Sergiye Göz Göre Göre: 25 Yıllık Tanıklık adını koyarken neyi amaçladınız?
Sergi başlangıcını, 1998’de Atlas dergisine başlamamla aldık. Benim 25 yıllık retrospektifim gibi düşünülebilir. Sergide Atlas’ta 1998-2005 arası yaptığım işler de olacak, Atlas’tan ayrıldıktan sonra ürettiğim işler de. Atlas’tan ayrıldıktan sonra 2004’ün sonlarında Ntvmnbc’ye sesli fotoröportajlar yapmaya başladım. Türkiye’de ilk defa internetin imkanlarını kullanarak böyle bir iş yapılıyordu, büyük bir yenilikti. Fotoğraflarla, fotoğraftaki sesi birleştiriyordum. Kameraların dijitalleşmesi, dijital kameraların video da çekmeye başlaması ile birlikte 2008’lerde multimedya üretmeye başladım. Yani fotoğraflarla anlattığım hikâyenin arasına artık video, müzik ve yazı girdi. Multimedya dünyada çok yaygınlaşmıştı. Ben de uzun dönem fotoğraf ve videoyu birlikte işleyerek çalıştım. Aslında hep bir hikâye anlatıcısı oldum. Atlas’ta fotoğrafçısıyken de fotoğraflarla hikâye anlatıyordum, yani fotoröportaj yapıyordum. Konu bir kent, bir halk olsa da, konuyu 15 fotoğrafla anlatırken bir öykü yazıyorsunuz. Her fotoğraf öykünün cümlesi oluyor. İşin içine video ve seslerin girmesi bir üst aşama oldu. Dijitalleşme ile birlikte bütün dünyada nasıl evriliyorsa üretim biçimleri, ben de onları takip ettim. Gezi’ye kadar fotoğraf ve video paralel gitti. Videonun yanında hep fotoğraf çektim. Kendimi fotoğraf çekmekten alıkoyamıyordum. Sonra belgesele geçtim. Kendimi sürekli telkin ettiğim şey şuydu: Denklanşör yerine record tuşuna basacaksın. Bunu pratiğe geçirmem çok uzun sürdü. Gezi ve 11 Haziran, benim miladım oldu.
Ne oldu Gezi’de ve 11 Haziran 2013’te?
Sadece video ile yaptığım ilk işim olması itibarıyla milattı. 11 Haziran 2013, Gezi’de çatışmaların çok yoğun olduğu bir gündü ve o günkü kurgumu hiç fotoğraf kullanmadan yaptım. Sonra da bunun adına fotoröportaja gönderme olarak, videoröportaj dedim. Gezi’den sonra T24’te Türkiye’nin politik, sosyal gündemine dair videoröportajlar yapmaya başladım. Bunlar aslında haber videolarıydı ama multimedyada estetik ve sanatsal kaygılarla hikâye anlatma tekniğimden dolayı tuttu. Sonrasında BBC ve Deutche Welle gibi haber sitelerine de iş verdim. Ne zaman işşiz kalsam kendime bir alan açmam gerekti. Daha sonra bu belgesel sinemaya evrildi, iki uzun metrajlı belgesel yaptım. Şu anda da Artı 90’a iş üretiyorum. Beş yıldır sosyal ve politik gündem, insan hikâyelerine dair videolar hazırlıyorum. Aslında bunların hepsi de kısa birer belgesel.
Göz Göre Göre, gördüklerinizden neler gösterecek izleyiciye?
Sergide hem fotoğraflarım hem multimedya işlerim olacak. Atlas’tayken çektiğim estetik yönü ön planda olan fotoğraflar olacak ve ayrıca Cumartesi Anneleri’nden Newrozlara, 8 Martlara, Onur Haftalarından 1 Mayıslara, Hrant Dink Anmalarına, çevre eylemlerine, 10 Ekim Ankara Katliamı’na, Sur Olaylarına dair fotoğraf ve videolar olacak. Bir anlamda Türkiye’nin hak gaspları, insan hakları ihlalleri, çevre meseleleri üzerine bir külliyat bu sergi. Amacımız o belleği hatırlatmak, çünkü yaptığım iş bir bellek, bir kayıt, bir arşiv oluşturmak. Tarihsel misyon olarak zaten çağıma tanıklık etmek ve onu belgeleyerek aktarmak zorundayım. Aynı zamanda Atlas’ta iken savaş muhabirliği deneyimim olmuştu. Filistin’de İkinci İntifada döneminde ve Irak İşgali’nde ordaydım. Oradan da fotoğraflar olacak. Filistin’de o dönemde en büyük katliam Cenin’de yaşanmıştı. Cenin’de çektiğim bir fotoğraf üzerinden hem fotoğrafın çekildiği anı hem de İkinci İntifada’daki savaş sürecini anlatan bir yazım da olacak. Ayrıca çektiğim fotoğrafların öykülerini anlattığım, Öküz ve Bavul gibi dergilerde yayınlanmış yazılarımı da görecek izleyici. Son olarak fotoğraf üzerine teorik yazılarım da yer alacak.
Atlas’ta fotoğrafı, ortamı gözleyip, bekleyip doğru anı seçerek çekebilme şansınız vardı. Ama toplumsal olaylar, çok “an”da olan şeyler. Anlık fotoğrafları çekerken estetik olarak nasıl denge kuruyorsunuz?
Atlas coğrafya dergisi, fotoğrafların da etkileyici olması gerek. Daha uzun zamanda, sanatsal ve estetik yönü olan, konuyu en iyi görselleştiren fotoğraflar çekiyorsunuz. Bu çalışmalarda kazandıklarım bende fotoğrafın estetik değerini yükselten bir birikim ve tecrübe yarattı. Sokak fotoğrafçılığı ya da sesli fotoğraflar yaptığım dönemde o birikimle fotoğrafı en ideal, en güçlü ve en estetik hale getirmek için uğraşmayacak bir noktaya geliyorsunuz. Yani sokakta kamerayı gözüme doğrulttuğum anda zaten kompozisyonu kurmuş oluyorum. Sezgisel olarak onu yakalıyorsun. Metafizik bir sezgisellik değil ama. Zaten en başta durman gereken açıyı, ışığı belirlemiş oluyorsun ve bütün dikkatinizle en doğru ifadeyi yakalamaya çalışıyorsunuz. Sonuç, daha kuvvetli bir fotoğraf oluyor. Videoda fotoğraf kadar estetik beklenmeyebilir ama zaten o benim için artık alışkanlık. Doğru açıda durmak, ışığı doğru kullanmak ve en etkileyici ifadeyi ve hareketi yakalamak, kendiliğinden ve sezgisel bir alışkanlığa dönüştüğü için videolarımda da onu fark ediyor izleyici.
Çalışacağınız konuları nasıl belirliyorsunuz?
Nereye çalışıyorsam, konuları kendim öneriyorum ve onları yapıyorum. Böylece o işle de öncesinde bir bağ kurmuş oluyorum ve ne anlatmak istediğini biliyorum, kafamdan çıkmış oluyor. Böyle olunca da hikâye, hikâyenin içeriği ve görselliği için kamerayı kullanmak benim için bir iş değil, bir keyif oluyor. Benim fotoğraf tutkum, beni harekete geçirmesi, hayatın içine katması, yeni insanlarla tanıştırması, yeni yerlere götürmesi, dünyayı gezdirmesi olduğu için çok önemli. Hayatımda hiçbir zaman kameram yanımdan ayrılmadı ve hayatımı hep kameramla kazandım. Hep kameram sayesinde hayata tutundum. Ve hayatımı bu şekilde anlamlı hale getirdim.
1 Mayıs, 8 Mart, Onur Yürüyüşü gibi toplumsal eylemlerde, mesela sadece bir yerde olabilirsiniz, “Bu kısmı görüyorum ama diğer kısmı kaçırdım” hissi oluyor mu?
Gezi sonrası eylemlerde, polis saldırıp insanları Balık Pazarı’na sıkıştırdığında, Bülent Kılıç’ın çektiği bir fotoğraf vardı, World Press Photo ödülü almıştı. O fotoğrafları gördüğüm zaman, o gün arkadaki grubu takip etmeye karar vermiş olmamdan dolayı üzülmüştüm. Ama bu tür eylemlerde o yaşanılan an ile o kadar bütünleşiyorsunuz ki en yüksek ritmin olduğu yerde zaten oluyorsunuz. Çünkü orada bir duygu var, bir protesto enerjisi var, onu tanıyorsunuz ve nereye evrileceğini biliyorsunuz ve onunla bütünleştiğiniz zaman, sezgisel olarak bedeniniz sizin doğru yerde olmanızı sağlıyor. Keşke orda olsam dediğim yüzde 10’dur.
Odaklandığınız konular çok önemli ancak aynı zamanda çok da travmatik konular. “Çekmez olaydım bu fotoğrafı” dediğiniz oluyor mu?
2002 İkinci İntifada’da Cenin’de, İsrail askerleri çekilirken bubi tuzakları kurmuşlardı ve 15 yaşlarında bir çocuk enkazda dolanırken bubi tuzağı patladı. Parmakları kopmuş, gözleri kör olmuştu. Aramızda 20-30 metre vardı, o ilkti. En son ve hala, tekrar dönüp bakamadığım Ankara Katliamı var. Sadece 5 dakika önce bombanın patladığı noktadaydım. Barış Mitingi videoröportajı yapıyordum. Biraz çektikten sonra, Sıhhiye’ye doğru yürümeye başladım ve bir röportaj yaparken bomba seslerini duyduk. Oraya gittiğimde korkunç bir sahne vardı. Ona da tanıklık etmekten çok üzgünüm. Gözünün önünde paramparça olmuş insanlar var, bir genç kadının “göz göre göre” ölüşünü izlemek zorunda kaldım. Hala gözümün önünden gitmiyor, hala bakamıyorum. Cizre katliamı belgeselini de izleyemiyorum.
Buna rağmen nasıl devam edebiliyorsunuz?
Sanırım, o acının panzehiri ve terapisi tekrar tekrar üretmeye devam etmek ve sorumluluğunuzu yerine getirmek.
Bir anlamda herkese yine “göz göre göre” olanları ancak otoriteler tarafından saklanmaya çalışılan gerçekleri, hakikateleri göstermek dürtüsü diyebilir miyiz?
Savaş muhabirliği için 2001’de Filistin’e gitmişken, 2015’te kendi ülkemde savaş muhabirliği yapmak durumunda kaldım. Tek teselli, olanları insanlara ulaştırmak ve o anın ve o olayın nasıl yaşandığı ve o acının neler hissettirdiğini tüm gerçekliği ile insanlara aktarmak. 10 Ekim Katliamı’nda hemen kaldığım otele dönüp videomu kurguladım, akşam olmadan yayındaydı ve birkaç saat içinde 500 binin üzerinde izlenmişti. Birçok yorumda “Korkunç olduğunu tahmin ediyorduk ama bu video ile ne kadar daha korkunç olduğunu idrak etmiş olduk” dediler. Tek teselli şu belki de: Benim tek başıma tanık olduğum o acı, mesela Soma’da, Cizde’de, Ankara’da, Gezi’de yaşanan şiddet ve acı, cenazeler, anmalar vs, benimle aynı vicdani duyarlılığı olan insanlarda aynı tepkiyi oluşturuyor. Bunu yaptığımı hissetmek iyi geliyor.
Fotoğrafa tutkun olduğunuzu söylüyorsunuz ancak şimdi video da yapıyorsunuz. Hep fotoğraf çekerek hayatımı devam ettirebilseydim dediğiniz oluyor mu?
Benin için birincil olan sadece fotoğraf, sadece belgesel, sadece video değil, gazeteci olmak oldu. Ben video çekmeye başladığımda, fotoğrafçı arkadaşlarım video ile birlikte fotoğrafçılığın erezyona uğrayacak dediğinde, ‘Evet olabilir’ dedim. Çünkü benim için önemli olan gazetecilik yapmak. Yaşadığım çağın tanığı olmak, bunun için hangi aracı kullanmam gerekiyorsa onu kullanırım. Yeter ki üretimde bulunayım. Bunda bir beis görmüyorum. Ben üretmediğim zaman mutsuz olan biriyim. Benim için hayatı çekilir ve keyifli kılan şey o yaratıcılığı ruhumda, kafamda hissetmem. Benim için bir iş değil, bir aşk, bir tutku ve bir varoluş biçimi. Kendi varoluşumu anlamlı kılmak için ürettiğim bir şey, tabii ki nitelikli olmak zorunda.