Dünyanın önündeki en önemli ve kritik eşiklerden biri bir yandan makro düzeyde önlemlerin tartışıldığı, bir yandan da önlem boyutunun ötesinde artık ne yapacağımızı bireysel, toplumsal, ülkesel ve küresel ölçekte kararlılıkla, aksiyon odaklı olarak bilmemiz, hatta harekete geçmemiz gereken “iklim krizi” ve peşinden gelen yaşamsal, coğrafi, ekonomik, sosyolojik etkileri…
İklim krizi, çevre sorunları, doğa tahribatı gibi meseleler etrafında düşünürken karşımıza çıkan onlarca başlıktan biri kuşkusuz hızla büyüyen kentler, kentleşme ve yapılaşma… Bu yapılaşma, kentsel-kırsal dönüşüm ve çevre sorunlarına sebep- sonuç ilişkisi üzerinden bakıldığında karmaşık bir süreç ortaya çıkıyor. Üstelik krizin nedenleri, sonuçları, etkileri ve aciliyeti net olmakla birlikte, olası önlemler, alınacak
kararlar, bu kararlarla ilgili stratejik planlama ve uygulamalar aynı netlikte hayata geçemiyor. Bunun en önemli sebepleri geldiğimiz aşamada geriye doğru hareket etme konusunda irade ortaya koymanın güçlüğü, kaynakların altından kalkabileceğinin çok ötesindeki büyüme, bitmek bilmeyen tüketim çılgınlığı gibi ekonomik temeller. Bilimsel, teknolojik, sosyal ve kültürel alanlarda önemli ölçüde bir
farkındalık var elbette ancak önümüzdeki dramatik veriler ışığından bu farkındalığın anlamlı bir etki yaratması için küresel ölçekte politikaların samimi ve net bir şekilde ortaya konulması, kurumsal aksiyon planları ve organize denetleme mekanizmaları gerekiyor.
“İklim krizi” üzerinden tartıştığımız pek çok etki ve sonuç hızlı meydana geldi gibi görünüyor ama aslında tüm bunların ortaya çıkmaya başlaması çok daha önceki yıllara dayanıyor. Çok boyutlu meseleye yapılaşma, mimarlık, kentsel-kırsal dönüşüm gibi başlıklar üzerinden yaklaşarak, sorularımızı mimarlara ve mimarlık alanda çalışmalarını yürüten akademisyenlere yönelttik.
“Bu Coğrafyanın Hafızasını Yeniden Hatırlaması Gerekiyor”
Büşra Al (Plug Ofis)
- Bugüne kadarki süreçte, özellikle mimari ve kent planlaması odağından değerlendirdiğinde “kilometre taşı” diye nitelendirebileceğin değişimler nelerdi?
Mimarlık ve kent planlaması, iklim krizi sürecinin başat aktörleri arasında olmaktan çok bir tür “sonuç” olabilir. Bu da insanın kendini diğer türlerden üstün görmeye başladığı andan itibaren gelişiyor. İktidarın temsili olan mimarlık iklim kriziyle eşzamanlı olarak dönüşüyor. Nüfus artışının tetiklediği kentleşme ve kırsalın çözünmesi en önemli eşiklerden biri. Savaş dönemi ve modernizm ise yerel olanın sonunu getirecek tek tipleşme kuralları üretmesi bağlamında en kolay işaret edilebilecek dönem olabilir. Yer ile ilişkiyi kesen yapma pratiği ve eski yapma biçimlerinin hafızasının kaybı ise noktasal olarak bu eşiklerden en kuvvetlisi. Fakat bunlar kilometre taşı diyebileceğimiz anlık olaylardan çok zamana yayılı süreçler.
- Yine mimari ve kentsel / kırsal planlama gözüyle ve bugün içinde olduğumuz durumda bu krizin etkilerini belli oranda tersine çevirebilecek veya en azından dramatik ilerlemesini yavaşlatabilecek, hızlı hayata geçirebileceğimiz ve etki ihtimali yüksek uygulamalar neler olabilir?
Bu tip konularda mimarinin ya da planlamanın etkin bir dönüşüm süreci başlatacak kuvvette olmadığına inanıyorum. Bu disiplinler daha çok, çok aktörlü ve kapsamlı karar mekanizmalarının ve politikanın uzantısında anlamlı araçlar olabilirler. Yine de “eklemlenme” ve “boşluğun tasarımı” konularının iyi birer başlangıç olacağını düşünüyorum. Özellikle yapmak ve daha fazla inşa etmek üzerine gelişen mevcut pratiğin, boşluk üzerine düşünmesiyle, var olan şiddetini azaltabileceğine inanıyorum. Eklemlenme de, sürekli sıfırdan başlayan ve sadece kendi kadarıyla ilgilenen mimarlık nesneleri yerine, var olanla ilişki kurarak gelişen kentler sayesinde bu hızlı gidişatı yavaşlatabilir.
- Sence bundan sonrasında yerel yönetimler- mimarlar/tasarımcılar – tedarikçiler- kullanıcılar nasıl bir niyet ortaklığı ve işbirliği içinde olmalı?
Bu çok zor bir soru. Yaşadığımız yere göre farklılaşan parametrelerle şekilleniyor. Sadece kendi bulunduğumuz coğrafya özelinde konuşabilirim. Kadim bilgilere sahip bu coğrafyanın hafızasını yeniden hatırlaması gerekiyor. Kolektif üretim ve uzmanlığa verilen değer çok önemli. Ama temelde bunların gelişebileceği politik bir iklimin yeniden oluşması gerekiyor.
- “Çevre ve doğa” ile “yapma ve inşa”, “rağmen” değil “birlikte” nasıl var olabilir?
Yapmak doğası gereği bir şiddet eylemi. Bu ikisinin birlikte olması biraz romantik bir istek olurdu. Ancak bu şiddet ve tahribatı en aza indirmek gibi bir niyet olabilir. Kentler için artık “doğa” değil, ortak yaşam alanları, ara mekanlar ve mülkiyet konuları tartışılabilir. Kentin yeni peyzajı, yine kendi bağlamı içindeki yapılaşmayan negatif alanların düzenlenmeleri üzerinden tartışılabilir.
- Bir tarafta yerellik, doğal malzeme ve “eski üretim tekniklerini hatırlama” gibi konular tartışılırken, bir tarafta ileri teknolojinin sunduğu heyecan verici ve iştah kabartan yeni olasılıklar var. Teknoloji işleri zorlaştırıyor mu yoksa işleri iyiye doğru döndürmek için bir potansiyel olarak mı değerlendirilmeli?
Teknoloji hiçbir zaman meselenin temeli olmadı. Kavramların ve düşüncelerin gerçekleşmesindeki araç olarak rol aldı. Arkasında bir fikir olmadığı sürece en ileri teknoloji bile bize ne yapmamız gerektiğini söylemiyor. Fakat teknolojinin yarattığı iletişim devriminin dolaylı olarak kentlerin çözünmesinde büyük bir etkisi olabileceğini düşünüyorum. Yapısal teknolojilerden farklı olarak iletişim konusundaki gelişmeler yine kent formunun mevcut durumunu dönüştürebileceği için iklim krizi hususunda yavaşlatıcı bir güce evirtilebilir.
- Yıl 2022’ye gelmişken milyarlarca insanın karşı karşıya olduğu en büyük sorunların başında hala barınma olması trajik değil mi? elbette bu yalnızca mimarlığın konusu değil ama “nerede yanlış yaptık” ya da “neyi beceremedik” sence?
Varlığımızın temeli, hayatta kalmak için kendi dışımızdaki her şeye zarar vermeye dayalı. Bunun ötesinde özel bir hatamız ya da olması çok şaşırtıcı bir felaket yaşadığımızı düşünmüyorum. Barınma ise bu döngü içerisinde sadece anlık bir tema gibi görünüyor.
- Tüm bunların üzerine, iddialı kentsel dönüşüm planlarını daha da hızlandıran iştah açıcı bazı rakamlar açıklanıyor. 2018 yılında Birleşmiş Mİlletler tarafından açıklanan bir araştırmaya göre 2050’ye kadar 2,5 milyar kişinin daha kent nüfusuna ekleneceği tahmin ediliyor. Bu, dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 70’inin, yani üçte ikisinin 2050’ye kadar kentlerde yaşamasının öngörüldüğü anlamına geliyor. İBB Açık Veri Portalı’ndaki verilere göre ise bugünkü nüfus artışı aynı oranda devam ederse İstanbul’un nüfusu 2050’de neredeyse 2 katına çıkarak yaklaşık 50 milyona ulaşacak. Şu ana kadar şahit olduğumuz, yaşadığımız kentsel dönüşüm planları ve uygulamaları doğa, çevre ve gezegen, dolayısıyla aslında biz insanlar ve tüm canlılar için uzun vadede geriye dönülmez zararlar yaratıyor. Bunun küresel ölçekte pek çok örneği olmakla birlikte bizim için en dramatik örneklerin Kadıköy’de yaşandığı söylenebilir. Bu elbette başta politik olmak üzere ekonomik, sosyal ve kültürel açılardan çok katmanlı bir mesele. Biz mimarlık ve kentsel planlama açısından yaklaşırsak, bu rakamlar doğrultusunda dönüşüm bir gereklilik veya aciliyetse, bunu dünyaya, çevreye ve doğaya zarar vermeden, “iyi” yapmanın bir yolu var mı?
İnşa etmek, doğa, mevcut yapı gibi bir çok var olan koşulu yıkarak onun üzerine yapma eylemini gerçekleştirmesi bağlamında tahrip edici bir durum. Bunun şiddetini azaltmak için izlenebilecek yollar tabi ki var. Fakat bunların hepsi doğası gereği yıkıcı olan bir eylemin sadece etkilerini dönüştürebilir. Diğer bir taraftan barınma dünyadaki en temel ihtiyaçlardan biri. Bu nedenle ortaya çıkan yapma eylemi senin de belirttiğin gibi bir gereklilik. Bu konuyu tartışmaya “doğaya nasıl zarar vermeyiz” diyerek başlamak mümkün değil. Bu şiddeti ne kadar azaltabiliriz diye düşünmek bana daha anlamlı geliyor.
Türkiye özelinde kentlerin “iyileştirme” kavramıyla dönüştürülmesi yakın vadede iyi bir çözüm olabilir. Hemen her kentte atıl durumda ya da verimli kullanılmayan ciddi bir mevcut yapı stoğu var. Bunların dönüştürülmesi, açık alan ve boşluklar ile birlikte yeniden düşünülerek ele alınması gerekiyor. Yıkmadan yapmak, iyileştirmek, eklemlenmek gibi kavramlar hem içinde bulunduğumuz koşulu daha iyi kavramamıza, hem de kent hafızasının sürekliliğine imkan verebilir. Bu durumu yapılar özelinden çıkararak, barınma krizini büyük hamleli bir kentsel iyileştirme hareketine dönüştürmek mümkün. Şu ana kadar entegre olamayan ulaşım, açık alan, yeşil alan ağlarını mevcut ve eklemlenen yapılar ile birlikte düşünmek için önemli bir imkanın eşiğinde olabiliriz.
- Bütün bunların üzerine içinde umut verecek bir cümle kurmanı istesem…
Tüm evrenin içerisinde dünya sadece mavi küçük bir nokta.
“Dünyanın Haline Bakacak Olursak Hiçbir Şeyi Beceremediğimizi Söyleyebilirim”
Yelta Köm (Mimar)
- Bugüne kadarki süreçte, özellikle mimari ve kent planlaması odağından değerlendirdiğinde “kilometre taşı” diye nitelendirebileceğin değişimler nelerdi?
İklim krizi meselesini basitçe endüstrileşme ya da mimarlığın başlangıcıyla çerçevelemek durumun sorumluluğunu başka jenerasyonlara atmak gibi geliyor. Bu dönüşümün bir kilometre taşından çok, nokta nokta biriken taşlarla oluştuğunu düşünüyorum. Bugünün dünyasında insanı merkeze koyan yaklaşım doğayla bizi koparıyor gibi gözükse de bu bağlantının çok uzun zamandır zaten bir kurmaca olduğunun da farkında olmamız gerek. Mimarlık, kent planlama gibi fiziksel çevreye dair her müdahale, alt yapı strüktürleri, krizin besleyicisi olarak okunabilir.
- Yine mimari ve kentsel / kırsal planlama gözüyle ve bugün içinde olduğumuz durumda bu krizin etkilerini belli oranda tersine çevirebilecek veya en azından dramatik ilerlemesini yavaşlatabilecek, hızlı hayata geçirebileceğimiz ve etki ihtimali yüksek uygulamalar neler olabilir?
Mimarlık alanının kriz anlarına hızla verdiği cevaplara şüpheyle yaklaştığımı söylemem gerek. Bu krizin en büyük tetikleyicilerinden biri bu hız tutkusu. Oysa yavaşlamak, bazen sakince etrafına bakmak, sürekli gecikiyormuş gibi yaşamamak faydalı olabilir. İklim krizine mimarların ya da kent plancılarının çözüm üreteceğini düşünmek naiflik olur, tüm iyi niyetlere rağmen bu tür müdahalelerin kişisel ölçekte minik adımlardan oluşacağını düşünüyorum. Felsefeci Helene L’heuillet’nin dediği gibi “Zaman geleneksel olarak hep hükümdarların tekelinde olmuştur. Bekletme hakkını kendinde görebilen kişi hükümdardır, bu bazen belirsiz bir süre için, yani bekleyende bekleyişin bitmeyeceği izlenimi uyandırarak gerçekleşir.” Eğer yetişmek yerine bekletme hakkını elimize alırsak, fiziksel çevreyi üretirken bu bir çıkış yolu gösterebilir.
- Sence bundan sonrasında yerel yönetimler- mimarlar/tasarımcılar – tedarikçiler- kullanıcılar nasıl bir niyet ortaklığı ve işbirliği içinde olmalı?
Daha az inşanın nasıl olacağını konuşmalıyız belki de. İşbirliklerini inşa etmek üzerinden değil, düşünmek, eyleme geçmek üzerinden kurmak bir yol olabilir. Mimarlığın sadece inşa etmekten ibaret olmadığını ama aynı zamanda da tüm inşa eylemlerinin de mimarlıkla ilgisi olmadığını düşünüyorum. Konuşmak, paylaşmak, bir araya gelmek de mimari pratiğin parçası.
- “Çevre ve doğa” ile “yapma ve inşa”, “rağmen” değil “birlikte” nasıl var olabilir?
Halihazırda birbirlerine rağmen değil, birlikte var olduklarını düşünüyorum. Bu ekosistemin içinde bir şekilde bir arada kalma stratejileri ortaya çıkıyor, bildiğimiz anlamda doğa değişiyor ama yine doğa olarak kalıyor. Doğal ve yapay olanın arasındaki fark, ya da gerçek ve sahte olanın arasındaki ayrım nerede başlıyor?
- Bir tarafta yerellik, doğal malzeme ve “eski üretim tekniklerini hatırlama” gibi konular tartışılırken, bir tarafta ileri teknolojinin sunduğu heyecan verici ve iştah kabartan yeni olasılıklar var. Teknoloji işleri zorlaştırıyor mu yoksa işleri iyiye doğru döndürmek için bir potansiyel olarak mı değerlendirilmeli?
Teknoloji değişimden korkmayan, eleştirel olmaya ve yeniliklere açık, kapsayıcı zihinlerin elinde olduğu sürece işleri asla zorlaştırmaz. Bu ikilikler dünyasının dışında bir gerçekliği potansiyel olarak görüyorum.
- Yıl 2022’ye gelmişken milyarlarca insanın karşı karşıya olduğu en büyük sorunların başında hala barınma olması trajik değil mi? elbette bu yalnızca mimarlığın konusu değil ama “nerede yanlış yaptık” ya da “neyi beceremedik” sence?
Dünyanın haline bakacak olursak hiçbir şeyi beceremediğimizi söyleyebilirim. Dayanışma ekonomileri kuramadık; birbirimize, çevremize, evrene özenle bakamadık, sürekli koştuk yorulduk, yorulduğumuzda kısa yollar aradık, doymadık, kimi profesyonelliklere gereğinden fazla anlam yükledik, sorumluluklardan kaçtık… diye devam edebilirim.
- Tüm bunların üzerine, iddialı kentsel dönüşüm planlarını daha da hızlandıran iştah açıcı bazı rakamlar açıklanıyor. 2018 yılında Birleşmiş Mİlletler tarafından açıklanan bir araştırmaya göre 2050’ye kadar 2,5 milyar kişinin daha kent nüfusuna ekleneceği tahmin ediliyor. Bu, dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 70’inin, yani üçte ikisinin 2050’ye kadar kentlerde yaşamasının öngörüldüğü anlamına geliyor. İBB Açık Veri Portalı’ndaki verilere göre ise bugünkü nüfus artışı aynı oranda devam ederse İstanbul’un nüfusu 2050’de neredeyse 2 katına çıkarak yaklaşık 50 milyona ulaşacak. Şu ana kadar şahit olduğumuz, yaşadığımız kentsel dönüşüm planları ve uygulamaları doğa, çevre ve gezegen, dolayısıyla aslında biz insanlar ve tüm canlılar için uzun vadede geriye dönülmez zararlar yaratıyor. Bunun küresel ölçekte pek çok örneği olmakla birlikte bizim için en dramatik örneklerin Kadıköy’de yaşandığı söylenebilir. Bu elbette başta politik olmak üzere ekonomik, sosyal ve kültürel açılardan çok katmanlı bir mesele. Biz mimarlık ve kentsel planlama açısından yaklaşırsak, bu rakamlar doğrultusunda dönüşüm bir gereklilik veya aciliyetse, bunu dünyaya, çevreye ve doğaya zarar vermeden, “iyi” yapmanın bir yolu var mı?
Bazen bir şeyleri “iyi” yapmanın yolu olmayabilir. İçinde bulunduğumuz toplumun daima içine düştüğü bir aldanma hali var, bu da kurduğumuz “iyi” hayat yanılgısı. İyi bir mimarlık, iyi bir sanat, iyi bir hayat nedir sorularının bu çağda daha yüksek perdeden sorulması konuştuğumuz tüm konularla ilgili, hangi “iyi”ye ihtiyacımız olduğu da son yüzyıllardır doğaya, çevremize tehdit oluşturanlar tarafından inşa edildiği için bu meseleye şüpheli yaklaştığımı söylemem gerek. Kimisi için iyi olan bir başkası için aynı şekilde işlemeyebiliyor. Ben aciliyetin gerektiği durumlarda radikal yaklaşımların bize umut verebileceğini düşünüyorum, kriz anlarını böyle düşünmenin kapsayıcı bir yaklaşım getirebileceğine inanıyorum. Bunlardan en önemlisi son yıllarda gittikçe popülerleşen Yokoluş İsyanı veya daha geniş bilinen ismiyle Extinction Rebellion (XR). Yokoluş İsyanı’nın dünya genelinde koyduğu perspektifin, acil durumlarda neler yapılabileceğine dair umutlu bir çizgi oluşturabileceğini düşünüyorum. Güç hiyerarşilerinin ortadan kalkmasına dair taleperi ile hem kendilerine hem de hayatı tüketen sisteme karşı meydan okumaları ve konfor alanlarından çıkıp harekete çağırmaları bize kent ve mimarlık alanında nasıl beraber yaşayacağımıza dair ipuçları verebilir.
- Bütün bunların üzerine içinde umut verecek bir cümle kurmanı istesem…
Ben her şeye rağmen umutluyum, bu dünya soğuyacak… Yeni olana merakla yaklaştığımız, merak etmeyi içselleştirdiğimiz sürece değişip dönüşeceğiz.
“Mimar Olarak Yeni Yapı Yapmamayı Önerebilirim”
Oral Göktaş (So? Mimarlık ve Fikriyat)
- Bugüne kadarki süreçte, özellikle mimari ve kent planlaması odağından değerlendirdiğinde “kilometre taşı” diye nitelendirebileceğin değişimler nelerdi?
2. Dünya Savaşı sonrası özellikle yıkılan şehirlerin ayağa kaldırılması için çok hızlı bir inşaat süreci başladı. Bu süreçte mimar ve plancılar, o günün şartları içinde, sonsuz hammadde ve enerji varmışçasına üretim yapabiliyorlardı. Sonrasında da ekonomideki olumlu hava bu alışkanlıkları devam ettirdi. Bizden önceki nesiller kendi kişisel senaryolarını yazma lüksü olan modernist kahramanlardı diye düşünüyorum. Bu nedenle Corbusier, Niemeyer, Gehry, Hadid gibi isimler öne çıkıp, Buckminster Fuller gibi figürlerin fikirleri avangart kaldı. Fakat son 10 yıllık süreçte yaşanan krizlerle beraber bu durum radikal biçimde tersine dönmekte. Mimar artık subjektif gerçekliğini yaratabilen bir figürden çok, mevcut gerçeklikleri çok boyutlu analiz edip objektif senaryolar üretmesi beklenen bir figür. Lacaton Vassal gibi bir ekibin Pritzker alması sanırım önemli bir kilometre taşı.
- Yine mimari ve kentsel / kırsal planlama gözüyle ve bugün içinde olduğumuz durumda bu krizin etkilerini belli oranda tersine çevirebilecek veya en azından dramatik ilerlemesini yavaşlatabilecek, hızlı hayata geçirebileceğimiz ve etki ihtimali yüksek uygulamalar neler olabilir?
Yapılabilecek çok fazla şey var. Oksimoron olacak ama mimar olarak yeni yapı yapmamayı önerebilirim. O kadar çok kullanılabilecek boş yapı varken yenisini yapmak çok büyük bir kaynak israfı diye düşünüyorum. Yapabileceğimiz şey saray bahçeleri yapıp, onlara bakmaya çalışmakla debelenmek yerine sadece toprağı temizleyip havalandırmak.
- Sence bundan sonrasında yerel yönetimler- mimarlar/tasarımcılar – tedarikçiler- kullanıcılar nasıl bir niyet ortaklığı ve işbirliği içinde olmalı?
Türkiye özelinde inşaatı ekonomiyi canlandıracak bir enstrüman olarak görmekten vazgeçmemiz gerek. Yapma faaliyeti mekânsal bir gereklilikten doğar, biz ise çoğu zaman yatırım yapmak için inşa ediyoruz. Bu sürdürülebilir bir yöntem değil. 2008 krizinde İspanya, Portekiz gibi ülkeler bunu çok net gördü.
- “Çevre ve doğa” ile “yapma ve inşa”, “rağmen” değil “birlikte” nasıl var olabilir?
Doğada sürekli bir yapma ve yıkma döngüsü var zaten. Bizden tek farkı bunu yaparken geride bir çöp bırakmıyor, birinin atığı diğerine hep hammadde oluyor. Biz de çöp bırakmadan ve hatta yaptığımız anda çöp olmadan inşa etmeyi öğrenebilirsek, yapmaktan korkacak bir şey kalmaz diye düşünüyorum. Bir de yapma süreci tek başına tartışıldığında çok eksik oluyor, kullanım ve yıkım/söküm de sürecin en az yapmak kadar önemli bir parçası.
- Bir tarafta yerellik, doğal malzeme ve “eski üretim tekniklerini hatırlama” gibi konular tartışılırken, bir tarafta ileri teknolojinin sunduğu heyecan verici ve iştah kabartan yeni olasılıklar var. Teknoloji işleri zorlaştırıyor mu yoksa işleri iyiye doğru döndürmek için bir potansiyel olarak mı değerlendirilmeli?
Eski üretim teknikleri de ilk denendiklerinde yeniydi. Ben üretimde eski-yeni ayrımı olduğunu düşünmüyorum, bana göre yerine ve koşula göre üretim vardır. Metropolün göbeğinde ileri teknolojiye ve hammaddeye erişiminiz varsa bunun yerine kilometrelerce uzaktaki bir dağdan toprak getirip kerpiç ev yapmak anlamlı olmayabilir. Fakat özellikle mimarlık ve tasarım alanında bir geçiş döneminde olduğumuzu düşünüyorum, bazı yapım teknolojileri hala ciddi tutarsızlıkları barındırıyor, ama önümüzdeki 10-20 yıl içinde radikal değişimler bizi bekliyor gibi.
- Yıl 2022’ye gelmişken milyarlarca insanın karşı karşıya olduğu en büyük sorunların başında hala barınma olması trajik değil mi? elbette bu yalnızca mimarlığın konusu değil ama “nerede yanlış yaptık” ya da “neyi beceremedik” sence?
En temel konuda bir sorun var bence; üreme. Son elli yılda insan nüfusu neredeyse 3 kat arttı. Diğer yandan da sadece Türkiye’de 1.5 milyon boş konut var, arz talep dengeleri dağılmış durumda. Barınma hakkı serbest piyasaya bırakılamayacak kadar temel bir hak, kamunun regüle etmesi gerekiyor.
- Tüm bunların üzerine, iddialı kentsel dönüşüm planlarını daha da hızlandıran iştah açıcı bazı rakamlar açıklanıyor. 2018 yılında Birleşmiş Mİlletler tarafından açıklanan bir araştırmaya göre 2050’ye kadar 2,5 milyar kişinin daha kent nüfusuna ekleneceği tahmin ediliyor. Bu, dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 70’inin, yani üçte ikisinin 2050’ye kadar kentlerde yaşamasının öngörüldüğü anlamına geliyor. İBB Açık Veri Portalı’ndaki verilere göre ise bugünkü nüfus artışı aynı oranda devam ederse İstanbul’un nüfusu 2050’de neredeyse 2 katına çıkarak yaklaşık 50 milyona ulaşacak. Şu ana kadar şahit olduğumuz, yaşadığımız kentsel dönüşüm planları ve uygulamaları doğa, çevre ve gezegen, dolayısıyla aslında biz insanlar ve tüm canlılar için uzun vadede geriye dönülmez zararlar yaratıyor. Bunun küresel ölçekte pek çok örneği olmakla birlikte bizim için en dramatik örneklerin Kadıköy’de yaşandığı söylenebilir. Bu elbette başta politik olmak üzere ekonomik, sosyal ve kültürel açılardan çok katmanlı bir mesele. Biz mimarlık ve kentsel planlama açısından yaklaşırsak, bu rakamlar doğrultusunda dönüşüm bir gereklilik veya aciliyetse, bunu dünyaya, çevreye ve doğaya zarar vermeden, “iyi” yapmanın bir yolu var mı?
Kent nüfusunun artması üzerinden üretilen felaket senaryolarına biraz kuşku ile bakıyorum. Kentler, doğru planlanırsa, eğitim, sağlık, altyapı gibi temel itiyaçlara herkesin erişebilmesinin sağlandığı konsantre alanlardır. Bence kentleşmelerdeki sorun, nüfusun artmasından ziyade fırsat eşitliği sağlanamaması, zengin ile fakir arasındaki makasın açılması. Gezegene verilen zarar konusuna gelince, spekülatif mimar Liam Young’ın ilginç bir projesi var; Planet City, 10 milyar insan için bir şehir. Tüm insanlar yaklaşık Hong Kong büyüklüğünde bir alanda yaşayıp, gezegenin kalanını doğal hayata bırakıyor. Çok distopik gözükse de, ekolojik anlamda çok efektif çünkü enerji, hammadde, insan ve benzeri şeyleri bir yerden bir yere taşımanız gerekmiyor. Kentler birçok şeyi konsantre, lokal hale getirebilirse -Meksika’dan İngiltere’ye her gün tonlarca avokado taşımamız gerekmezse- bence kent nüfusunun artmasında korkacak bir şey yok, aksine iyi bir şey diyebiliriz. Son olarak da kentten ziyade kırsalda olup bitenler çok daha vahşi. Koolhaas’ın son kitabı Countryside bu anlamda çok sarsıcı, Amazon’dan aldığımız şeylerin depolandığı alanlar, interneti ayakta tutan data merkezleri, sonsuz seralar ve buna benzer dev sistemlerin tamamı kırsalda ve işlemek için pek de insana ihtiyaçları yok. Kırsal insanı dışlayarak dönüşüyorsa, kırsaldaki insanların kente gelmekten başka yapacakları ne var?
- Bütün bunların üzerine içinde umut verecek bir cümle kurmanı istesem…
Elbette umut var. Bence yeni nesil, öncekiler ne kadar hor görse de, kendinden önceki pislikleri dahi temizleyecek kadar duyarlı ve akıllı. Özellikle 60+ erkeklerin yeni nesile parmak sallaması kadar acınası bir durum yok. Hem gezegeni bu hale getirip hem de karşı tarafı farkında olmamakla itham etmek trajikomik.
“Anlayışı Değiştirecek Alternatiflere İhtiyaç Var”
Boğaçhan Dündaralp (ddrlp mimarlık)
- Bugüne kadarki süreçte, özellikle mimari ve kent planlaması odağından değerlendirdiğinde “kilometre taşı” diye nitelendirebileceğin değişimler nelerdi?
Doğal afet, gıda, enerji ve ekonomi krizleri hatta savaşları olarak kendini gösteren bu konu; global ölçekte süregiden, kaynak azlığı, nüfus artışı, tüketim alışkanlıkları ve yaşam konforu beklentileri ile artan; global anlamda ortak hareket edilemeyen, farklı ülkelerde farklı zamansallıklarla yıkımları olan bir mesele. 1988 küresel iklim krizinin ilan edildiği yıl, 1990’ların başında bir tasarımın sürdürülebilirlik, karbon ayak izi, kendi enerjisini üreten yapı örnekleri var iken, Freiburg gibi kentsel ölçekte deneme ve uygulamalar sürerken; tüm dünyada fosil yakıt endüstrisine dayalı ekonomi de beraberinde devam ediyor. Türkiye için konuşursak hepimizin bildiği gibi; özellikle son 20 yıldır ekonomisini doğa, doğal kaynaklar demeden inşaat üzerine kuran, kalkınma söylemli kendi kaynaklarını tüketen politikalar izledi. Ve bu konuda geri adım atmış değil. Büyük ekonomiler dünya kaynaklarını tekelleştirmeye devam ederken, insan eliyle yaratılmış doğal olmayan salgın hastalıklar, ekonomik krizler, savaşlar ile tüketim ekonomisi alışkanlıkları da beraberinde süre gidiyor. Bu krizin biliniyor, etkilerini gün geçtikçe arttırıyor olması, yeryüzü koşullarında insanlık için bir fark yaratmıyor.
- Yine mimari ve kentsel / kırsal planlama gözüyle ve bugün içinde olduğumuz durumda bu krizin etkilerini belli oranda tersine çevirebilecek veya en azından dramatik ilerlemesini yavaşlatabilecek, hızlı hayata geçirebileceğimiz ve etki ihtimali yüksek uygulamalar neler olabilir?
Tüketim alışkanlıklarını dönüştürecek, karbon ayak izini, karbon emisyonlarını ve fosil yakıtlara olan bağımlılığı azaltacak, ortak bir yaşam döngüsü üretmek; yaşam alanlarımızı ve tüketim alışkanlıklarımızı bir bütün içinde dönüştürmenin bir yolunu bulmalıyız. Enerji, inşaat, ulaşım ve sanayi ile bu krizin en önemli belirleyicileri. Ve ne yazık ki karar alıcıların (siyasi-politik-bürokratik) aksiyonları olmadan tekil çabalar bir örnek olmaktan öteye gitmeyecek gibi görünüyor.
- Sence bundan sonrasında yerel yönetimler- mimarlar/tasarımcılar – tedarikçiler- kullanıcılar nasıl bir niyet ortaklığı ve işbirliği içinde olmalı?
Hepsi kendilerinden daha büyük ve ortak bir amaç için, gündelik ajandalarından bağımsız, kriz için ortak bir hedef belirleyebilir ve bu konuda iletişim dili geliştirerek aksiyon alabildiklerinde yaşamın içinde fark edilir dönüşüm mümkün olabilir.
- “Çevre ve doğa” ile “yapma ve inşa”, “rağmen” değil “birlikte” nasıl var olabilir?
Para ve kâr odaklı olmayan, mülkiyet sistemi üzerine kurulu, alıp-satılabilir bir metalar üretimi anlayışını terk edilip; birlikte yaşamaya dayalı, yeni paylaşım ekonomileri üreterek bu mümkün olabilir.
- Bir tarafta yerellik, doğal malzeme ve “eski üretim tekniklerini hatırlama” gibi konular tartışılırken, bir tarafta ileri teknolojinin sunduğu heyecan verici ve iştah kabartan yeni olasılıklar var. Teknoloji işleri zorlaştırıyor mu yoksa işleri iyiye doğru döndürmek için bir potansiyel olarak mı değerlendirilmeli?
Teknoloji, ölçülemeyeni ölçülür kılmak, olmayanı olabilir kılmak için her zaman önemli bir araç. Niçin, neden ve nasıl kullandığına bağlı olarak her zaman büyük bir potansiyeli var. Proust’un söylediği gibi yeni gözlerle bakmaya ihtiyacımız var.
- Yıl 2022’ye gelmişken milyarlarca insanın karşı karşıya olduğu en büyük sorunların başında hala barınma olması trajik değil mi? elbette bu yalnızca mimarlığın konusu değil ama “nerede yanlış yaptık” ya da “neyi beceremedik” sence?
Çünkü üretilen konutlar bir barınma aracı değil, alınıp-satılmak üzere yapılan ve parası olan için yapılan ticari bir değer. Dolayısıyla barınma amaçlı üretilmiyor. Sahip olunuyor ve ticari bir mülkiyet olarak işlev görüyor. İhtiyacı olan için değil; alabilir olan için üretiliyor. Anlayışı değiştirecek alternatiflere ihtiyaç var.
- Tüm bunların üzerine, iddialı kentsel dönüşüm planlarını daha da hızlandıran iştah açıcı bazı rakamlar açıklanıyor. 2018 yılında Birleşmiş Mİlletler tarafından açıklanan bir araştırmaya göre 2050’ye kadar 2,5 milyar kişinin daha kent nüfusuna ekleneceği tahmin ediliyor. Bu, dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 70’inin, yani üçte ikisinin 2050’ye kadar kentlerde yaşamasının öngörüldüğü anlamına geliyor. İBB Açık Veri Portalı’ndaki verilere göre ise bugünkü nüfus artışı aynı oranda devam ederse İstanbul’un nüfusu 2050’de neredeyse 2 katına çıkarak yaklaşık 50 milyona ulaşacak. Şu ana kadar şahit olduğumuz, yaşadığımız kentsel dönüşüm planları ve uygulamaları doğa, çevre ve gezegen, dolayısıyla aslında biz insanlar ve tüm canlılar için uzun vadede geriye dönülmez zararlar yaratıyor. Bunun küresel ölçekte pek çok örneği olmakla birlikte bizim için en dramatik örneklerin Kadıköy’de yaşandığı söylenebilir. Bu elbette başta politik olmak üzere ekonomik, sosyal ve kültürel açılardan çok katmanlı bir mesele. Biz mimarlık ve kentsel planlama açısından yaklaşırsak, bu rakamlar doğrultusunda dönüşüm bir gereklilik veya aciliyetse, bunu dünyaya, çevreye ve doğaya zarar vermeden, “iyi” yapmanın bir yolu var mı?
İnsan merkezli üretimler dünyasında ihtiyaçların bir sonu yok. İnsan merkezli tasarımlar dünyasında dünyaya, çevreye ve doğaya zarar vermek ya da vermemek ile ilgili pek çok anlam dünyası var. Bu anlamlara temelden bakış yine insan merkezli. Doğa, insan için kaynak ve korunmaya çalışılan da bu kaynağın sürekliliği… Bağlam burada belirleyici. Bağlamı yeniden tanımlamak, ortak dil üretmek, kollektif ve birlikte aksiyon almak bu işin anahtarı. Eksik olan bu bütünsel yaklaşım ve ortak dil. Optimist bir insan olarak “Her şey mümkün” diyorum.
- Bütün bunların üzerine içinde umut verecek bir cümle kurmanı istesem…
Ofiste yaptığımız araştırmaların yanı sıra mimarlık okullarında da bu konuları çalışmayı önemsiyorum. Geçen sene Özyeğin Üniversitesi’nde yüksek lisans programında yürüttüğüm bir proje tasarım stüdyosunda “kent bağlamında yeni barınma ve yaşam olasılıkları” başlığı altında tam da bu konuları çalıştık. Çalışmaya da devam ediyoruz. İflah olmaz bir iyimser olarak “Hiçbir şey için geç değil. Her şey mümkün!” diyorum.
“İstanbul’un Bu Koşullardaki Nüfusunun 25 Milyonu Aşabileceğine İnanmıyorum”
Merve Akdağ (İBB EuroVelo Proje Koordinatörü)
- Bugüne kadarki süreçte, özellikle mimari ve kent planlaması odağından değerlendirdiğinde “kilometre taşı” diye nitelendirebileceğin değişimler nelerdi?
İklim krizini doğuran ana etkenin, insanın kendisi, doğayla savaş haline bürünmeye başlaması ve bu halde kalması olarak görüyorum. Dünyadaki her savaş, adım adım bizi buraya getiren bir etken. Özellikle şu anda deneyimlediğimiz zamanda, 2. Dünya Savaşı’nın ve ardından gelişen asfalt gibi yakıt temelli kaplama malzemelerinin etkilerini yaşıyoruz. Savaşlarla veya planlamalarla yapılan, yerleşimlerdeki yoğun yıkımlar ve yeniden yapımlar, bir taraftan modernizmin bize ‘getirdikleri’ iken, diğer taraftan da sorgusuz sualsiz kabul edilen yapım ve kentsel sistemleri oluşturuyor. Plastiğin 1800’lerin sonunda bulunması ve 1900’lerin başında yapısal malzeme olarak kullanımının yaygınlaşması da yine doğa ile devam eden savaşımızın bir göstergesi. Kompozit malzemeleri saymak dahi istemiyorum. Bunlar hem küresel ısınmaya etki eden hem de küçük ölçekte bakıldığında, insan için de zararlı malzemeler oldular. Belki de üretim ve yapımlarda daha hızlı, daha da hızlı derken doğa ile iyice koptuk ve doğa da iklim krizi ile tepki veriyor. Etki, her şeyde olduğu gibi tepkiyi doğurur. Kent planlaması, mimarlık, iç mimarlık ve endüstriyel tasarım gibi yapıları oluşturan çalışma dalları, birbiriyle etkileşerek, doğa ve insan dostu üretimi öncelikli hale getirmedikçe de bu süreç böyle devam edecek gibi görünüyor.
- Yine mimari ve kentsel / kırsal planlama gözüyle ve bugün içinde olduğumuz durumda bu krizin etkilerini belli oranda tersine çevirebilecek veya en azından dramatik ilerlemesini yavaşlatabilecek, hızlı hayata geçirebileceğimiz ve etki ihtimali yüksek uygulamalar neler olabilir?
Krizin etkilerini ancak kentsel hareketlilik sistemlerini ve stratejilerini gözden geçirerek dönüştürebiliriz. Kentsel yerleşimleri belli bir alanda tutarak yavaşlatmaya ve biz insanların da yavaşlayıp daha derinlemesine hareket etmeye ihtiyacımız var. Kentteki kullanıcıların, kısa ve uzun mesafeli ulaşımlarında, doğa ile daha barışık yöntemleri tercih etmesi, şu anda gözüken en ümit verici süreç olur. Bisikletli ulaşım ve ulaşımda entegrasyon arttıkça, karbon salımı ile ilgili ciddi kazançlarımız olabilir. Bu sene yapılan Velocity 2022 konferanslarında Jan Gehl açılış konuşmasında, “mimarlık dünyayı değiştirebilir mi?’ yerine, ‘bisiklet aktivizmi dünyayı değiştirebilir mi?’ diye sormanın zamanı geldi”, diyerek konuşmasına başladı. Bisikletli ve yaya ulaşımının ön planda olduğu şehirlerde, mimari ve kentsel doku ile etkileşim de daha yoğun olduğundan, insan ölçeğinin korunduğu bir yapısal ortam sürdürülebilir oluyor. O yüzden kentlerde sürdürülebilir ulaşım eylem planları yapılıyor. Bunun verimli olması da yine disiplinler arası bir çalışma ortaklığına bağlı. Alvar Aalto bu konuya şöyle dikkat çekmiş. “Mimarlık sadece insan yaşamının tüm alanlarını kapsamaz, aynı zamanda tüm bu alanlarda daha da geliştirilmelidir. Bu olmazsa, sadece tek taraflı ve yüzeysel sonuçlar elde ederiz.” (Aalto, L.Lahti, 2015) Kentlerde, hava verileri dahil olmak üzere, veri bazlı çalışmalar yapabilirsek karbon salımını azaltabiliriz. Örneğin, İstanbul’da geçen sene İBB Ulaşım Dairesi’nde koordinatörlüğünü üstlendiğimiz “Laleli Yavaşla ve Keşfet” taktiksel uygulamasında gördük ki, trafik Ordu Caddesi’nde sabah saatlerinde akarken, hava kalitesi kırmızı alarm derecesinde oluyor. Trafik akışı saat 10.00’da yayalaştırma kapsamında kesildikten sonra üç saat içinde hava kalitesi sarı düzeye, ancak altı saat içerisinde de yeşil düzeye dönüşebiliyor.
- Sence bundan sonrasında yerel yönetimler- mimarlar/tasarımcılar – tedarikçiler- kullanıcılar nasıl bir niyet ortaklığı ve işbirliği içinde olmalı?
İnşa ederken sorumluluk almak herkesin ortak niyeti olmalı. Yapılaşmadaki çok katmanlılık, yine toplumdaki ve inşaat sektöründeki ‘hız’ dolayısıyla sekteye uğruyor. Fikirler pişemiyor ve yapılanın aynısı tüm hatalarıyla tekrara yönelik uygulanıyor. Yerel yönetimlerin önderlik ederek bu hususlarda rehber kentsel tasarım kitapları çıkarmaları, uygulayıcılara yönelik koşullar getirmeleri yerinde olur. Yönetişim dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yeni bir kavram. Çeşitli uygulama atölyeleri ile yapım tekniklerinin yeniden ele alınması, özgür alanlarda öğrenciler ve uzmanlar ile üretimler yapılması, ortamı besleyici olabilir. Aslında MIT gibi önde gelen tasarım okullarındaki farklılığı sağlayan da, malzemeler ile kurdukları deneyimsel atölyelerden kazandıkları. Çok daha pratiğe dayanan eğitim sistemleri, özgün gelişmelere daha yatkın kapılar açıyor.
- “Çevre ve doğa” ile “yapma ve inşa”, “rağmen” değil “birlikte” nasıl var olabilir?
Doğanın kendi haline baktığımızda zaten bu bütüncül sistemi okuyabiliyoruz. İnsanlar olarak bizim yapılaşmada uyguladığımız, şu an daha zorlama sistemlerden türetiliyor ve sürdürülebilir olmamasının nedeni de bu… Doğada olduğumuzda bir böceğin, bir leyleğin nasıl kendine özgü yöntemler ile doğayla bir mekân oluşturduğunu görebiliyoruz. Biz ise modern ve post modern kentlerimizi dere yataklarına kurarak oluşturduk. Yine kendimizle barışık olmak üzerinde durmak isterim. Belki de bu kadar uzun soluklu olarak inşa etmemize ya da bir konuma saplanıp kalmamıza ihtiyacımız yoktur. Daha geçici ve doğayla barışık malzemeler ile doğada çözünebilen pratik mekanlar kurgulamak bana yakın geliyor. Açık strüktürler ve açık şehir fikri, daha kapsayıcı bir yaklaşım olduğundan, çevreyle birliktelik yolunda önemli adımlar.
- Bir tarafta yerellik, doğal malzeme ve “eski üretim tekniklerini hatırlama” gibi konular tartışılırken, bir tarafta ileri teknolojinin sunduğu heyecan verici ve iştah kabartan yeni olasılıklar var. Teknoloji işleri zorlaştırıyor mu yoksa işleri iyiye doğru döndürmek için bir potansiyel olarak mı değerlendirilmeli?
Yeni strüktürel arayışlara açık olmak, yap-boz teknikleri, değişebilen pratik strüktürler, geleneğin getirdiği ‘ihtiyaca göre yer açma ve kapama’ felsefesini içinde barındırıyor. Olasılıkları açmak, çoğunlukla daha otantik yapısallıklara da el verebilir. Buradaki açıklık, mikrodan makro ölçeğe kadar yayılabilir. Bunda da teknolojinin, hem veri tabanlı algoritmalar hem patern (desen) örgüsü çalışmaları hem de özgünlüğün hızlı üretimini sağlayabilmesi ile yüksek katkısı var.
- Yıl 2022’ye gelmişken milyarlarca insanın karşı karşıya olduğu en büyük sorunların başında hala barınma olması trajik değil mi? elbette bu yalnızca mimarlığın konusu değil ama “nerede yanlış yaptık” ya da “neyi beceremedik” sence?
Bugüne kadar yapılan seçimlerin, düşülen hataların, öğrenilen deneyimlerin bize açtığı bir yol var. Barınma konusunda yer bulabilmek kadar ekonomik olarak bunu koruyabilmek de ülkemizde şu an artan bir sorun. Güvenli yaşama hakkının ekonomik döngülerde ilk sıralarda yara alması, kira ve ev fiyatlarının en başta astronomik olarak çıkması, kent ve yaşam hakkı düzeyinde ele alınmalı. Bunun için devlet politikaları önemli. Çünkü nüfus değişimi ve kültürel peyzajın korunması gibi konularda üstten gelen bir baskı hissediliyor. Türkiye’de astronomik kira ve satış fiyatları devam ederse, dünyada değil, ülkemizdeki evsizleri de yakın zamanda konuşuyor olacağız. Bu da ne yazık ki, sadece mimarlık veya tasarım gündemi ile değil, sosyolojik boyutları da çok yönlü olan bir düzene yol açacak. Yapısal eylemlerde bulunmadan önce, farklı uzmanlarla verimli bir analiz, katılımcı ‘ürün’ geliştirme, yönetişim stratejileri önümüzdeki senelerin gündemi olacak gibi görünüyor. Yaptım oldu fikrinden bir an önce vazgeçmek etkili bir giriş olabilir.
- Tüm bunların üzerine, iddialı kentsel dönüşüm planlarını daha da hızlandıran iştah açıcı bazı rakamlar açıklanıyor. 2018 yılında Birleşmiş Mİlletler tarafından açıklanan bir araştırmaya göre 2050’ye kadar 2,5 milyar kişinin daha kent nüfusuna ekleneceği tahmin ediliyor. Bu, dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 70’inin, yani üçte ikisinin 2050’ye kadar kentlerde yaşamasının öngörüldüğü anlamına geliyor. İBB Açık Veri Portalı’ndaki verilere göre ise bugünkü nüfus artışı aynı oranda devam ederse İstanbul’un nüfusu 2050’de neredeyse 2 katına çıkarak yaklaşık 50 milyona ulaşacak. Şu ana kadar şahit olduğumuz, yaşadığımız kentsel dönüşüm planları ve uygulamaları doğa, çevre ve gezegen, dolayısıyla aslında biz insanlar ve tüm canlılar için uzun vadede geriye dönülmez zararlar yaratıyor. Bunun küresel ölçekte pek çok örneği olmakla birlikte bizim için en dramatik örneklerin Kadıköy’de yaşandığı söylenebilir. Bu elbette başta politik olmak üzere ekonomik, sosyal ve kültürel açılardan çok katmanlı bir mesele. Biz mimarlık ve kentsel planlama açısından yaklaşırsak, bu rakamlar doğrultusunda dönüşüm bir gereklilik veya aciliyetse, bunu dünyaya, çevreye ve doğaya zarar vermeden, “iyi” yapmanın bir yolu var mı?
İştah açıcı rakamların karşısında doğadaki dengesizlikler, ekonomik yetersizlikler ve deprem gerçeği duruyor. İstanbul’un bu koşullardaki nüfusunun 25 milyonu aşabileceğine inanmıyorum. Bir süre daha bu koşullarla gidersek zaten emeklilerin ve memurların yaşayamadığı bir şehre sahip olacağız. Bu da tersine göç demek. Doğadaki işaretlerden de ciddi bir tarım ve su krizinin yaklaştığı anlaşılıyor. Dolayısıyla Türkiye’nin buradaki tek şansı İstanbul’u şehirlere dağıtma stratejisi olabilir. Bahsettiğin gibi 50 milyonluk bir nüfusun İstanbul’da yaşamını hiçbir şekilde “iyi ya da keyifli” yapabilme imkanı görmüyorum. Nüfus fazlalaştıkça alan genişliyor, sorunlar katlanıyor. Öncelik nüfusu ve araç sahipliğini sabit tutmaya çalışmak olabilir. Nitekim Avrupa’daki stratejik kent planlarında da doğaya zararlı yapılasallıklar -motorlu araç sahipliği dahil- sabit tutulmaya çalışılarak, buna mümkün olduğunca bisiklet, e-araç ve benzeri sürdürülebilir çözümler eklemek önceliklendiriliyor. Mega şehirlerde, nüfusun daha az olduğu birimlere bölünmek belki yerel sorunlara odaklanan öneriler oluşturmak adına bir çözüm olabilir, ancak en son seçenek şehirlerde nüfusun artması olurdu sanırım.
- Bütün bunların üzerine içinde umut verecek bir cümle kurmanı istesem…
Tüm ütopyalar içerisinde en kapsamlı ve gerçek olanı, şu an ve şu anki gerçekliğimizi oluşturabilme gücümüz. Hepimiz her an birer dokuyucu olarak kente dokunuyoruz ve ne kadar bilinçli eylemlerde bulunursak, öyle bir toplumda/kentte/dünyada yaşayacağız.
“İhtiyaç Sahibi Olanları Konut Sahibi Yapacak Ara Mekanizmalara İhtiyaç Var”
Alper Derinboğaz (Salon)
- Bugüne kadarki süreçte, özellikle mimari ve kent planlaması odağından değerlendirdiğinde “kilometre taşı” diye nitelendirebileceğin değişimler nelerdi?
İklim krizinin sonuçlarının çok hızlı meydana geldiğine katılıyorum. Ancak daha uzun bir zaman çizelgesinden bakarsak diğer canlılarla karşılaştırıldığında insanın dünya üzerindeki varoluşu çok daha kısa bir süreye denk geliyor. Küçük ölçekli bir yerden başlarsak bana kalırsa bu kilometre taşlarından en önemlisi, iklimlendirme sistemleri. Konfora dayalı bir yapı tasarımı alışkanlığı var ve yapıları ısıtmak veya soğutmak için olağanüstü enerji harcıyoruz. Kullanılan bütün sistemler içinde kapalı olduğumuz yapıların yanı sıra şehirleri de ısıtıyor ve dolayısıyla soğutması gereken derece de arttığı için ciddi bir kontrast oluşuyor. Soğutma ve ısıtma sistemlerinin bu teknolojiden uzak, primitif ve kaba tasarımları kritik bir kilometre taşı.
- Yine mimari ve kentsel / kırsal planlama gözüyle ve bugün içinde olduğumuz durumda bu krizin etkilerini belli oranda tersine çevirebilecek veya en azından dramatik ilerlemesini yavaşlatabilecek, hızlı hayata geçirebileceğimiz ve etki ihtimali yüksek uygulamalar neler olabilir?
Üst ölçekten bakacak olursak, şehirler beton ve asfalt yığınlarına, dolayısıyla birer ısı adasına dönüşüyor. Bu çok büyük bir problem. Bu alanlarda önemli kazanımlar sağlanabilir. Bu kadar geniş ve çok yola ihtiyacımız var mı? Yolların uzunluğu ve genişliği arttıkça araç sayısı da artıyor. Çok daha fazla yeşil alan ve sulak zemin olması gerekiyor. Doğal toprak, doğal zemin çoğalmalı ki ekoloji kendini yenileyebilsin, hem su döngüsü tamamlanabilsin hem de kentlerdeki beton ada etkisi azalsın. Bunun yanı sıra bizim de çok denediğimiz doğal iklimlendirme stratejileri uygulanabilir. Her ölçekte yapılabilecek onlarca şey var.
- Sence bundan sonrasında yerel yönetimler- mimarlar/tasarımcılar – tedarikçiler- kullanıcılar nasıl bir niyet ortaklığı ve işbirliği içinde olmalı?
Mimarların ve tasarımcıların iş birliği içinde olmaları çok önemli olmakla birlikte ne kadar işe yaradığını bilemiyorum. Talep eden ve tüketen tarafın öncelikle bunun farkında olması gerekiyor. Öncelikle bireyler olarak sürdürülebilir konutlar talep etmeliyiz. Sürdürülebilirlik açısından katkısı olmayan hatta zararı olan ofis alanlarında çalışmayı reddetmeliyiz, tükettiğimiz ürünlerin nasıl ortamlarda üretildiği, tercih ettiğimiz markaları vizyonlarını dert etmeliyiz. Bu çok daha büyük bir etki yaratacaktır. Sürdürülebilirlik meslek hayatıma, hatta eğitim hayatıma başladığımdan beri mesele edilen konulardan biriydi. Dolayısıyla mimarların bu konuyu mesele edinmesinden çok daha büyük problemler var diye düşünüyorum.
- “Çevre ve doğa” ile “yapma ve inşa”, “rağmen” değil “birlikte” nasıl var olabilir?
Yapım ve inşa ilk izlenim olarak doğaya karşı ve onu aşmaya yönelik bir eylem olarak kodlanmış zihnimde bana göre bu tamamen yanlış. İnsanlar on binlerce yıl boyunca doğayla çok daha iyi ilişki kuran yapılar içinde yaşadılar ve o yapıların da gayet iyi performansı vardı. Biz bu dengeyi bozdukça, doğa içinde daha yaşanılmaz bir hale geldi. Bu birlikteliği sağlamak aslında kolay. Yapıma daha geniş perspektiften bakmanın ve bazı konularda daha az konformist olmamız gerektiğini düşünüyorum.
- Bir tarafta yerellik, doğal malzeme ve “eski üretim tekniklerini hatırlama” gibi konular tartışılırken, bir tarafta ileri teknolojinin sunduğu heyecan verici ve iştah kabartan yeni olasılıklar var. Teknoloji işleri zorlaştırıyor mu yoksa işleri iyiye doğru döndürmek için bir potansiyel olarak mı değerlendirilmeli?
Bu konuda çok çelişkili görüşler var. Büyük ölçekten baktığımızda, bir takım bilim insanları belli enerji elde etme yöntemlerinin çok yetersiz olduğunu, yeni teknolojilerin kullanılması gerektiğini söylüyor. Diğer taraftan bazı teknolojik gelişmelerin sebep olduğu enerji tüketimi de tartışılıyor. Bunların yanı sıra dijital ortamda çok daha az karbon salınımıyla fiziksel ortamda ulaşabileceğimiz interaksiyon ve etkinlik elde edilebiliyor. Bu açıdan teknolojiyi reddetmeden, çok daha geniş perspektifte bakmak gerektiğine inanıyorum. Yoksa sürdürülebilirlik yaklaşımı olarak biraz pitoresk ve romantik bir doğa yönelimi tarafında kaldığımızı düşünüyorum.
- Yıl 2022’ye gelmişken milyarlarca insanın karşı karşıya olduğu en büyük sorunların başında hala barınma olması trajik değil mi? elbette bu yalnızca mimarlığın konusu değil ama “nerede yanlış yaptık” ya da “neyi beceremedik” sence?
Barınma ne yazık ki ekonominin bir parçası olarak yıllarca kullanıldı. Pek çok insan oturduğu yapının maliyetinden çok daha yüksek paralar harcıyor ve bir yerde barınabilmek için bütün hayatları boyunca çalışmaları gerekiyor. Bu çok trajik. Bu açıdan ekonominin parametreleriyle hazırlanmış kötü bir hayat senaryosunun içindeyiz. Böyle olmak zorunda değil. Ayrıca yapı sektöründe yapılagelen şeyleri tekrar etme alışkanlığımız çok fazla. Bu da büyük bir dezavantaj. Bunlar aşılırsa meselenin çok daha farklı bir yere geleceğine inanıyorum.
- Tüm bunların üzerine, iddialı kentsel dönüşüm planlarını daha da hızlandıran iştah açıcı bazı rakamlar açıklanıyor. 2018 yılında Birleşmiş Mİlletler tarafından açıklanan bir araştırmaya göre 2050’ye kadar 2,5 milyar kişinin daha kent nüfusuna ekleneceği tahmin ediliyor. Bu, dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 70’inin, yani üçte ikisinin 2050’ye kadar kentlerde yaşamasının öngörüldüğü anlamına geliyor. İBB Açık Veri Portalı’ndaki verilere göre ise bugünkü nüfus artışı aynı oranda devam ederse İstanbul’un nüfusu 2050’de neredeyse 2 katına çıkarak yaklaşık 50 milyona ulaşacak. Şu ana kadar şahit olduğumuz, yaşadığımız kentsel dönüşüm planları ve uygulamaları doğa, çevre ve gezegen, dolayısıyla aslında biz insanlar ve tüm canlılar için uzun vadede geriye dönülmez zararlar yaratıyor. Bunun küresel ölçekte pek çok örneği olmakla birlikte bizim için en dramatik örneklerin Kadıköy’de yaşandığı söylenebilir. Bu elbette başta politik olmak üzere ekonomik, sosyal ve kültürel açılardan çok katmanlı bir mesele. Biz mimarlık ve kentsel planlama açısından yaklaşırsak, bu rakamlar doğrultusunda dönüşüm bir gereklilik veya aciliyetse, bunu dünyaya, çevreye ve doğaya zarar vermeden, “iyi” yapmanın bir yolu var mı?
Her şeyden önce İstanbul daha da kalabalıklaştırdığımız bir şehir mi olmalı, önce bunu sorgulamak gerekiyor. İstanbul dışındaki her türlü yapılaşma ve yatırımın, burası için de olağanüstü değerli olduğunu düşünüyorum. Türkiye’de ve bölgede çok fazla yapılması gereken yatırım söz konusu ve asıl bunlara odaklanmak gerekiyor. Kaldı ki İstanbul için asıl kritik olan şu ki, gördüğümüz yapıların yüzde 50’sinden fazlası boş. Bunun üzerine bir araştırma yapılsa çok değerli olur. Bu kadar boş yapının olmasının en önemli sebebi konut veya yapı stoğunun, ekonominin bir aracı olarak görülmesi. Öncelikle ihtiyaç sahibi olanları konut sahibi yapacak ara mekanizmalara ihtiyaç var, parası olanın daha çok ev aldığı ve ekonomik olarak yetersiz olanları sömürdüğü bir düzene değil. Barınma temel bir ihtiyaç. Dolayısıyla herkesin erişebileceği bir takım ara düzenlemeler gerekiyor. Niyetli olunursa yapılabilir…
- Bütün bunların üzerine içinde umut verecek bir cümle kurmanı istesem…
Ne kadar umut verici olur bilmiyorum ancak ekoloji her zaman kendi düzenini kurmuştur. Bence dünya bir şekilde bizimle veya biz olmadan kendi ekolojisini düzeltip yoluna devam edecektir. Ama biz de bu ekolojinin nasıl çalıştığını anlayacak kadar zeki varlıklarız. Bu konu daha da ciddiyet kazandığında bunu anlayacağımızı düşünüyorum. Problemi yaşamadan çözüm bulma konusunda iyi değiliz, ancak karşılaştığımız çeşitli durumlar karşısında da yön bulacağımıza inanıyorum.
“Yaşadığımız Süreç ‘Çevre ve Doğa’ya Rağmen ‘Yapma ve İnşa’ Olamayacağının İspatı”
Mehmet Arslan (m2more Mimarlık)
- “İklim krizi” üzerinden tartıştığımız pek çok etki ve sonuç hızlı meydana geldi gibi görünüyor ama aslında tüm bunların ortaya çıkmaya başlaması çok daha önceki yıllara dayanıyor. Bugüne kadar gelirken süreçte, özellikle mimari ve kent planlaması odağından değerlendirdiğinde ‘kilometre taşı’ diye nitelendirebileceğin değişimler nelerdi?
Henüz İklim krizinin pek az etkisiyle yüzleştiğimizi düşünüyorum. Bir başlangıç bulmak için 15. yy ve 17. yy boyunca süren coğrafi keşiflere kadar dönmek gerekir diye düşünüyorum. Keşifler, eski dünyada büyük bir hammadde zenginliğini beraberinde getirdi. Keşiflerle artan hammadde miktarı, insanoğlunun doyumsuzluğu ve uçsuz bucaksız zekasıyla birleşince nur topu gibi bir devrim kaçınılmaz oldu. 18. yy ve 19. yy boyunca devam eden bu devrime herkesin malumu olduğu üzere Sanayi Devrimi denildi. İşte
tamda o anda insan uygarlığı büyük bir başkalaşım geçirmeye başladı. Sanayi Devrimi yapılı çevreyi, yapılı çevre de insanlığı değiştirdi. Bir otomobil, birçok bileşenin bir araya gelmesiyle oluşuyor ve her bir bileşen farklı bir fabrikada üretilip, montaj hatlarında birleştiriliyor. Diğer pek çok son üründe benzer şekilde üretiliyor. Bu tek bir son ürün için farklı bileşenler üreten fabrikaların birbirlerine yakın konumlanması Sanayi Devrimi fabrikalarının temel prensibini oluşturuyordu. Bu fabrikalar bütünü ise bolca enerjiye ve makineleri kullanacak insan gücüne ihtiyaç duyuyordu. İşte bu ihtiyaç oldukça küçük alanlarda devasa kentler yapmayı kaçınılmaz hale getiriyordu. Fabrikalara yakın daha fazla insanı en hızlı şekilde iskan edebilmek için apartman tipolojisi egemen tipoloji oldu. Bu yeni yapılar ve onların oluşturduğu kent, insanlara daha önce tecrübe ettiklerinden farklı yeni bir yaşam biçimini dayattı. Kırsaldaki yapılı çevrenin doğa ile kurduğu geçmişe uzanan tecrübe temelli yaklaşımlar büyük kentlerin getirdiği yeni yaşamda kendine yer bulamadı.
Sanayi Devrimi’nin koca kentleri, acil barınma sorununu çözmek ve makineleri çalıştırma hedefini yerine getirme odaklı bir yaklaşımla inşa edildi. Bu amaca hizmet etse de hem insanın sosyal bir varlık olmasının getirdiği ihtiyaçlar hem de doğa ile kurduğu ilişkiler açısından yetersizdi. Bu kentler doğa ile mutualist bir yaşam şekli kurmanın çok uzağında kaldı. Kırsaldaki evinin alt katında yaşayan hayvanlarının ısısı ile ısınmayı beceren anlayışa sahip bu insanların artık onları ısıtacak hayvanları yoktu. Doğru yöne yönelmiş mahalleri yazlık ve kışlık mekanlar olarak bölerek yaşayan insanlar, apartmanlarda bu konforun ötesinde kaldı. İlerleyen süreçte bu konforu yakalamak için doğa için zararlı yeni konfor aletleri üretmekten geri durmadı. İnsanlık 21. yy’a gelene kadar kentleri özellikle sosyal açılardan iyileştirse de, doğa ile kurduğu ilişki gün geçtikçe bozulmaya devam etti. İnsanlık, Coğrafi Keşifler ile hız kazanan mobilite kavramını 21. yüzyılda İkinci Dünya Savaşı ve Sovyetler sonrası tek kutuplu dünya ile birlikte doruğa çıkardı diyebiliriz.
İnsanlığın 21. yüzyılda yeni icadı “küreselleşme” oldu. Günümüzde de devam eden bu dönemde zevk ve sefanın doruklarına ulaştı insanlık. Küresel dünyamız, satın aldığımız bir otomobilin her bir parçasını dünyanın başka bir köşesinde üretip, her bir parçasına ayrı dünya turu yaptırdıktan sonra bizlerle buluşturuyor. Amerika’da üretilen bir seramik vitrifiye ürünü Türkiye’de bir evin banyosunda kendini bulurken, Türkiye’de üretilen başka bir marka seramik vitrifiye ürünü de Amerika’da başka bir evin banyosunda kendine yer buluyor. Bu ürünlerin karbon ayak izini çizmek için dünya atlası ve sağlam matematik bilgisi lazım. İnsanlık, özellikle de mimarlık ve yapı sektörü eliyle, dünyayı kirletme konusunda oldukça yaratıcı ne yazık ki… Kentlerin toplam karbon salınımındaki oranını akademik çalışmalarda yüzde 45 ile yüzde 55 arasında olduğu hesap edildiğinde ‘yapılı çevre’nin tüm paydaşlarına düşen sorumlulukta daha belirginleşiyor. Biz mimarlarında bu konu üzerine daha fazla eğilmemiz gerektiğini söylemek isterim. Toparlamak gerekirse mimari ve kent planlaması odağında değerlendirdiğimde “Sanayi Devrimi – Kentleşme” ve “Küreselleşme – Kentlileşme” olarak iki kilometre taşı olduğunu söyleyebilirim.
- Bugün içinde olduğumuz durumda bu krizin etkilerini belli oranda tersine çevirebilecek veya en azından dramatik ilerlemesini yavaşlatabilecek, hızlı hayata geçirebileceğimiz ve etki ihtimali yüksek uygulamalar neler olabilir? Yine mimari ve kentsel / kırsal planlama gözüyle…
Bina cephelerinde ve çatılarında Güneş’ten enerjisini üreten binalardan, yağmur suyu ve atık sulardan kendi suyunun önemli bir kısmını yeniden sağlayan binalara, akıllı ev yönetim sistemleri vasıtasıyla asgari enerji sarfiyatı hedefleyen akıllı binalara, en yeni teknoloji yüksek tasarruflu iklimlendirme sistemlerine varıncaya kadar bir çok yöntemle aktif ekolojik yapılar yapmak mümkün olduğu gibi; doğru yöne yönelim, doğal havalandırma, pasif güneş kontrol elemanlarının kullanımı, doğru pencere boyutlarının kullanımı gibi pek çok tasarım kararı ve geri dönüştürülmüş malzeme kullanımı ile de pasif ekolojik yapılar yapmak ya da bunların birlikte kullanıldığı yapılar yapmak mümkün. Yeni inşa edilecek yapılar için bir sürdürülebilir yapı tasarım rehberinin paydaşlarca hazırlanması ve bu rehberde bahsi geçecek yöntemlerin yönetmeliklerle uygulanmasının teşviki kısa sürede olumlu etkiyi sağlayacaktır.
Ancak esas konunun daha az konuşulan hali hazırda mevcut yapılar olduğunu düşünüyorum. Eski yapı
stokunun yeni yapılacaklardan kat ve kat fazla olduğunu hesap edersek, eski yapı stokunun durumunun analiz edilmesi, mühendislik ve maliyet ekonomisi çerçevesinde uygunluğunun tespiti halinde güçlendirilerek ömrünün uzatılması ve mümkün olduğunca sürdürülebilir bir yapıya dönüştürülmesi yeni yapılarda yapılabileceklerden daha fazla fayda sağlayabilir. Eski yapı stokunun tamamen yıkılıp yenilenmesi durumunda eski yapının kendisi dünya için bertaraf edilmesi gereken bir atığa dönüşeceği gibi, yerine yenisinin inşası da demir-çelik, çimento, alüminyum, petro-kimya gibi karbondioksit salınımı yüksek endüstri kollarının üretimini artıracaktır. Bu durumu tersine çevirmek için eski yapı stokunun analizinin sistematik bir yönteme bağlanması, eski yapı stokuna aktif ve özellikle pasif ekolojik tasarım yaklaşımlarının entegre edilmesini teşvik edecek düzenlemelerin yapılması kısa sürede önemli etki sağlayacak bir uygulama olacaktır.
- ‘İnşa’ başlığı kapsadığı pek çok alt başlık ve çok katmanlı oluşu itibariyle bu meselenin önemli boyutlarından biri. Bundan sonrasında yerel yönetimler – mimarlar/tasarımcılar – tedarikçiler – kullanıcılar nasıl bir niyet ortaklığı ve işbirliği içinde olmalı?
Bu saydığınız tüm aktörler ve kullanıcı dediğiniz an tüm insanlık yapılı çevrenin paydaşıdır. İklim krizi insanlık için hayati bir tehlikedir. Ne yazık ki insanlık olarak bu konuda haberdar olma seviyesinde bir bilinç geliştirebildik. Bilinç seviyemizi farkındalık seviyesine çıkarmamız gerektiğini düşünüyorum. Her otomobilimize bindiğimizde ilk olarak emniyet kemerini nasıl bağlıyorsak, bundan sonra ne yaparsak yapalım “Bu yaptığımın çevreye olumsuz etkisi var mı? Varsa nasıl en aza indirgerim?” sorusunu sorarak başlamalıyız. Bu soru mimar, tedarikçi, yönetici ya da kullanıcı herkes için geçerli bir soru olmalı. Bu biraz abartı gelebilir okurlara ancak böylesi bir niyet ortaklığı ve işbirliği ile yarınlarımızı garanti altına alabiliriz.
- “Çevre ve Doğa” ile “Yapma ve İnşa”, “Rağmen” değil “Birlikte” nasıl var olabilir?
Aslında yaşadığımız süreç “çevre ve doğa”ya rağmen “yapma ve inşa” olamayacağının kesin, kati ispatı niteliğindedir. Tarih boyunca insanlığın en önemli silahı aklı olmuştur. İnsanlık olarak küresel iklim krizine karşı ortak bir bilinç geliştirmemiz gerekli. İnsanlık, bu ortak bilinci geliştirdikten sonra “çevre ve doğa” ile birlikte “yapma ve inşa”nın insanlığın geleceği olduğunu kavrayacaktır. Mühim olanın bu bilinç düzeyi olduğunu, “çevre ve doğa” ile birlikte “yapma ve inşa” idealinin ancak bu bilinç düzeyi ile var olabileceğini
düşünüyorum. Zira bu bilinç seviyesine eriştikten sonra insanlığın bahsi geçmiş tüm yöntemlerle ve daha fazlasını da bulmakta aynı zamanda uygulamakta sıkıntı yaşayacağını düşünmüyorum.
- Bir tarafta yerellik, doğal malzeme ve “eski üretim tekniklerini hatırlama” gibi konular tartışılırken, bir tarafta ileri teknolojinin sunduğu heyecan verici ve iştah kabartan yeni olasılıklar var. Teknoloji işleri zorlaştırıyor mu yoksa işleri iyiye doğru döndürmek için bir potansiyel olarak mı değerlendirilmeli?
Bence teknoloji iklim krizi ile mücadelede işleri kolaylaştırıcı bir rol oynayacak. Ancak teknoloji şuan için kolaycılık olarak yansıyor. Sürdürülebilir bir yapı yapmanın en önemli ve ilk yolunun çatısına güneş
enerjisi panelleri koymak olduğu fikri oldukça yaygın bir kanı haline geldi. Güneş panelleri ile kendi elektriğini üreten binalar yapmak çok güzel bir fikirken bence ilk başvurulacak şey de olmamalıdır. Doğal olarak havalanan ve güneşlenen bir yapıyı öncelemek ya da doğru yönde yapılacak çatı saçağı ile Güneş’in aşırı sıcaklığından korunmak, güneş panellerinden daha efektif bir yöntem. Üstelik bunlar ve daha birçok pasif sürdürülebilir yapı tasarım unsuru maliyetsiz ve geleneksel yapı kültürümüzün faydalı öğretileridir. Yine de teknolojinin her geçen gün geliştirdiği ufuk açıcı yeni çözümleri gelecek adına umut verici buluyorum.
- Yıl 2022’ye gelmişken milyarlarca insanın karşı karşıya olduğu en büyük sorunların başında hala ‘barınma’ olması trajik değil mi? Elbette bu yalnızca mimarlığın konusu değil ama ‘nerede yanlış yaptık’ ya da ‘neyi beceremedik’ sence?
Bu durumun esas sebebinin gelir adaletsizliği olduğunu düşünüyorum. Öte yandan kırsal hayatı uzun süre ihmal ettik. Kırsaldaki insanlar elverişli koşullar hayaliyle kentlere plansız göç ettiler. Kentlerimizi ve kırsalı
planlamalı ve nüfusu yönetmeliydik. Günümüzde çok küçük alanlarda oldukça kalabalık insan toplulukları yaşıyor. Bu durum küçük bir toprak parçası üzerinde yüksek bir talep oluşturuyor. Ne yazık ki, düşük arsa arzı-yüksek talep ilişkisine gelir adaletsizliğini de ekleyince barınma hala çağımızın en büyük sorunlarından biri olarak baş köşede durmaya devam ediyor.
- Tüm bunların üzerine, iddialı kentsel dönüşüm planlarını daha da hızlandıran iştah açıcı bazı rakamlar açıklanıyor. 2018 yılında Birleşmiş Mİlletler tarafından açıklanan bir araştırmaya göre 2050’ye kadar 2,5 milyar kişinin daha kent nüfusuna ekleneceği tahmin ediliyor. Bu, dünya nüfusunun yaklaşık yüzde 70’inin, yani üçte ikisinin 2050’ye kadar kentlerde yaşamasının öngörüldüğü anlamına geliyor. İBB Açık Veri Portalı’ndaki verilere göre ise bugünkü nüfus artışı aynı oranda devam ederse İstanbul’un nüfusu 2050’de neredeyse 2 katına çıkarak yaklaşık 50 milyona ulaşacak. Şu ana kadar şahit olduğumuz, yaşadığımız kentsel dönüşüm planları ve uygulamaları doğa, çevre ve gezegen, dolayısıyla aslında biz insanlar ve tüm canlılar için uzun vadede geriye dönülmez zararlar yaratıyor. Bunun küresel ölçekte pek çok örneği olmakla birlikte bizim için en dramatik örneklerin Kadıköy’de yaşandığı söylenebilir. Bu elbette başta politik olmak üzere ekonomik, sosyal ve kültürel açılardan çok katmanlı bir mesele. Biz mimarlık ve kentsel planlama açısından yaklaşırsak, bu rakamlar doğrultusunda dönüşüm bir gereklilik veya aciliyetse, bunu dünyaya, çevreye ve doğaya zarar vermeden, “iyi” yapmanın bir yolu var mı?
Sizin de sorunuzda belirttiğiniz gibi dünya nüfusunun artışının ekonomik ve politik sebepler başta olmak üzere birçok sebebi var. Nüfus artışını planlamak ne sadece şehir plancıların ne de sadece mimarların uhdesinde bir karar. Bu meseleye devletler, milletler üstü bir konsensus ile yaklaşmak gerekli diye düşünüyorum. Kadıköy özelinde yaşadığımız dramatik sözde kentsel dönüşüm olgu itibari ile ne planlı ne de kentsel bir yaklaşımı bünyesinde barındırıyor. 1999 depremi ile yüzleşen siyasi iradelerin kentlerdeki binaları sağlamlaştırmak amacıyla acele ve çok yönlü düşünmeden çıkardığı bir kanunun bazen vahşice olmak üzere uygulanmasından ibaret bir durum seyrediyoruz. Deprem karşısında önlem almak ve depreme dayanıklı kentler oluşturmanın çok hayati ve önemli bir konu olduğu konusunda siyasi irade ile hemfikirim. Deprem hayati bir durumken, küresel iklim krizi ve onun gıdadan ulaşıma tüm olumsuz
etkilerinin hayati olarak algılanmamasına ciddi bir eleştiri de getirmek gerekiyor. Şehirlerin planlamasında bütün bu sorunları bir arada ele almak lazım. Kaldı ki insanlık zamanın değişik katmanlarında kurduğu eski kadim kentlerde doğa ile mutualist yaşam biçimleri konusunda bugünden çok daha başarılı kentler kurdu. Bugün geldiğimiz noktada teknolojinin de yardımıyla çevreci ve sürdürülebilir kentler kurmak pekala mümkündür. Bunun yapılması için yeterli bilgi birikimi hem dünyada hem de ülkemizde mevcut.
Bunun olabilmesi için siyasi iradenin bu yönde şekillenmesi gerekli. Demokratik toplumlarda ihtiyaçları halklar belirler. Bizlere düşen pay da bu konudaki ihtiyacın siyasi iradeden öncelikli ve güçlü bir şekilde talep edilmesidir. Bu durum gerçekleşmeden ne yazık ki ne Kadıköy özelinde ne de ülkemiz ve dünya nezdinde olumlu bir dönüşüm söz konusu olmayacaktır. Yine de insanların doğa ile birlikte var olabilen kentler konusundaki farkındalıklarının artıp arzuya dönüştüğünü, bu arzuların sosyal medya ve internet aracılığıyla daha çok insana ulaşarak büyüdüğünü gözlemliyorum. Bunu çok değerli buluyorum. Bu arzunun orta vadede doğa ile uyumlu, sürdürülebilir kentlerin önünü açacağını düşünüyorum.
- Bütün bunların üzerine içinde umut verecek bir cümle kurmanı istesem…
İklim krizini çözme hususunda hiçbir zorluğun insanlığa engel olamayacağını, doğa ile birlikte varolmanın bir yolunu muhakkak bulacağımızı düşünüyorum çünkü, insanlığın var olma arzusu sonsuzdur.