Herkesin Gözü Önünde "Çok Kötü Bir Şey Oldu" - ArtDog Istanbul

Herkesin Gözü Önünde “Çok Kötü Bir Şey Oldu”

Sivas Katliamı hakkında bugüne kadar yapılmış en kapsamlı belgesel olan “Çok Kötü Bir Şey Oldu” filminin yönetmeni Ümit Kıvanç: Belgesel süreci içimde biriken öfkeyi azıcık daha damıtıp yoğunluğunu artırdı, öncelikle. Sonra bir tuhaf utanç var. İnsanların böylesine zavallılık içerisinde, muazzam coşkuyla keyfederek zulüm yapmaları ve bundan tatmin olmaları, çok utanç verici...

/

Türkiye’nin toplumsal ve siyasal tarihinde derin izler bırakan Sivas Katliamı’nın anlatıldığı “Çok Kötü Bir Şey Oldu” belgesel filmin ilk gösterimi gerçekleşti. Yönetmenliğini Ümit Kıvanç’ın yaptığı 4.5 saat süren film, 2 Temmuz 1993’te Sivas’ta katledilen 33 insanın tek tek hikâyelerinin yanı sıra, sürece ışık tutan belge ve tanıklara yer veriyor.

Film, Sivas Katliamı öncesi ve sonrasında Alevilerin uğradığı baskı, eşitsizlik, ayrımcı politikalar, katliamlar ve bunlara karşı Alevi toplumunun yakın tarihte yürüttüğü mücadelenin de bir panoramasını sunuyor. Madımak Katliamı Hafıza Merkezi‘nin açılışında izleyicisiyle buluşan belgeselde, çoğunluğu ilk kez görüşülen toplam 127 kişiyle yapılan sözlü tarih görüşmeleri, röportajlar, arşiv görüntüleri ve tanıklıklar yer alıyor. Bu anlamıyla da birçok Alevi kurum ve kuruluşun desteğiyle çekilen film, katliamı tarihe asla silinemeyecek belge olarak bırakmayı başarıyor.

Hrant Dink, Tahir Elçi, Roboski ve Madımak gibi çok önemli belgesele imza atan Ümit Kıvanç, yakın tarihin ‘yok sayılmaya, unutturulmaya’ çalışılan acılarına ilişkin kalıcı bir bellek yaratıyor. 31 yıl sonra Sivas Katliamı ve ötesini anlattığı bu belgesel de o vahşi alevlerden yükselen ve hafızalara sinen dumanı dağıtmayı başarıyor.

Sivas Katliamı’yla ilgili bugüne kadar çekilen en kapsamlı belgesel olarak kayda geçen “Çok Kötü Bir Şey Oldu”‘ filmini Ümit Kıvanç ile konuştuk.

“Çok Kötü Bir Şey Oldu” filminin gösteriminde Ümit Kıvanç. Fotoğraf: Özcan Yaman

Siz Tahir Elçi için “Eğer olabildiğince özgür ve eşit, olabildiğince iyicil ve diğerkâm yaşamak isteseydik, bize en çok lazım olacak insanlardandı” demiştiniz. Bu belgeselde de katledilen 33 canın hikâyelerine yer verirken tıpkı Tahir Elçi gibi, Hrant Dink gibi onlara da ne kadar ihtiyacımız olduğunu yeniden hatırlamamızı sağladınız. Sizce bunca karanlık olay bize neyi kaybettirdi?

Gerçi insanlık diye bir kavramın geçerliliği artık pek tartışılır hale geldi, yine de şöyle diyeceğim: insanlığımızı. Bunun özündekileri: haysiyet, diğerkâmlık, dayanışma… İnsan hayatının değerine dair zaten pek övünülecek durumda olmayan kavrayışımızı. Ayağımızı azıcık daha bu topraklara basarak konuşursak, farklı olana tahammülde dünyada sondan üçüncülük gibi bir yerlerdeki konumumuzu da yitirdiğimizi, iki sıra daha aşağı düştüğümüzü söyleyebiliriz.

İllüstrasyon: Sena Şat

Belgeselin ilk bölümünde Alevilere karşı olan ayrımcılığın tarihsel perspektiften köklerinin nerelere uzandığını görüyoruz. Sıradanlaştırılan, ‘normal olana’ dönüştürülen ötekileştirmenin tohumlarının nasıl atıldığını… Bu araştırma sürecinde neler yaşadınız?

Doğrusunu isterseniz özel olarak bu konuda geniş bir araştırma sürecine girmedim. Çünkü aslında girmem de gerekmedi. Sözlü tarih görüşmelerinde insanlar kendi hayat hikâyelerini anlatırken öyle simgesel ayrıntılar veriyorlardı ki, filme koyduğum bir-ikisiyle gayet bütünlüklü bir “yaşama koşulları” tablosu resmetmek mümkün oldu. Çocukken “Alevi çocukları okumasın, sonra başımıza dert olurlar” diye istasyonda büyüklerden dayak yediğini söyleyen biri o kadar çok şey anlatıyordu ki, fazlasına gerek kalmadı.

“Medya Resmen Katliamcının Yanındadır”

Siz de bir dönem medya içerisinde yer aldınız. Gazetelerin katliamı ilk anda ağırlıklı olarak “tahrik” üzerinden okumalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Az sayıdaki istisnaları hariç, basın, bir tarafında egemen çoğunluğun veya devletin -burnunun ucuyla da olsa- göründüğü her olayda zaten baştan mağdura, kurbana karşı egemenin, güçlünün yanında tavır alır. Fiili ya açıktan destekler ya da mağdura, kurbana kabahat bulur, failin eylemini bununla mâzur gösterir, meşru gösterir, vesaire. Ortadaki fiil açıktan savunulamayacak gibiyse, işte, Madımak Katliamı’ndaki gibi, “Aziz Nesin isyanı” diye başlık atar, “o tahrik etti, ondan oldu” hikâyesini geliştirir. Böyle yaptılar. O sırada basın yeni yeni “medya” olmuş, gazetecilik icaplarını daha pervâsızca kenara itmeye koyulmuştu. Dolayısıyla bunu yalnız sorumsuz bir üçkağıtçılık tutumu içinde, laf kalabalığı ve dalavereyle değil küstahça, şımarıkça yaptılar. Medya resmen katli caiz kabul edilenin katledilmesinde katliamcının yanındadır. İşareti de devletin tutumundan alır.

“Öyle Sivas’ın Merkezine Gelip Pir Sultan’ı Anamazsınız…”

Tarih boyunca yaşanan baskılar, katliamlar ve son olarak 1993’te Sivas’ta olanlar. Birçok aile nereye gittiklerini komşularına bile söylemeden evlerini terk etti. Bu süreç Alevi toplumunun yaşamını, toplumsal yapısını ne şekilde değiştirdi?

Bir defa, 1970’lerdeki seri Alevi katliamlarından başlayarak yaşananların gerçekte bir nevi “temizlik harekâtı” olduğunu görmeliyiz. Türkiye’nin, Çorum-Erzurum-Gaziantep üçgeni diyebileceğimiz bir bölgesinden Alevilerin göçmesi hedeflendi ve epeyce başarıldı. Madımak Katliamı, gecikmiş bir hamle olarak arkadan geldi ve bu “temizlik” operasyonunu ilerletti. Aleviler, kendilerini bu memleketin sahiplerinden biri gibi hissetmesinler diye yapılmış kanlı bir uyarıydı aynı zamanda. Fakat nüfus hareketi dışında, amaçlananın tersi oldu sanki. Aleviler daha kararlı şekilde örgütlenmeye girişti, sesleri daha çok çıkar oldu, kimlikleri pekişti, görebildiğim kadarıyla. Üstelik, bu kimliğin asırlardır yarı örtülü hayat sürdüğü ücra yörelerdeki insan tavrı ile, büyükşehirlerde cemevlerini açmış, göğsünü gere gere Aleviliğini yaşayan insanın tavrı çok farklı elbette. Yani baskı Alevileri sindirmedi, etkisi aksi yönde oldu, görebildiğimiz kadarıyla.

Sivas katliamına yıllar sonra baktığınızda nasıl bir siyasi hesap görüyorsunuz?

İlginizi çekebilir:  Zeki Demirkubuz Filmleri Ekimde MUBI'de

 Çok amaçlı bir operasyon görüyorum. Filmde hepsi bir araya geldiğinde kapsamlı bir cevap oluşturan çok güzel, derli toplu beyanları var, çeşitli akademisyenlerin, araştırmacıların. Bir defa, önce Alevilere, sonra diyelim Pir Sultan Abdal gibi bir motife sahip çıkacak, genel olarak sol diye nitelenecek her türlü siyasî-toplumsal gruba, harekete kanlı ve net bir sınır çekme söz konusu. Bu yönüyle yakın zamandaki Suruç ve Ankara katliamlarına benzetebiliriz biraz. “Buradan ileri geçemezsiniz” gibi. Coğrafî değil tabii bu esas olarak. İşin Alevilerle ilgili tarafında yalnız siyasî değil toplumsal boyut da var: “Öyle Sivas’ın merkezine gelip Pir Sultan’ı anamazsınız; burası öyle o kadar da sizin değil” dediler onlara. Yan kazançlar olarak, radikal İslâmcılarla ilgili birtakım hesaplar da yapılmış olabilir. Yani kirli işini gördürüp sonra icaplarına bakmak gibi. 1993 yılının başka kritik olaylarıyla birlikte de düşünmek lazım. Eşref Bitlis suikastı, başta Uğur Mumcu, öldürülmeleri solcu gençlerin vurulması gibi “sıradan hadise” sayılmayacak, nam sahibi insanların bir örnek suikastlara kurban gitmesi… Aynı zamanda o yılın Güneydoğu’da faili meçhuller rekoruna sahne oluşu… Galiba yine Alevileri katlederek başka herkese de başına gelebileceği gösterme boyutuyla bunları bir arada düşünmeliyiz.

Linç bu topraklarda her dönem geçerli bir yöntem olarak kullanıldı. 6-7 Eylül Olayları da toplumsal bir linç olarak tarihe geçti. Bu coğrafyada kötülüğü sürekli besleyen nedir? Linçe yatkınlık gibi gözükenin kültürel temelleri nelerdir?

Yerleşik toplumsal kültürümüzün çekirdeğine ilişkin bu sorunuz öylesine engin bir arazide dolaşmayı gerektiriyor ki… Pogromlar, katliamlar, tehcir, soykırım… Bunlar niye bir toprak parçasının üzerinde mütemadiyen yaşanır? Sanırım öncelikle, sorunlarının çözümünü birilerini ortadan kaldırmakta görmeyi meşru kılan, çoğunluk tahakkümcülüğünden buralara uzanan bir geleneksel ideoloji var. “Aslolan biziz, bizi rahatsız eden herkesi de ortadan kaldırabiliriz. Buna hakkımız var, yetkimiz var, gücümüz de olduğunda yaparız.” Böyle bir ideolojik hat. Bunu daha da tehlikeli kılan, bizi farklı olana tahammülden dahi uzaklaşmaya yönelten dinî ve milliyetçi motifler de maşallah bol. Bunların üstüne, birilerini öldürüp sürüp malına mülküne el koymayı meşrulaştıran gelenek de var. Çıkıp rahat rahat, “Bizimki fetih medeniyeti,” diyebilen siyasî önderler var.

Fakat doğrusunu isterseniz, tarihti, ideolojiydi, ahkâm kesiyoruz, ama ben bu kötülük işini bir türlü tam anlayamıyorum. Haydi kötülüğü bir şekilde meşrulaştırmayı, zarurî görmeyi, göstermeyi filan anlayabiliriz de, kötülüğe böylesine eğilimli, hattâ hevesli olunabilmesine ne mânâ verilecek, sahiden söyleyemem. Kötülük yaparak memnun ve tatmin olma halini anlamak, anlamlandırmak kolay değil.

İllüstrasyon: Sena Şat

Aradan bu kadar yıl geçtikten sonra insanların bu katliama kendi mahallerinden bakmalarından dolayı bir türlü özeleştiriye yönelmemelerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yok ki böyle bir alışkanlık! İdeolojimiz, kültürümüz bu. Biz hiçbir zaman hatalı olmuyoruz, yanlış yapmıyoruz, yapsak da biz olduğumuz için o yanlış sayılmıyor. Gerçekte hastayız yani bir bakıma. Veya daha isabetli olduğunu sandığım teşhisi ifade edeyim: yaşını başını almış problemli ergenler olarak tarif edilebiliriz. Bu katliamcıların, linççilerin âleminde kendi yanlışına bakabilme gibi bir âdet olsaydı zaten bu kadar kolay gaza gelip herkese saldıramazlardı. Şunu da hesaba katmalıyız ki, kötülük, yapılırken yapanın ne olduğunu bilmediği şey değil. Daha baştan, özeleştirisi yapılacak eylem olmaktan çıkıyor yapılan. Yapanın kimliğinden ötürü yanlış sayılamaz oluyor. Yaktığı otelde insanların yerdeki halıfleksin zehirli dumanından boğularak ölmesinden ötürü suçlanan şahıs kendini şöyle savunabilir meselâ: “Ben mi döşedim o halıfleksi oraya, birader!” Bizim, Türk Millî Eğitimi tarafından hunharca ve özenle yok edilen muhakeme kabiliyetimizden kalan boşlukta sürdürebildiğimiz akıl yürütme faaliyetimiz buna elverir. Üstelik, vaziyeti daha da vahim kılan bir husus var: Yalnız Madımak’ın linççileri değil ki, özeleştiriydi, kusur düzeltmeydi, hele hele özürdü tanımayan. Toplumun güya görece medenî kesiminde var mı yanlışı yüzünden özeleştiri yapan, özür dileyen?

“Ne Uğruna Bütün Bunlar?”

Bütün bu belgesel süreci sizde nasıl bir iz bıraktı? Bugün insanlara neyi hatırlatmak istersiniz?

Belgesel süreci içimde biriken öfkeyi azıcık daha damıtıp yoğunluğunu artırdı, öncelikle. Sonra bir tuhaf utanç var. İnsanların böylesine zavallılık içerisinde, muazzam coşkuyla keyfederek zulüm yapmaları ve bundan tatmin olmaları, çok utanç verici. Aylar boyunca o sahneleri izleye izleye insanlığını yitirmeye yaklaşıyor insan. Öbür yanda, o gencecik kızlar oğlanlar, katledilen… Yaşadığın için de utanıp duruyorsun. Zaten hapisteki eş dost her an aklında olduğu için mavi gökyüzünü görüyorum diye bile utanırken üstüne bu biniyor. Tabii dönüp dolaşıp şu soruya takılıyorsun: Ne uğruna bütün bunlar? Takılıyorsun ve düşüyorsun. Ne uğruna!

Sonra, olmayan bir şeye müthiş güçlü bir özlem duyuyorsun: Yardımlaşarak, dayanışarak, karşılıklı iyilik ederek yaşayamaz mı bu yaratık bir arada?

Previous Story

Malta’dan “Hayat”a Ödül

Next Story

Avrupa Sineması’ndan 10 Seçki

0 0,00
02_ArtDog_CD_Logo_RGB_Black

BÜLTEN

Türkiye ve dünyadan haftalık kültür-sanat haberleri, inceleme yazıları, sergiler ve etkinlikleri takip et.

Bülten aboneliğinde ArtDog Istanbul’un gizlilik sözleşmesini kabul etmiş olursunuz.