İBB Genel Sekreter Yardımcısı Mahir Polat geçtiğimiz haftalarda İstanbul’un ortasında tarihi bir binanın her an çökebileceğini duyurdu sosyal medyadan. Bu mesajdan birkaç saat sonra bir bina yerle bir oldu ve bu vesileyle bu durumda pek çok yapının olduğunu öğrendik. Polat ile büyük depremi bekleyen bu kentte garabete dönüşmüş restorasyon anlayışını nasıl değiştirmeye çalıştıklarını, 35 bin kültürel miras ve 3 bin 500 metruk yapının olduğu İstanbul’u korumak için neler yaptıklarını konuştuk.
- En güncel gelişmeyle başlayalım. İstiklal Caddesi üzerinde yıllarca metruk halde duran Botter Apartmanı geçtiğimiz haftalarda İBB Miras’ın restorasyonu ile tekrar hayata döndü. Süreç nasıl başladı?
Botter Apartmanı üzerine söylenecek o kadar konu var ki… Casa Botter’i hangi tarafından ele alsak Türkiye’deki kültür sanat yönetimiyle ilgili bir şeyi konuşmuş oluruz. Örneğin, yapının restorasyon sürecinde Türkiye tarihinde görülmemiş bir metodolojide ilerledik. Özel mülkiyette metruk ve kaderine terk edilmiş bir yapıya proaktif bir kamu yaklaşımı sergiledik. Nedir bu? Birincisi kentteki bir tarihi eseri restore edebilmesi için kamu kurumunun onun ya sahibi olması ya da bir yetkiyle orada hareket ediyor olabilmesi lazım. Botter’de bizde bunlar yoktu. Ama yapı yok oluyordu ve çok değerliydi. Bir şeyler yapmamız gerekiyordu. Benim öğrenciliğimden beri dert ettiğim bir yerdir; otuz yıllık hikâyemdir Botter… Başkanımıza ilk açtığımda ve gösterdiğimde hedefimiz çok netti; yapıda kendi imkânlarımızın, koşullarımızın ötesine çıkarak müdahale edebileceğimiz bir statü oluşturmak. O da Saint Pierre Han’da da yaptığımız örneğe benzer bir şekilde mülk sahibiyle uzun süreli kullanım hakkı alacağımız sözleşmeler yapmaktı. Casa Botter’de de bunu yaptık. Bir statüyle orada kullanım hakkı elde ettik. Böylece binayı restore etme hakkı kazandık. Bütün restorasyon yaklaşımından önce bu kendi başına çok hayati bir şeydi. Çünkü Türkiye aslında kamu kurumları isterlerse özel mülkiyetten ötürü sıkışıp kalmış, metrukluğa gitmiş bu tür yapılara ilişkin müdahalelerde bulunabilirler. Bazen mülk sahiplerinin kendi koşullarından, olumlu ya da olumsuz tutumlarından ötürü sıkışmış olan süreçlerin tamamını açabilirler. Bu bir irade demek. Bu irade İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu nezdinde her zaman ortaya konuluyor. Bu çerçevede vizyonel olarak önerdiğimiz projelere eldeki bütün imkânlarla destek veriyor. Casa Botter’in hikâyesi de böyle başladı. Casa Botter’e ilk adımımızı yan taraftaki binanın duvarından atlayarak penceresinden attık. Gayrinizami girdiğimiz bir yer. Yani bütün bürokrasi teamüllerinin, resmi insan yaklaşımlarının ötesinde bir aktivizmle yaptık. Neredeyse bütün projelere de böyle başladık.
- Nasıl bir restorasyon yaklaşımı benimsediniz?
Bizim restorasyon anlayışımız sadece Casa Botter değil, bütün yapılarda aynı. Dünya çıtasının üstüne çıkmış Yerebatan Sarnıcı’nda da aynı, şu an Saint Pierre Han’da da aynı, dünya mirası olup da yok oluş tehlikesiyle en ciddi aşamaya gelmiş olan İstanbul’un en hassas, en nadide hazineleri olan Kara Surları’nda da aynı. Biz Türkiye’de restorasyonun inşai bir faaliyet olduğu yaklaşımıyla sürdürülen egemen restorasyon anlayışıyla mücadele eden bir anlayışa sahibiz. Tarihi yapılardaki uygulamalar cerrahi ve inşai olamaz; insani olabilir. Bu da insan izleri ve hatıraya ilişkin bütün detayların korunması demek. Yani yapıya ihtiyaç duyduğumuz kadar müdahale etmek, onun dışında yapıyı güçlendirmek, çöküşünü, tahribatını yaratan unsurları ortadan kaldırmak demek. Casa Botter’de dehşet bir durum vardı. Bir kere çatısı yoktu. Çatısı olmayan bir yapı her iklim koşullarından ekstra etkilenir. Çatısında bir ağaç vardı. Pencerelerinin tamamı yoktu… Bugün insanların gördüklerinde etkilendikleri zemin ve duvarlar yağmur, rüzgâr ve her türlü tahribata açık bir şekilde yıllarını geçirmişti. Artık son aşamasındaydı; çökme düzeyinde riskleri barındırıyordu. Bütün bunları anında durdurduk. Yapının tahribatını engelledik. Sonra insanların artık sanki onun bir bütünleşik parçasıymış gibi alıştıkları cephedeki iskeleleri kaldırmak üzere cephe konservasyonunu yaptık. Cephe konservasyonu projedeki en hassas konulardandı. Çünkü yapıda kullanılan malzeme 19. yüzyıl sonu 20. yüzyıl başında mimarlık tekniğimizde yapı malzemesi olarak kullanılan ve dayanımı düşük olan malzemedir. Tahribata açıktır. Yani rüzgârdan bile etkilenecek kadar yumuşamış dokular vardı. Hassas malzemesi olan bir yüzeyde daha fazla yüzey almak, ona zarar verir. Bu yapı için de bu geçeriydi ve bu konuda çok hassas bir yaklaşım izledik. O yüzden şu an yapının cephesinde bazı noktalarında o kirlenmeyi ve siyah izleri görürsünüz. Restorasyonda en ince detay teknik hassasiyetinizdir. Eğer yapının hafızasına ilişkin izleri, estetik normları tutabilecek bir vizyonunuz yoksa ortaya Türkiye’deki gibi garabet, saçma sapan restorasyon uygulamaları çıkar.
Casa Botter’de şu an içeri girdiğinizde gördüğünüz renk dokusu yapıdaki ilk boyadır. Sekiz ay boyunca beş katman, boya ve sıva kaldırdık. Yani insanüstü bir emekle yapılmış bir alan. Şimdi bütün bu detayları insanlar oraya girdiklerinde göremezler. Ancak içeri girdiklerinde ortaya çıkan işten etkilendiklerini görürsünüz. İşte o zaman doğru bir şey yaptığınızı anlarsınız. Casa Botter’in, Botter’deyken kendi kullandığı, bugün 100. Yıl Ofisi’nin esas odası olarak kullandığımız yerdeki zemine dikkat edin. O zeminde çok az yeni malzeme vardır. Çünkü biz orijinal döşemede bulduğumuz malzemeyi çıkardık, güçlendirdik; tekrar aynı malzemeyi, aynı teknikle yerine uyguladık. Eksik kalan kısımları aynı malzemede ama yeni olduğunu fark ettireceğimiz bir renk tonuyla uyguladık. Çünkü yeni uygulamanın da fark edilmesi gerekiyor ki; insanları aldatmayalım. Yani eskinin taklidiyle de restorasyon yapamazsınız, yapmamamız gerekiyor. İnsanlar orada ne müdahale edildiyse şu an görüyor.
- Geçtiğimiz günlerde Karaköy’de ikinci derece tescilli tarihi bir binanın göz göre göre çöküşünü izledik. O gün neler oldu?
Biz üç seneden bu yana İstanbul’daki 35 bin kültürel mirası an ve an takip eden bir ekibiz. Bunların içerisinde ne kadarının metruklaştığı ve kötü durumda olduğunu biliyoruz. İstanbul’da çökmeye terk edilmiş, ayakta durmaya direnemeyen 3 bin 500 metruk yapı var. Kentteki kültür mirasının yüzde 10’unu kapsayan, kabul edilemez durum. Biz İBB Miras olarak bine yakın metruk yapının belgelemesini yaptık. 603 metruk yapının da mülkiyet sahiplerine uyarı yazılarını gönderdik. Koruma kanunu gereği cezai hükümler olduğunu, yıkıma bırakılmasının da aslında yapıya zarar vermekle eşdeğer bir ağır ceza konusu olduğunu hem yetkili kurumlara hem de mülk sahibine bildirdik. Karaköy’deki bina da bunlardan biriydi. Yazdığımız yazılarla hem mülk sahibini hem de Kültür Bakanlığı Koruma Kurulu’nu uyardığımız ve acilen burada önlem alınması gerektiğini zikrettiğimiz alandır. Bizim söz konusu yazıda da belirttiğimiz sürelere rağmen müdahale edilmemiş alan. Kültür Bakanlığı Koruma Kurulu’nun genel görevi aslında bizim bu yaptığımız. Yapıları takip etmek, risk altındaysa mülk sahiplerine yazılar yazmak. Fakat bu alanda boşluk olduğunu ve yapılmadığını görünce İBB olarak biz bu işi sürdürdük ve uyarıları, diğer takibatları yaptık. Ne yazık ki İstanbul’da bu yapı dışında başka yapılar da aynı koşulda. Çok ileri gitmeyelim; Botter’de bunlardan biriydi. Bugün günlerdir bu kadar konuştuğumuz, üzerine titrediğimiz ve bir değer olarak gördüğümüz yapı, el uzatmasak çökebilirdi.
Bakın burada iki konu çok önemli. Birincisi bu yapıların tamamı çevrede yaşayan insanların canını riske atıyor. Ben bir kültürel miras korumacısı, eski eser uzmanı olarak şunu söyleyebilirim; benim için hiçbir şey insan canından önce değildir. Yani ilk önce üzüleceğimiz şey tarihi yapı değil. Bir kere buralar insan canını riske altında tutuyorlar. İkincisi geri dönüşsüz bir şekilde kaybedeceğimiz kültürel miras.
- Bu tür örneklerde ne tür sorunlarla mücadele etmek zorunda kalıyorsunuz?
Karaköy’deki yapı üzerinden şunu söyleyeyim: 2015’te bütün restorasyon izinlerini almış, elinde projesi var. Yani girip binasını koruması gereken bir şirketin elinde olan bir yapı. Dar gelirli bir vatandaşın elinde olan bir yapı değil. İmkânları olmayan, izin alınmamış bir yapı değil. Peki, niye bu yapı sekiz yıl boyunca restore edilmedi? Bizim dışımızda neden kimse yapının takibini yapmadı ve çöküşünü izledik? Neden insan canı tehlikeye atıldı? Eğer o gün tedbir almasaydık hakikaten korkunç görüntülerle karşı karşıya kalabilirdik. Çünkü İstanbul’da kültürel miras, tarihi yapılar gayrimenkul konusu olmuş durumda. İnsanlar bu yapıları gayrimenkul yatırımı olarak alıyorlar ve bunu statüsünü satacakları bir sistemle ilerletiyorlar.
Bu yapının restore edilmesi için izinler alındıktan bir yıl sonra yapının otel fonksiyonunu yine Koruma Kurulu onaylıyor. Konut olan bir yapı otel olarak fonksiyon değiştiriyor, bir yıl içinde. Bu arada restorasyonu yapılmıyor. Konut olarak yapıp sonra da fonksiyonunu değiştirebilirsin. Fakat o bölgede fonksiyon değişikliği müthiş bir rant. Peki otel projesini de almışsınız niye yapmıyorsunuz? Çünkü o izni satan bir gayrimenkul algısı artık oluşmuş durumda. O kişiler o binayı otel ruhsatı alınmış haliyle, projesiyle satmaya çalışıyorlardı. Bina dayanamadı. Sekiz sene daha nasıl dayansın. Üzerinde çatı yok, yük yok. Biz zaten gözlemlediğimiz için binanın yıkılacağını görüyorduk. Sabahleyin alanda olduğumuz için ilk küçük etkisini görür görmez hem insanları korumak hem kurulu acilen toplantıya çağırmak için harekete geçtik. Fakat bina dört saat içinde çökene kadar Koruma Kurulu sadece bir yazı yazdı; benim çağrılarım üzerine dedi ki “Toplantı yaptığımız gün değerlendireceğiz”. Şimdi koruma önlemi alın. Kentin merkezinde, insanların tepesine bina çöküyor! Tramvay geçiyor, araçlar orada trafik sıkışıklığında park ediyor, kaldırımda insanlar yürüyor. İBB olarak bütün alanın güvenliğini sağlayıp orayı insansız hale getirdik. O gün trafik felç oldu. İnsanlar tabii sitem ettiler, bilmedikleri için. Ama bizim çok şükür gurur duyduğumuz bir konuydu. Yüzlerce insanın ölümüne yol açabilecek bir çöküşü engellemiş olduk.
- Cezai yaptırımı var mı?
Bizim işletilmesi gereken ve hiç işletilmeyen yasalarımıza göre, orada bu konuda uygulama yapmayan, bütün yetkisine rağmen süreci takip etmeyen sorumlular hakkında savcılığın acilen işlem yapması gerekiyor. Biz zaten 40 gün önce yazdığımız yazıda savcılığa da bunu bildirmiş ve bunun suç unsuru taşıyan bir uygulama olduğunu, acilen harekete geçilmesi gerektiğini söylemiştik. Tekniğe de boğmayalım. En basit şekliyle şunu söylemek istiyoruz; bizim bir yasamız var… Yasa diyor ki; tarihi yapını korumazsan, onun tahribatına yol açarsan bunun ağır cezalık bir suçu var. Beş yıl ağır ceza! Fakat bugüne kadar siz binası çökertildiği, yakıldığı, yıkıldığı, önlem alınmadığı için ceza alan birini hatırlıyor musunuz? Neden işletilmiyor? Neden kentte tarihi yapılı bunca alan göz göre göre yıkılıyor? Bu konunun iki tane yürütmekle yükümlü muhatabı var: Kültür Bakanlığı ve Koruma Kurulları… Kentteki tahrip olmuş bütün yapıları takip etmeli ve muhataplarına bunların uyarılarını yapmalı. Kötü kullanımlara da bakmalı. Sadece çökme de değil; kaçaklara da bakmalı. Şu an Kuşkonmaz Cami’de Üsküdar’da, tarihi Mimar Sinan camisinin yanındaki kaçağı bizzat Kültür Bakanlığı Koruma Kurulu ve Çevre Şehircilik Bakanlığı koruyor; belediyeye karşı. Şimdi ne yapılması gerekiyor? Yasa net; eğer muhatabı işlemi yapmıyorsa savcılığa götürmen lazım dosyayı.
Peki bunu nasıl insanların görmesini sağlayabilirsiniz. Bu konuda çalışma yapması gerekenler de yapmıyor. Biz İBB Miras olarak ekstra bir başka iş yaptık: Bütün metruk yapıları harita tabanlı bir uygulamayla şu an işliyoruz ve kamuoyuna açacağız. İnsanlar uygulamayla beraber yaşadıkları alanda metruk hale gelmiş ve risk taşıyan yapıları görecekler. Ve kendilerini de tespit ettikleri başka metruk yapıları da bu sistem üzerinden ihbarında bulunup takibini yapabilecekler. Tophane’yi aktif olarak takip edebildik; oradaki dökülme, yüzeyde düşme. O yüzden o sabah gidip hemen müdahale edebildik. Binanın yıkılacağını öngörebildik bu yüzden. Bu sistemi şu an bütün alanda kuruyoruz. Tabii ki metruk sayısı o kadar çok ve alanda o kadar kötü bir durumdayız ki. Kurumların görevlerini acilen yapmaları, yapmıyorlarsa bizim gönderdiğimiz yazıların gereğini bari yapmalarını beklediğimiz bir süreç söz konusu olan. Burada daha önemli bir nokta var; o da kültürel miras yönetiminin çöktüğü anlamına geliyor. Hiçbir tarihi kentte bu kadar yüksek sayıda yapı metruk ve bakımsızlıktan risk altına değildir.
- Geçtiğimiz günlerde düzenlenen bir toplantıyla kamuoyuna depremde tarihi kültür varlıkların yüzde 51’inin yıkılma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu duyurdunuz. İstanbul’da hangi binalar tehdit altında?
Kültürel mirasın deprem dayanımı konusunda uzun süredir yürüttüğümüz çalışmaların sonucunu geçtiğimi günlerde “İstanbul’un Mirası ve Deprem Riskinin Yönetimi” toplantısında paylaştık. Az önce söylediğim gibi 3 bin 500 metruk yapı, normal koşullarda bile dayanımı olmayan yapılar olduğu için birinci hedef grupta yer alıyor. Çöküşünü beklediğimiz yapılar bunlar. Terk edilmiş yapılar olduğu için de yaşam alanı taşımıyorlar ama bu yapıları kaybedeceğiz tabii. Kısacası bizim yaptığımız çalışmalar sonucunda, zemin ve depreme merkez üssüne yakınlık ilişkisi riskleriyle beraber baktığımızda İstanbul’un olası depreminde yüzde 51 yapının etkileneceğini görüyoruz.
- Kuvvetlendirilmesi gereken tarihi binalar hangileri?
Örneğin Kurtuluş, Beyoğlu, Üsküdar, Fatih bu yapılarla doludur. Yani burada insanların gündelik yaşantısını devam ettirdiği yapılar söz konusu. Bunlar bu yüzyılın yapıları olmadığı için çağdaş mühendislik uygulaması görmemiş yapılar. Yani yığma, kârgil yapılardır. Dolayısıyla deprem dayanımları düşüktür ve daha da önemlisi şudur; bu yapılar yıprandı… Yapının malzemesi, derzi yıprandı, statik olarak daha sonra müdahaleler yapıldı, yıprandı; üzerinden 1999 depremi geçti vs. yıprandı… Acil olarak bu yapı grubunun koruma uygulamalarıyla depreme hazır hale getirilmesi gerekiyor. Bu konudaki tartışmayı yüksek sesle yapmamızın sebebi ise şudur: Deprem bölgesinde, henüz restorasyonunun üzerinden üç sene, beş sene, on sene geçmemiş yapıların tuz buz olduğunu gördük. Çünkü Türkiye’de restorasyon dekoratif bir unsur gibi görünüyor. Oysa yapının kendisini ayakta tutacak, statik sorunlarını çözebilecek süreç restorasyondur. Restorasyonu sadece dekoratif bir şey olarak yaptığınızda ilk sert etkide yapı yerle bir olacaktır. Eğer bu yapıları koruyamazsak açıkladığımız rakamlar aynı zamanda İstanbul’un bütün kimliğinin yok olması anlamına geliyor.
Daha önemli olan ise yine şudur; bu yapıların içerisinde insan yaşıyor. Bu arada şimdiye kadar verdiğimiz sayılar bina ölçeğindeydi. Burada her daireye üçerli, dörderli yaşamlar koyduğumuzda ve bir bina için yirmi insan üzerinden hesapladığımızda bile karşımıza dehşet bir rakam çıkıyor. Bu binalar içinde yaşayan yüz binlerce insanın can güvenliğini tehdit ediyor. Yani insan kaybedeceğiz bu yapılardan ötürü. O yüzden eski eser korumayı ve başka konuları bir tarafa bırakarak öncelikli olarak şuna odaklanmamız gerekiyor: İstanbul deprem bekliyor ve acilen tarihi yapıları ayrı bir statüde ele almamız gerekiyor. Yani bu tarihi yapıların depreme dayanımını tespit etmeliyiz. Bu yapılar deprem yönetmeliğindeki gibi usullerle yapılamaz. Eski eser olduğu için kendine özgü koşullarda restorasyonu yapılması için gerekiyor. Ama Türkiye bu konuda adım atmış durumda değil. Yaptığı restorasyon çalışmalarında da deprem bölgelerinde gördüğümüz gibi niteliği çok düşük ve depreme karşı dayanımı olmayan işler gözüküyor. Biz bir şeyi hatırlatıyoruz: Diyoruz ki, hâlâ daha 25’e yakın mevzuatı olan kentsel dönüşüm yani, bütün yeni binaların korunması mevzuatına karşın; kültürel mirasın, tarihi yapıların depremden nasıl korunacağıyla ilgili bir tane yönetmelik yok. Bizim o gün yaptığımız toplantının amacı buna dikkat çekmekti. O toplantı vesilesiyle şu an bir ‘kültürel miras deprem yönetmeliği’ hazırlıyoruz ve bu yönetmelik bizim yetkimizde değil tabii. Merkezi yönetimin alıp bunu yasalaştırması, mevzuat haline getirmesi gerekiyor. Burada şuna tekrar dikkat çekiyoruz: Kentte tarihi yapıların nasıl depreme dayanıklı olacağıyla ilgili açıklama yapan tek bir yetkili yok. Bugünkü Beyoğlu tanıyamayacağımız bir hale gelecek deprem sonrası. Bu yapılar deprem bekleyen yapılar niteliğinde ve bir an önce iyi uygulamalarla restore edilmesi gerekiyor. Bu yapılamayacak bir şey değil. Türkiye bu bilgiye de teknolojiye de, bu akla da sahip. Sadece doğru uygulamalı bir mevzuatta işlenmesi lazım.
- Ayasofya, Süleymaniye, Surlar gibi tarihi yapılar gerçekleşmesi beklenen 7,5 büyüklüğü bir depremden ne kadar zarar görür? Bu konuda yapılan çalışmalar var mı?
Bunlar anıt yapılar. Yapılarla ilgili durumların kendi ölçeklerinde incelenmesi gerekiyor. Çünkü anıt yapıların her birinin yapım teknolojileri birinden farklıdır. Örneğin Ayasofya, 1500 yıllık tarihinde hem oturduğu zeminin arkeolojik zemin olması hem de bugüne kadar İstanbul’da yaşanan bütün depremlerden ötürü bir deprem hafızası taşıyan bir yapıdır. Dolayısıyla bunca yıl içerinde geçirdiği restorasyon süreçlerinde de bunu görürüz. Restorasyonlarında sürekli bu kaygı vardır. Mimar Sinan restorasyonunda da, Fossati dönemi restorasyonunda da, son dönem restorasyonlarında da sürekli bu hassasiyet gözetilir. Tabii oturup o yapı ölçeğinde tüm bunları da çalışmanız gerekiyor ki; bunlar çalışılmış, hakim olduğumuz yapılardır. Ama anıt yapıların dışında insanların göremediği sivil mimarlık eserleri apayrı bir yerde duruyor. Anıt yapılarda risk yok mu? Var. Mesela 1999 depreminden sonra Beyazıt Camii’nin -Beyazıt Meydanı’ndaki- ağırlık kulelerinden biri dışarıdan çökmüştü. Onun restorasyonu yapıldı. Edirnekapı Mihrimah Sultan Camii ya da 1766 depreminde tahrip olduğunu bildiğimiz ve sonra yeniden yapılan Fatih Camii ilk akla gelen örnekler… Ya da 1894 depreminde tahrip olduğunu bildiğimiz Kara Surları’nın bugün blok olarak ayrılmış büyük kütleleri… Bunlar dayanım güçleri çok düşmüş olan, ayrı özel çözümler gerektiren yapılar. Nereden bakarsak bakalım şunu söyleyebiliriz; deprem hafızasıyla da kültürel miras yönetimiyle de İstanbul, bugüne kadar çok kötü bir karne vermiş durumda.
Olağanüstü ölçekte büyük projelerden, yapılardan bahsediyoruz. Bugün bizim yaptığımız Kara Surları restorasyonu tek başına dünyanın en önemli restorasyon projelerinden birisidir: Hem yaklaşım hem dünya mirası ve insanlığın ortak değerine sahip çıkmak bakımından… Ama o kadar ihmal edilmiş bir alanda hareket ediyoruz ki… Birikmiş sorunlar, metruklaşma, kötü kullanım, işgal edilen bölgeler… Yani sadece binayla değil, sosyal, teknik, yetki vb. bir dizi konusuyla mücadele ede ede gittiğimiz bir alan.
- Bu konularda nasıl bir çalışma söz konusu?
Anıt eserler içinde ikinci derece sivil mimari dediğim, az önce sayısını verdiğim eserler için de aynı risk var. O gün toplantıda önerdiğimiz bazı çok temel konular var. Mesela ikinci grup yapıların acilen iki statüye ayrılması gerektiğini söylüyoruz. Bu grup için daha hızlı müdahale edebilecek bir statü ve özel bir kurul oluşturulması gerekiyor. Onların da hızlı ve dayanışmacı daha da ötesi danışmanlık yapan bir tarzda insanlara hizmet vermesi gerektiğini düşünüyoruz. Şu anda Kurtuluş’ta yaşayan ve ömrünü o tarihi evde geçirmiş yaşlı bir teyze ‘neyi, nasıl’ yapacağını bilmeyebilir. Ona yardımcı olmak zorundayız. Şu an eski eserde yaşayan insanların tamamı bir suçlu muamelesiyle karşılanıyor. Bir danışmanlık sistemi yok. İnsanlar tedirgin bir şekilde, kamuoyunda oluşturulmuş ‘tarihi binada oturuyorsan çivi bile çakamazsın’ algısının altında yaşıyorlar. Çivi çakmayı geçtim, bu binalar esaslı şekilde restore edilebilir, çağdaşlaştırılabilir… Güncel koşullarla iyi restore edilip bunların içerisinde yaşanabilir. Bu algının kendisi, bu alanın çöküşüyle ilgilidir. İnsanlara bu algının niye yerleştirdiğini sorgulamak gerekir. Ne yazık ki bu konu sadece teknokratlara terk edilmiş bir alana dönüşmüş durumda. 35 bin kültürel mirasın olduğu bir kentte sadece bu işle uğraşan çok özel ihtisaslaşmış ve bundan da yaşamını kazanan binlerce aktör olması gerekirken bir avuç insanın elinde bir sektör. Ben bunun çok manidar ve özel anlamları olduğunu özellikle söylüyorum. Bu çivi bile çakılmaz algısı birileri tarafından özel olarak oluşturulmuş, insanları o teknokratlığa mecbur bırakan bir düzenin kodudur, sembolüdür. Yıkmamız lazım. İnsanlara binaları restore edip, neyi korumaları, nasıl korumaları gerektiğini anlatmak ve danışmanlık vermek lazım.
- Peki ya taşınabilir kültürel mirasın durumu?
Taşınabilir kültürel miras İstanbul’da yönetim açısından 1999 depreminden sonra yapılan bazı çatışmalarla bence görece iyi durumda. Fakat bizim burada daha büyük bir sorunumuz var; o da kamusal arşivlerin dışında kişisel arşivlerin durumunu bilmiyoruz. Kişisel arşivlerin tamamı nitelikleriyle iyi tanımlanmış durumda değil. İstanbul’daki sanat tarihi, özellikle pentür ve görsel sanat tarihimize ilişkin arşivlerin çok ciddi bir kısmı özel koleksiyonerlerin elinde ve bu koleksiyonerler bunları kendi imkanları ölçüsünde koruyorlar. Bu koleksiyonlar Kültür Bakanlığı’nda, eski eser statüsünde tescilli koleksiyonlar gibi değiller. Neden değiller? İnsanlar kaçırdıkları için değil! Bizim 2863 sayılı mevzuatımız bu tür çağdaş sanat eserlerine kültürel miras gözüyle bakmıyor. Statüsü yok… Yani siz iyi bir koleksiyoner olduğunuzda bu eserleri envanterde tutmak zorunda değilsiniz. Aşırı korumacı ve defansif bir kültür yönetiminde bunlar doğal konular. Hâlbuki biz elimizdeki zenginliğin ne olduğunu bilmiyoruz. Bu bizi nereye götürüyor? Bugün x kişisinin evinde koleksiyon değerinde olan belki 30, 40 tablo ya da sanat eseri; o binanın riskiyle beraber yaşıyor. Bunlar risk koşullarını göremediğimiz alanlar. Sadece deprem değil, yangın ya da diğer risklere karşı da koruyabildiğimiz alanda değiller. Bu anlamda kentin koleksiyonerlerinin bu koşullara hazır olup olmadığını Türkiye bilmiyor ne yazık ki…