet işlerinizde sıklıkla işlediğiniz konular. Aralarındaki ilişkiyi nasıl tanımlarsınız?
Kutsallık, şiddet ve trajedi arasındaki ilişki çok erken dönemlerinden beri eserlerimdeki temel motif oldu. Mesela cennet annelerin ayaklarının altında denilir, ama fiziksel ya da psikolojik şiddete uğramayan bir kadın, bir anne var mıdır bilemiyorum. Kuşların en yırtıcısına bile saygıyla karışık bir hayranlık duyar, onları gök yüzünün çocukları olarak kabul eder ve sessiz bir biçimde kutsal muamelesi yaparız. Ya da geyik öldürmek günah olarak addedilir örneğin. Ama tuhaf olan, kutsal olarak görülmelerine rağmen bu canlıların bir av nesnesine dönüşmeleri ve en fazla şiddete maruz kalmalarıdır. Sadece kutsallık değil aslında, güzellik, doğurganlık, üretkenlik ve kırılganlıkla şiddet arasında da bir ilişki var.
İşlerinizde geyik gibi kutsiyet atfedilen canlıları ölü olarak görüyoruz. Aynı kadın gibi. Kutsal ama şiddetin nesnesi olmaya açık. Bir de bu şiddeti uygulayan var. Şiddetin elini, bedenini nasıl tahayyül ediyorsunuz?
Seneca tüm zalimlikler zayıflıktan filizlenir, demiş. En küçük şeylerden bile şiddetle etkilenen kişilerin intikam eylemleriyle dolu bir kültür yaratıldı. Kaybetmenin, reddedilmenin hüsranıyla hiçbir şekilde başa çıkmayı beceremeyen, empati gösteremeyen insanlarla çevrildi etrafımız. Ayrıcalıklı olduğuna inanan insanların sayısı hızla çoğalıyor. Güç ve servet arayışı başkalarının canını yakmayı mazur gösterecek kadar yüce bir ideale dönüşmüş durumda. Bunların hepsi şiddeti inşa eden bedenin parçaları.
Tabi ki bizler aynı zamanda birer tanığız. Tanıklık da büyük bir yük ve sorumluluk aslında. Ahlaki ve siyasi tutumlarımızı belirleyen gündelik hayatımızdaki tavrımızdır bana göre. Sessiz kaldıklarımız ya da görmezden geldiklerimiz de şiddeti besleyen zeminlere dönüşebilir. Aile içinde, akraba, komşu ve arkadaş gruplarında, iş ilişkilerinde gördüğümüz şiddeti, güç ve kontrol taktiklerini görmezden gelmemeliyiz.
Kadına yönelik şiddet ara ara gündemden düşse de hayatımızdan çıkmıyor. Peki sanat bu şiddetin neresinde duruyor?
Sanatçılar neyin gelmekte olduğunu çok önceden sezerler. Çoğu sanat eserinin kendi zamanında anlaşılamamasının nedeni belki biraz da budur. Henüz kimse konuşmuyorken bir meseleyi dile getirmek yani. Diğer yandan ise sanat mesafe koymaya eğilimlidir. Başımıza gelenleri anlamak, anlamlandırmak ve bu bilgiyi zamansız bir esere dönüştürmek zaman alabilir. O nedenle sanattan gündelik olaylara anında cevap vermesini, bir tür propaganda refleksiyle hareket etmesini beklememek gerekir.
Ama sanat dünyasına baktığımızda; kuşkusuz ki güç, kontrol ve şiddet üçgeninin burada da var olduğunu görüyoruz. Sanat tarihi; kadın sanatçıların yüzyıllarca görmezden gelindiği, var olmalarının engellendiği bir ayrımcılık ve şiddet tarihidir. Yüzlerce yıllık bir ayrımcılık kültürünün son yıllarda kadın sanatçılar için açılan birkaç retrospektif sergi ile sona ermediğini elbette ki biliyoruz.
“Öldürme ve Şiddete Karşı Kendimizi Nasıl Savunduğumuzu Gösteriyoruz”
Nezaket Ekici
Kadına yönelik şiddet konusu ile ilgili yıllardır Lifting a Secret, Tooth for Tooth, Imagine gibi birçok performans gerçekleştirdiniz. İzleyicilerden ve sanat eleştirmenlerinden aldığınız tepkiler ne yönde oldu?
Genel olarak çalışmalarım çok çeşitli ve birçok perspektiften ve farklı konulardan geliyor, ancak kadın ve gelenek konularında ve kadın cinayetleri hakkında da birçok çalışma yaptım. Temel olarak izleyicilerden hep aynı tepkileri aldım. Şok oldular ve sempati duydular. İlginçtir ki farklı ülkelerde farklı tepkiler gördüm; örneğin İsviçre, Almanya, ABD ve en son Türkiye’de Adana’da gösterilen Lifting a Secret adlı işimde. Lifting a Secret performansında, Vasiline ile birlikte birkaç saat boyunca duvara görünmez bir şekilde gelin alma (görücü usulü) ve kahve seremonisi hikâyemi yazıyorum. Sonra duvara kahve döküyorum ve hikâyem görünür hale geliyor. ABD’de insanlar hikâyenin ne anlama geldiğini gerçekten anlamadılar. Sadece duvara kahve döktüğümde performansın böyle olduğunu fark ettiler. Adana’da bu hikâyenin çok fazla duygu uyandırmayacağını düşündüm çünkü birçok insan çok modern hayatlar yaşıyor ve hikâyeleri sadece ailelerinden biliyorlar ama tam tersine insanlar çok etkilendiler. Polonya, Türkiye, Almanya ve Litvanya’da Tooth for Tooth adlı çalışmamın hep aynı tepkileri alması da ilginç. Video çalışmasında ben ve diğer 7 kadın sanatçı, kadınlara yönelik saldırganlık, öldürme ve şiddete karşı kendimizi nasıl savunduğumuzu gösteriyoruz. Öldürülen kadınların yapamadığını yapıyor, faillere karşı kendimizi ellerimizle, ayaklarımızla ve sözlerimizle doğrudan kameraya karşı savunuyoruz.
Kadına yönelik şiddet tek bir alandan ele alınamayacak denli karmaşık bir sorun. Toplumun bütün dinamiklerinin harekete geçmesine gereksinim var ve sanat da bunlardan biri. Bu konuda farkındalık alanı olarak sanatın toplumsal değişim yaratma olanaklarına inanıyor musunuz? Bu olanaklar nasıl kullanılabilir?
Elbette sanatın ilgili konularda farkındalık yaratmaya yardımcı olabileceğine inanıyorum. Bu her zaman sınırda yürümek gibidir çünkü ilgili bir konuyu doğru şekilde konumlandırmanız gerekir. İnsanların anlamaya ihtiyacı var ve bu nedenle her zaman duygusal bir temele ihtiyaç duyuyorlar. Bence Tooth for Tooth ya da Lifting a Secret gibi işler yapmak en karmaşık olanıdır çünkü isabet ettirmeyi kolayca kaçırabilirsiniz. Eğer hikâyeyi anlatmak için yanlış bir yol seçerseniz insanlar anlamayacak ya da etkilenmeyecektir. Bu insanlara ulaşmakla ilgilidir. Bu arada sanat her zaman bir şeyi farklı bir ışıkta, yeni bir perspektifte ve yeni bir şekilde göstermek için yoğunlaşır. Bu da zihni ve gözleri farklı bir şey görmeye açar. Ve benim başarmak istediğim de bu.
Performanslarınızda kadın bedeni, kültürel normlar, kimlik sık sık ele alınan konular. Kadının kültürel normlar etrafında nasıl nesneleştiği ve kendi arzularından uzak konuma itildiğine dair pek çok sorgulama alanı açıyor işleriniz. Bu eksende birçok biçimi ve yöntemi olan şiddetin kendisini nasıl tanımlayabiliriz? Kadına yönelik şiddet daha özde bir yerde mi konumlanıyor?
Şiddetin fiziksel, ruhsal ve yapısal olmak üzere pek çok farklı biçimi olduğu açıktır. Bedene yönelik şiddet en doğrudan biçimdir ve psikolojik şiddet söz konusu olduğunda daha dolaylıdır, ancak en güçlü şiddet türü yapının kendisidir. Bir şekilde görünmezdir ama etrafımızda her yerdedir. Devlettir, ailedir, yaşam biçimimizdir, geleneklerdir, eğitimdir ve inançları da unutmamak gerekir. Görünüşe göre hepimiz, insanlar topluluklar halinde yaşamaya karar verdiklerinden beri var olan sosyal itici güçlerin bir karışımından oluşuyoruz ve belki de her şey yaklaşık 13.000 yıl önce neolitik dönemle başladı, sonra erkekler yerleşik hayata geçmeye karar verdi.
Kısacası kadınlar çocuk bakımı, ev ve yemek gibi rolleri üstlenirken, erkekler de topluluğun savunucuları olmak zorunda kaldılar. Görünüşe göre şiddet kutbu o zamandan beri kadınlardan çok erkeklerde bulunuyor.
“Yeryüzünün Sömürülmesi ile Cinsiyetçi Sömürü Arasında Güçlü Bağlar Var”
Fulya Çetin
Dişil olanın öne çıktığı işler yapıyorsunuz uzun zamandır. İşlerinizde ekofeminizmin izleri görülüyor. Dişi olanı toplumsal bağlamından koparırsak, doğa ile ilintisini nasıl tanımlarsınız?
Tüm canlılar birbiriyle ilişkilidir. Yeryüzünün sömürülmesi ile cinsiyetçi sömürü arasında güçlü bağların olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla birini diğerinden koparmak mümkün gözükmüyor. Ekofeminist bir bakış açısıyla yeni yollar bulmak ya da daha doğrusu aslında zaten var olan yolları tercih etmek, sevgi, işbirliği, karşılıklı özen, herkes için adalet ve çeşitlilikten yana bir birlikte yaşam tahayyülü, hayali ve motivasyonu ile üretiyorum diyebilirim. Yeryüzünün sömürülmesi ile kadınların karşı karşıya kaldığı fiziksel, ekonomik ve psikolojik şiddet arasındaki bağlantıların varlığını biliyor ve görüyorum. Ekofeminizmi de anti-nükleer hareket, militarizm, sağlık, şifalanma, toprak hakkı, hayvan hakları, ırkçılık, cinsiyetçilik gibi sorunlardan ayırmadan ele alıyorum. Dolayısıyla eril bir tahakküm ile ayrıştırmadan yaşamanın yollarını arıyorum. Biyolojik veya tinsel olarak doğa ile ilişki kuran her cinsin doğayı daha fazla hissedip, anlayıp yeryüzü temelli barışçıl bir bilinç geliştirebileceğini düşünüyorum. Hayatı bir ağaçtan öğrenebileceğimizi deneyimleyerek üretiyorum.
Özellikle Geceden Karanlık (2016) serginizdeki işler aile-devlet-kadın ve eril tahakküm üzerine şekillenen çalışmalarınızı içeriyor. Erkek hegemonyasının nasıl onaylandığının ve meşrulaştırıldığının altını çiziyorsunuz. Düğün gibi kutlama imgeleri mateme dönüşüyor işlerinizde. Toplumsal bağlamında ele alırsak kadın kim sizce bu topraklarda? Nasıl konumlandırılıyor?
Ülkemizde ve birçok yerde kadınlar en yakınları tarafından öldürülüyorlar. Bu yakınları genellikle ya sevgili ya da aile içinden kişiler oluyor. Son günlerde aile içi kadın ve çocuk cinayetleri artmışken toplumun ve kapitalist ataerkil dünya sisteminin yapı taşı olan kutsal aile kavramına bir kez ve bir kez daha bakalım istiyorum. Bu, kadını ve çocuğu değil aileyi koruyan “kapitalist ve ataerkil dünya sistemi” içinde kadınların, “yabancı” halkların, hayvanların, toprakların ve doğanın sömürülmesine ve ölümlerine şahit oluyoruz. Bu sömürüye karşı çıkıp hayatı savunan yine kadınlar oluyor. Türkiye’deki çevre hareketlerin de nükleer ve termik santral eylemlerinde, Fırtına Vadisi’nde, Karadeniz’de Hasankeyf’te, Bergama’da ve Kaz Dağları’nda maden projelerinde, hayvan hakları ile ilgili yasa değişikliklerinde, kadın ve çocuk cinayetlerinde her yerde direnen kadınları görüyoruz. Her sınıftan her yerden kadınlar aynı şeyi söylüyor. Yeryüzünün canlılığını ve barışı vurguluyor yaşamın bütünlüğünü ve eşitliği savunuyorlar. Kadınlar, yeni yaşam birlikteliklerinin nasıl örüleceği ve yeryüzünde çeşitli türlerin karşılıklı sorumluluk, dostluk ve dayanışma ağları örerek nasıl birlikte yaşayabileceği konusunda el ele veriyor, dayanışıyor.
Kadına yönelik şiddet konusunda hukukun, genel olarak insanlığın, özelde bireylerin yapması gereken çok şey olduğu aşikâr. Sanat bu direnişin neresinde kalıyor?
Sanatı hayatın kendisinden ayırmadığım için hayatın içindeki her direniş, her mücadele sanata da sirayet ediyor. Kadın mahkûmların hikâyelerinde, adaleti temsil eden üniformalarda, kadınlara atfedilen vücut ölçülerinde, güzellik temsillerinde adaleti arayan ve talep eden bir dil oluşturma çabasına dönüşüyor. Bu çaba eril olmayan bir yerden tahakküm ilişkilerinden uzak, ağaçtan topraktan taştan öğrenerek yaşamı kutlayan ve savunan bir yerden kuruluyor. Atölyeye kapanıp üretime geçtiğimde yaşadıklarımız, bizde bıraktığı izler ve hisler ile birbiriyle ağ ören ağaçların, bağ kuran kadınların, hayvanların ve diğer tüm canlıların kendilerini var etmek istediği biçimleri dinleyerek ve hissederek geçirdiğim zaman dilimlerine dönüşüyor.
“Kişisel Olan Kişiseldir”
CANAN
Sanat pratiğinizin odağında “kişisel olan politiktir” söylemi var. Bir biçimde erkin genelgeçer söylemini bertaraf ediyor kişisel olanın da politik olma durumu. Çünkü erkin işini kolaylaştırır nitelikte bazı hak ihlallerini, müdahaleleri “kişisel” olarak tırnak içine almak. Biraz bu söylemden ve işinize yansımalarından söz edebilir misiniz?
Kişisel olan politiktir düşüncesine artık katılmıyorum çünkü bu düşünce şunu açıklar: der ki; bizim özel hayatımız, nasıl giyineceğimiz, kiminle sevişeceğimiz, kiminle evleneceğimiz tamamıyla toplum, din, devlet, aile gibi kurumlar tarafından belirlenmiştir ve biz kişisel özgürlüğümüze sahip olmak için birlikte mücadele etmeliyiz. Yani bu düşünce aslında bizim özgür olmadığımızı, özgür olabilmek için bu tür baskılardan kurtulmamız gerektiğini söyler. Ben artık böyle düşünmüyorum. Kişisel olan kişiseldir, diyorum. Yani benim nasıl davranacağım, nerede kahkaha atacağım, nasıl giyineceğim, kiminle sevişeceğim kimseyi ilgilendirmez, kimse karışamaz diyorum. Bu bakış açısı da sizi ezilmiş, öteki, mağdur olmaktan ayrı tutar. Diğer türlü baktığınızda, evet, erkek toplumsal erkeklikle büyüdüğü için kadına müdahale etme hakkını bulur; nasıl giyineceğine karışır, nerede kahkaha atacağına karışır, nasıl yaşayacağına karışır, dolayısıyla bizim bunula mücadele etmemiz gerekir. Yani diğerinde bir mücadele etme durumu vardır çünkü kendinizi özgür hissetmezsiniz, benim bakış açımda ise sikimden aşağı Kasımpaşa’dır, hiç kimseyi ilgilendirmez, nasıl giyineceğim tamamıyla benim inisiyatifimdedir. Her şey insanın bakış açısıyla orantılıdır; eğer siz kendinizi ezilmiş, mağdur ve mücadele etme ihtiyacında görmezseniz, karşı tarafa bu hakkı vermezsiniz. O kendisinde bu hakkı görse bile. Yani devlet sizin hayatınıza karışabilme hakkını kendisinde görür, aile öyle görebilir, dini kurallar böyle olabilir ya da erkekler sizin hayatınıza karışacağını düşünebilir ama ben onlara izin vermediğim sürece sikimden aşağı Kasımpaşa derim, herkes kendi zihninde oturur, sizi farklı ya da eksik görebilir, sizin hayatınıza müdahale edebileceğini sanır ama aslında edemez.
Bunlar da benim yapıtlarıma böyle yansıyor. Mesela örnek olarak Femina diye afişim var. Orada bir birey olarak, elinde bir feminist bayrakla dimdik ayakta durmayı başarabilen bir kadın bedeni var morlara bürünmüş. Bu insanın kendisini özgür hissetmesi, güçlü hissetmesi ile alakalı bir şey. Ne yaşarsanız yaşayın, karşı tarafın davranışları nasıl olursa olsun sizin hiçbir şekilde taviz vermeden ayakta durabildiğinizi görünce geri çekilmeyi, gösterdiği şiddeti geri çekmeyi, hiçbir şekilde size müdahale etmemeyi, edemeyeceğini öğrenecektir; ama öncelikli olarak sizin öğrenmeniz gereken, hiçbir şekilde kendi hayatınızdan taviz vermemeniz gerektiğidir. Bu tamamıyla feminist bakış açısıdır, ben kuirlerin bu sloganını da çok seviyorum: Götümüz başımız ayrı oynuyor, diye. Daha çok zaten hafifmeşrep diye adlandırılan, baskı altına alıp bir kalıba sokamadıkları kadınlar için söylenen bir söylem. Dini kurallar, aile kuralları, devlet ya da toplumsal erkeklik bakış açısına göre tavır ve davranışlarımızı, yaşam biçimimizi değiştirmemiz gerektiğine dair bu bakış açılarına karşı ben de diyorum ki: Götümüz başımız ayrı oynuyor!
Kadına yönelik şiddet kamuoyunda kimi zaman görülüyor kimi zaman es geçiliyor ama hep orada, var. Yıllardır kimlik ve toplumsal cinsiyet konuları etrafında çalışmalarınız. Dünden bugüne kadına yönelik şiddet konusunda Türkiye’nin durumunu yorumlayabilir misiniz?
Ben her zaman pozitifi görmek taraftarı bir insan olarak aslında kadınların kendi kurtuluşunun kendilerinde olduğunu fark ediyorum. Türkiye’de sanat çevresinde eskiden kadınlar kendilerine feminist demekten imtina ediyorlardı, erkekler tarafından dışlanma korkusu yüzünden. Şimdi yeni jenerasyon feminist demenin çok doğal olduğunu düşünüyor. Bunu hakir görülecek ya da dışlanacak bir şey değil, tam tersine gurur duyulacak bir bakış açısı olarak görüyor, aynı insancıl olmak gibi bir şey; yani o ayrımcılığın dışında olmak, kadın ve erkeği eşit görmek, bu iyi bir gelişme. Zaten toplumun yansıması da sanata yansıyan bir şey. Televizyonlarda daha fazla şiddet görünür kılınıyor, kadına şiddetin kötü bir şey olduğu, böyle bir şeyin yaşanmaması gerektiğine dair bir düşünce yayılıyor.
Hatta on sene önce haksız tahrik indirimi diye bir şey vardı yasalarımızda, birkaç sene önce televizyonda izlediğimde erkek kadına şiddet gösterdiğinde ya da öldürdüğünde haksız tahrik indirimi almak istediğinde savcının, buraya sığınamazsın deyip ona müebbet hapis verdiğine de tanıklık ettim. Yani Türkiye hukukunda bu tür gelişmeler oluyorsa bunlar her zaman örnek davalar olarak gelir ve ondan sonra yaygınlaşır. Elbette arzuladığım şekilde bir eşitlik anlayışı yok Türkiye’de, Türkiye adalet sisteminde ama her zaman gelişmeyi görmekte de fayda var diye düşünüyorum.
Her şey katman katman ilerliyor hayatta da işlerinizde de. Görmedim, Duymadım, Bilmiyorum (2003) işinizde ilmek ilmek örüyorsunuz şiddetin yapılanmasını. Biraz da şiddetin kökeninden söz edelim mi? Sistematik bir varoluş kadına yönelik şiddetin yapısı çünkü. Sosyal normlardan, kodlardan, geleneklerden güç bulan.
Şiddet nerede başlamış hiçbir fikrim yok ama siz sorunun cevabını da vermişsiniz; geleneklerden, kodlardan, bakış açılarından, toplumsal kurallardan başlıyor. Karşısındaki kişiyle iletişim kuramayan insanlar, insani ilişki kurmayı beceremeyen insanlar şiddete başvurmayı tercih ediyorlar. Tabii ki bunun bir geçmişi var, iki sene evvel Cannes’da ödül alan oyuncu, kadına şiddet üzerine bir rolü vardı, “Bu rol için çalışmam gerekmiyor,” demişti. Çünkü her kadının kendi belleğinde bu şiddete dair bir bilgi var, algılamak çok kolay.
Kadının her şeyin dışına çıkıp bu yaşanan şiddetin mağduru olmamak için kendini koruyabileceğine inanması ve ne kadar güçlü olabileceğini fark etmesi gerekiyor bence. Gerekirse isyan ederek, gerekirse karşı tarafa güç gösterisinde bulunarak, gerekirse uzak durarak bu şiddetten kendini korumak ve bu şiddeti engellemek çok önemli bence. Kişinin birisi şiddet gösterdiği anda, ânında oradan uzaklaşıp o insanla hiçbir şekilde iletişim kurmamayı öğrenmesi gerekiyor bence. Bana hak ettiğim kıymete, şefkate ve merhamete göre davranmadığı sürece de yanıma yaklaştırmayacağım düşüncesine sahip olması çok önemli. Karşı tarafın kendisini bu konuda güçsüz hissetmesi çok önemli. Ben ne yaparsam yapayım bu şiddeti karşı tarafa yansıtamayacağım demesi çünkü o şiddetin asıl sebebi karşı tarafın gücünü gösterme derdi. O gücü, senin gücünü görmüyorum kardeşim, sen benim dirayetim karşısında tamamıyla güçsüzsün, o şiddet bana işlemeyecek, ben o şiddetin mağduru olmayacağım düşüncesini sana şiddet gösterene göstermek lazım. Yani mağdur psikolojisinden çıkıp, sıçarım senin ağzına demek lazım.
“Cesaret Bir Yaşama Biçimidir ve Her Gün Beslemek Gerekir”
Şükran Moral
Kadına yönelik şiddet bugün gündemde. Yarın gündemde olmayabilir. Ama hep var. Sizin işlerinizde ise yıllardır bu konunun cinsiyet eşitsizliği ile birlikte istikrarlı biçimde işlendiğini görüyoruz. Geçmişten bugüne Türkiye’yi ve dünyayı kadına yönelik şiddet konusunda nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kadına şiddet bugün, dün ve gelecekte de maalesef hep gündemde. Sizin de fark ettiğiniz gibi kadına şiddet işlerimin konusu. 90’lı yılların başından bu yana KADIN bütün çalışmalarımın baş rolünde. Kadını görünür kılmak, değerinin anlaşılması birey olduğunu göstermeye çalışmak. Bu kadar itilen, hor görülen kadını nasıl en yükseğe çıkarabilirimincevabını arayarak başladım. Dünyada Orta Çağ’daki cadı avını hatırlayın, kadınların uğursuz diye yakıldığı dönemleri, bu cadı avı 18. yüzyıla kadar sürdü. Tarihi dönem içerisinde buçok yakın bir tarih sayılır. Kadının regle dönemlerini kirli görerek bu bahane ile uzaklaştırılması da bitti mi, bence hâlâ bu akıl almaz davranışlar sürmekte. Kilisenin vebanınnedenlerini cadı avı adı altında yine kadınlara ödetmesini unutabilir miyiz? Bu bir kıl meselesi. Kadına ait bütün kılların yok edilmesi bu kıl meselesiyle ilgili ticari ve politik sanayinin kurulmasına dikkat edin lütfen. Saç sonuçta bir kıl, bu kılların kapatılması meselesini öne sürerek oy toplanması bence hâlâ Orta Çağ sistemlerinin süregelmesi. Kadının her bir hücresinin politikleştirilerek satış yapılması da öyle.
Aşk ve Şiddet (2009) ve Welcome to Turkey (2014) sergileriniz gibi kadının uğradığı sistematik şiddete ışık tuttuğunuz işleriniz, aynı zamanda erki sorgular nitelikte. Sanki sorunun kaynağını da sorunla beraber gözler önüne seriyorsunuz: erkek egemen toplumla kol kola giden gelenek ve tabular. Sizin için nedir kadına yönelik şiddetin altında yatan yapı?
Aşk ve Şiddet işimde 2009’da kocaman kanlı bir vajina yaptığımda elbette rahatsız oldular. Sanat tarihinde genelde penis defalarca resmedilir, gururla sergilenir. Ama vajina neredeyse yok gibidir. Aşırı sembolize edilmiştir, benim kanlı vajina tecavüzü, regliyi ve bakireliği aynı anda temsil ediyordu. Erotik bir yanı yoktu. Bu kadar kadının her şeyini yasaklayan ülkede elbette bu çok sert kaçmıştı. Ama gerekliydi. Welcome to Turkey sergimdeyse küçük kız çocuklarının evliliğine dikkati çekmiştim. Türkiye’de bu kadar çok sansüre uğrama nedenlerim yaptığım işler yüzünden. Yine 2010 beni cadı ilan edip linçlemişlerdi, bunu unutmam mümkün değil.
Şiddetin altında yatan nedenler mi? Toplumun yarısını kontrol ederek cahil bir toplum yaratmak, böylece daha iyi sömürmek. Aileyi kontrol etmenin ilk adımı kadını kontrol etmek, kim yapacak bunu? Yine erkekler; koca, baba ve erkek kardeş. Kadınların işbirliği ile. Sömürü düzenini devam ettirmek için kullandıkları ilk şey din. Kadın cinayetleri politiktir diye boşuna söylemiyoruz.
Bir söyleşinizde kadın olarak korkabildiğinizi ama sanatçı olarak korkmadığınızı söylemişsiniz. Sanatçı kimliği ya da “olma durumu” size nasıl bir güç veriyor?
Ben de bir insanım elbette korkularım var ama düşüncemi, yaratıcılığımı ifade ederken önceliğim sanat oluyor. Yaratma heyecanı baskın çıkıyor. Ölüm tehditleri almak hoş bir şey değil elbette. Biliyorum ki bir kız çocuğuna bile faydam varsa feda olsun. Cesaret bir yaşama biçimidir ve her gün beslemek gerekir. İnandığım projeleri gerçekleştirdiğim zaman dünya avucumda küçülüyor. Unutmayın ki ben idealist bir insanım.