Charles Avery
2005’ten bu yana çalışmalarını deneyimine, felsefi söyleme ve sanatsal hayal gücüne dayanarak hayali bir ada yaratmak üzerine yoğunlaştıran Charles Avery, 16. İstanbul Bienali’nin dikkat çeken sanatçıları arasında göze çarpıyor. İnsanlığın tarihi- ne baktığımızda da ağırlıklı olarak tecridin, ütopyanın simgelerinden biri olarak görülen “ada”yı ele alan İskoç sanatçının Ada’sı ise adını Immanuel Kant’ın Noumenon’undan alan ve varlığı henüz teyit edilmemiş bir yaratık, kötücül bir karakter olan “Bay İmkânsız” ve “dokuzuncu” olarak anılan yılanbalıkları gibi farklı kimliklere ev sahipliği yapıyor.
Charles Avery’nin büyük ölçekli yerleştirmesi bir balık pazarındaki tezgâhları andırırken, parklarından para birimi ve sakinlerine kadar Ada’nın farklı yanlarını ve mitolojisini gözler önüne seriyor. Proje, çizimlerle –üfleme camdan, çelikten ve diğer malzeme- lerden yapılmış– denizhıyarlarına, “Medusa”vari yaratıklara ve çırpı denizkestanelerine benzeyen pek çok heykelsi nesneyi bir araya getiriyor. Avery’nin felsefi pratiğini, 16. İstanbul Bienali’nin küratörlüğünü üstle- nen Nicolas Bourriaud’nun “ötekiliklerin, tekilliklerin ve başkalıkların çokluğu” şeklinde tanımladığı “zenoloji” için bir deneme zemini olarak görmek mümkün.
Ernst Haeckel
Başlıca ilgi alanını evrim olan Alman filozof, bilim insanı ve sanatçı Haeckel, soybilimin tüm yaşam biçimlerini birbirine bağladığı görüşünü ortaya koymak üzere hayvanların ve bitkilerin yaşamları hakkında grafik çalışmalar üretmiş bir isim. 19. yüzyılda yaşayan ve Charles Darwin’in evrim kuramını destekleyen Haeckel, sonradan çürütülen “her organizmanın geçirdiği bütün dönüşümlerin toplamı olduğu” görüşünü de halka yaymayı görev edinmiş.
Başyapıtı hayvanların, deniz yaratıklarının ve mikroorganizmaların ayrıntılı renkli çizimlerini yaptığı Kunstformen der Natur (Doğanın Sanat Biçimleri) kitabı olan Ernst Haeckel’in rengârenk çalışmaları neredeyse hayal ürünü türlerin bilimkurgusal tasvirleri gibi görünse de dayanakları bilimsel gözlemler.
Sanatçının Bienal kapsamında paralel dünyalara ait bir antropoloji müzesi kimliği kazanan Pera Müzesi’nde görebileceğiniz işleri geçmişi yeniden keşfe çıkarıyor. Şu anda pek çok canlı soyunun büyük bir hızla tükendiği düşünüldüğünde, Ernst Haeckel’in yapı- tı için bir zaman makinesi benzetmesi yapmak ya da onu kayıp bir dünyanın temsilcisi olarak görmek mümkün.
Eva Koťátková
Eva Koťátková’nın yerleştirmeleri, çizimleri, video ve performansları, aile, cemaat ve tarihsel anlatılar gibi toplumsal kurum ve yapılar ile bunların bireyle olan ilişkilerini inceliyor. Denetim ve baskı, farklılık ve dışlama temalarını ele alırken dışlanmış, ayrımcılığa uğramış, susturulmuş olanlar için alternatif senaryo ve iletişim stratejileri öneriyor.
Koťátková’nın 16. İstanbul Bienali için ürettiği Empatiyi Yeniden Kurma Makinesi başlığını taşıyan yerleştirmesi, empatiyi dünyayı anlamamızı sağlayacak ve hareketlerimize yön verecek bir güç olarak sunuyor. Bir dikiş ve hikâye anlatım atölyesini içinde barındıran, oda boyutlarında bir yerleştirme olan yapıtı, Bienal’in teması dahilinde “Canlılar ile makinelerin, doğal ile yapay zekânın iç içe geçtiği” Antroposen çağı üzerine düşünerek yorumlamak da mümkün. Bir eksiği olan ya da kendini yarım, kırık, yaralı hisseden bir grup insanı, hayvanı, bitkiyi, nesneyi veya farklı varlıkları barındıran kumaş parçalarını birbirine diken bu makineyi in- sanlar (çalışanlar) kullanıyor. Kollardan, gövdelerden, kanatlardan, başlardan, gagalardan, iplerden ve yamalardan oluşan makine yaşayan bir organizmayı andırı- yor. Hem paylaşım hem de protesto imkânları sunuyor. Katılımcılar burada, düzenli aralıklarla, dünya üzerin- deki diğer varlıklarla kurdukları ilişkilere dair hikâyeler paylaşıyor ve söz hakkı olmayanlar adına konuşmanın önemini kavrıyor.
Deniz Aktaş
İşlerinde ağırlıklı olarak göç, bellek gibi temalara ve kent görüntülerine yer veren Deniz Aktaş’ın çizim ve resimleri, insan ve çevresinin karşılıklı olarak birbirini düşürdüğü tehlikelere ışık tutan entropi tasvirleri. Sanatçının süregiden Yokyerler serisi, kentsel çürümeyi, çevresel çöküşü, yerinden olan/ göç eden insanları ve hem kentlerin hem de doğanın travmatik dönüşümünü yansıtıyor.
İşlerinde ağırlıklı olarak göç, bellek gibi temalara ve kent görüntülerine yer veren Deniz Aktaş’ın çizim ve resimleri, insan ve çevresinin karşılıklı olarak birbirini düşürdüğü tehlikelere ışık tutan entropi tasvirleri. Sanatçının süregiden Yokyerler serisi, kentsel çürümeyi, çevresel çöküşü, yerinden olan/ göç eden insanları ve hem kentlerin hem de doğanın travmatik dönüşümünü yansıtıyor.
Aktaş, Bienal’de Umudun Yıkıntıları başlıklı iki yeni çizimini sergiliyor. Yapıtlar, Caspar David Friedrich’in kırılmış bir buz katmanı içinde sıkışıp alabora olmuş bir gemiyi gösteren Umudun Enkazı (1823–24) tablosuna gönderme yapıyor. Mürekkeple yapılmış siyah beyaz çizimler ise doğada iz bırakmış ve onun kayıtsızlığı tarafından yok edilmiş insanların çaresizliğini ortaya koyuyor.
Glenn Ligon
Glenn Ligon’un İstanbul Bienali’nde sergilediği çalışmalar, ABD’li yazar ve sivil haklar savunucusu James Baldwin’in İstanbul’da geçirdiği yıllara gönderme yapıyor. 1961-1970 yılları arasında kesintilerle İstanbul’da yaşamış ve ABD’deki insan hakları sorunlarına kafa yorarak Bir Başka Ülke (1962) ve Ne Zaman Gitti Tren (1968) romanlarını kaleme alan Baldwin, bu eser grubunda sanatçının pratiğine ilham veren isim olarak karşımızda.
Glenn Ligon’un yapıtları, Büyükada’da 19. yüzyıldan kalma bir köşk olan Mizzi’de sergileniyor. Burada, Sedat Pakay’ın Baldwin’in İstanbul yıllarını ele aldığı filmi Başka Bir Yerden‘i ilk defa Türkçe altyazılı olarak gösteren sanatçı, yine Baldwin’le ilişkili diğer video çalışmalarında da Pakay’ın filminde Baldwin’in Taksim Medyanı’nda görüldüğü noktaya dönüyor. Bunlara, sanatçının “Amerika” sözcüğünü yeniden dolaşıma sokup yabancılaştırarak teşhir ettiği heykel serisinin en son parçası da eşlik ediyor. Heykelinde ilk defa mahya da kullanan Ligon, böylece serinin alışıldık materyali olan neondan da uzaklaşmış oluyor. Yapıtın bir diğer özelliği de sergi boyunca her iki haftada bir görünümünü değiştirecek oluşu.
Müge Yılmaz
Müge Yılmaz’ın performansları, fotoğraf ve yerleştirmeleri feminist bilimkurgudan etkileniyor ve iç içe geçen toplumsal, kişisel ve çevresel tarihçeleri irdeliyor. Uzak geçmiş kadar hayal edilen bir geleceği de kurcalayan Yılmaz’ın On Bir Güneş (2019) adlı yerleştirmesi, insan, hayvan ve bitki yaşamının gidişatı, inanç ve kıtlık kavramları, kapitalizm, kültür ve doğanın sonunun gelmesiyle başlayan Antroposen çağı üzerine kafa yoruyor. İçine girdiğimiz yeni jeolojik çağ olarak düşünülen Antroposen’in ayırt edici özelliğiyse insan faaliyetlerinin gezegen üstündeki etkisi.
Bağdaştırıcı bir yapıya sahip olan yerleştirmede, geçmişe ait mağara, tapınak, mihrap ikonografisiyle Yılmaz’ın melez bitki-insan-hayvan çizimleri ve gelecekte olacağını hayal ettiği yıkıntılar bir araya geliyor. Yaşadığımız zamanlardan geriye kalanları inceleyen bir gelecek arkeolojisi olarak tarif edilebilecek yapıt, sanatçının İstanbul’dan topladığı çeşitli taşları, nesneleri ve su şişelerini ibadet için kullanılan nesnelermişçesine bir tür mabet formu için- de birleşiyor. 10.000 yıl sonra muhtemelen yaşam alanlarımız tekno-alanlara dönüşmüş, ekolojik hayat, hayvanlar ve doğa kökten bir deği- şim geçirmiş olacak. Yapıt da zamanımızdan 10.000 yıl önce ve 10.000 yıl sonraki dünyalar arasında bir denklik kurmaya, bir arada varolmanın doğasını kavramaya çalışıyor.
Johannes Büttner
Tarih boyunca yöneticiler, kitleleri kullanageldi ama bu kitlelerin göstergesel güçlerinden geliyordu. Ateş etmiyorlardı ama etkiliyor ve kitlesel koreografileriyle ikna ediyorlardı. Çağdaş medya ekolojimiz de kitleleri harekete geçiriyor. Bedenlerimizse internet ajanları ordusuyla girdiğimiz toplumsal-üstü etkileşimlerin kapanına kısılmış halde ekranlara eğiliyor, parmak kaydırıyor, tıklıyor, bakıyor…
Alman sanatçı Johannes Büttner’in Hannah Black’ten bir alıntıyla, Başka bir yaşam olasılığı kendisini yanan bir polis arabasında doğrudan, arkadaşlarımın yüzlerinde ise dolaylı olarak ifade eder (2019) olarak adlandırdığı yerleştirmesi de benzer şiddet temsillerini ele alıyor.
Farklı topraklardan yoğurulmuş yedi heykelden oluşan yerleştirmede, her bir heykelin altında bir makinenin iskeleti var. Ve heykeller kontrolü kaybetmiş veya işi şiddete dökmüş bir algoritma ve ağlar dünyasına titreşip sarsılarak tepki veriyor ve makine suretinde bir ‘Golem’i serbest bırakıyorlar.
İçlerinde yaşadığımız çağın belirsiz, istikrarsız koşullarını ele alan Büttner’in çalışması da, giderek moleküllerine ayrılan dünyada antropolojiyle sanatın sosyolojik, etnik, cinsel veya politik kitle sistemlerinin uğradığı tahribatı gözler önüne sermesinin bir örneği olarak değerlendirilebilir.
Hale Tenger
Hale Tenger’in Suret, Zuhur, Tezahür (2019) başlıklı çalışması, Büyükada’daki Taş Mektep’te yer alan bir karışık malzeme ve ses yerleştirmesi.
Yerleştirmenin esin kaynağı, botanik alanında “bilezik alma” olarak bilinen bir teknik. Bu yöntemde, ağaçların meyvelerinin büyümesi hızlansın diye bir dalın veya gövdenin üzerindeki kabuk, halka şeklinde soyulup çıkarılıyor. Ormancılıktaysa aynı işlem, bir ağacı kurutmak için daha derinlemesine bir kesik alınarak uygulanıyor. İlk olarak Eresoslu Theophrastus’un (MÖ 371-287), Bitkiler Üzerine İncelemeler eserinde söz ettiği bu yönteme daha sonra Shakespeare ve farklı yazarlar da metinlerinde değinmiş.
Yerleştirmenin bir diğer bileşeniyse ses: Tenger’in edimsellik, iktidar, özbilgi ve açgözlülük hakkında yazdığı bir şiir Türkçe ve İngilizce olarak seslendiriliyor: “Görmeden kendimi, olurdum / Bir meyve ağacıydım ben.”
Çalışmaları incelerken mekanın etkisi göz ardı etmek de mümkün değil. Rum Ortodoks Patriği III. Sofronios’un yazlığı olan bu mekân, sonraki yıllarda devlet ortaokulu olarak kullanılmış. Şimdiyse, eski çağlarda ayna olarak kullanılan, günümüzde hala kehanette bulunmak ve şifa için başvurulan volkanik obsidyen taşları düzleştirilmiş yüzeyleri yukarı ba- kacak şekilde yerleştirilmiş halde. Bu tarih yüklü mekânda içe dönüş ve yenilenmeye yönelik bir ortam yaratmayı arzu eden Hale Tenger soruyor: “Yapmadan olabilir misin?”
Güneş Terkol & Güçlü Öztekin
İstanbul’da yerleşik HaZaVuZu kolektifinin kurucu üyeleri Terkol ve Öztekin, müzik, video, performans ve tasarım yelpazesinde çalışan iki sanatçı. Terkol, işlerinde dikişler, videolar, eskizler ve besteler kullanarak toplumsal cinsiyet ilişkilerini ve kadının durumunu çoğunlukla mizahi bir şekilde ortaya koyarken, Öztekin bir “geridönüşüm” biçimi olarak tanımladığı, çoğu zaman parlak renklerde büyük boyutlu çizim ve tablolar yapıyor. İşbirliklerini sürdüren iki sanatçı, hem ziyaretçiler hem de sanatçılar için buluşma noktası olacak bir mekan hazırladı. Geridönüştürülmüş malzemelerle oluşturdukları mekânı lambalar, perdeler, bayraklar, heykeller, maskeler ve kostümler kaplıyor. Ortaya iki sanatçının üretimlerini ve hem ortak hem de ayrışan görüşlerini yansıtan, izleyicilerin ve gelip geçenlerin birbirleriyle kaynaşacağı şenlikli bir alan çıkıyor.
Monster Chetwynd
Anarşist performansları, oyun, heykel ve resimleriyle tanınan Monster Chetwynd, işlerinde çoğunlukla karton, tuvalet kâğıdı, lateks ve boya gibi ucuz malzemelerden üretilen, dikkat çekici ve kasıtlı olarak ilkel bir estetiğe sahip el yapımı kostüm, dekor ve aksesuarlardan yararlanıyor. Eserlerinin “sabırsızlıkla üretildiğini” söyleyen sanatçı, işbirlikleri ve kolektif üretime sıcak bakarken cinsellik, grotesk, mizahi ve ürkütücü öğeler yapıtların estetik alametifarikaları olarak ön plana çıkıyor. Bienal’e iki ayrı eser hazırlayan Chetwynd’in işlerinin ilki, her biri insansı bir biçime bürünmüş bir yarasa, bir yılan, bir timsah ve bir örümcekten oluşan melez yaratık heykelleri. Sanatçının İstanbul’un sokak kedilerinden ve İtalya’daki Bomarzo Bahçeleri’nden ilham alan ikinci işi ise dev bir Gorgon başı şeklinde, insanı içine çeken kalıcı bir oyun alanı.
Phillip Zach
İşlerinde insanların zihinlerinde dünyayı katmanlara ayırarak hiyerarşi yapıları oluşturmaları mekanizmalarını ele alan Alman sanatçı Phillip Zach, 16. İstanbul Bienali’ne karşılıklı duvarlara yansıtılmış çok kanallı bir video ve ses yerleştirmesiyle katılıyor. İçerikleri arkeologlarla yapılan belgesel tarzı röportajlardan kurmaca sahnelere ve psikedelik sekanslara uzanan videolara, hem sahada kaydedilmiş sesler hem de özel olarak bestelenmiş müzikler eşlik ediyor. Eserin odağındaysa iki mağara yer alıyor: Bunların ilki Uzay Yolu, İkiz Tepeler ve Görevimiz Tehlike gibi film ve dizilerde kullanılan, Los Angeles’taki insan üretimi Bronson Mağarası. Diğeriyse İstanbul’un hemen dışında bulunan ve farklı müdahalelerden izler taşıyan Yarımburgaz Mağarası. Bu izlerden bazıları grafitiler, film çekimlerinin yol açtığı tahribat, define avcılarının yasadışı açtığı tüneller ya da eski mağara çizimleri gibi daha önceden kalma kültürel izler. Zaman ve mekân arasında gidip gelen ve Ursula K. Le Guin’in “Mülksüzler” (1974) romanı gibi göndermeleri olan çalışma, mağaraları mekânlar, zamanlar ve tarihler arasında olduğu kadar hiperkapitalizm ile anarşi arasın- da da birer aktarım ve dönüştürüm merkezi olarak konumlandırıyor.
Piotr Uklański
Polonyalı sanatçı Piotr Uklański, bir dava, eylem ya da bir ulusla kendimizi özdeşleştirdiğimizde doğru kabul ettiğimiz şeylere ve bu noktadaki ironilere dikkat çekiyor. İhtilaflı konulara dokunmayı seven sanatçı, fotoğraf, heykel, film, yerleştirme ve performans çalışmalarında, imgelerin insanları kışkırtma, birleştirme ve ayırma gücünün de altını çiziyor. Sanatçının geniş bir teknik yelpazesine sahip çalışmalarında sıklıkla karşımıza çıkan temalardan biri de bir ortaklık kurulmasında, bir grup kimliğinin oluşturulmasında ya da bu kimliğe meydan okunmasında fotoğrafın oynadığı rol.
Uklański’nin Doğunun Vaatleri (2019) adlı serisi, Polonya ile İslam dünyası arasındaki tarihsel bağlardan besleniyor. Örneğin doğrudan doğruya Türk giyim tarzından alınan Polonya halk giysileri. Uklański’nin serisi erkekliği, oturma pozisyonundaki kişilerin portrelerini, ikonografiyi ve dönem kıyafetlerini irdelerken, bir yan- dan da günümüzde Batı’da yayılmakta olan İslamofobi ile günümüz Polonya’sının kendi tarihini bastırıyor olmasını açık bir şekilde hedef tahtası haline getiriyor.
Ylva Snöfrid
En yakınımızdakiler, tanımları gereği tanıdık olsalar da bir paradoks barındırırlar, bize bir o kadar da uzaktırlar. Bu açıdan değerlendirildiğinde, kişisel ve aileye dair deneyimler huzursuzluk, yabancılaşma ve uzaklaşma kaynağı olarak kalır.
Sanatın icra süreci ve sanatçının yaşamına odaklanan çalışmalarıyla dikkat çeken işler yaratan İsveçli sanatçı Ylva Snöfrid, çocukluğundan itibaren Ylva’nın gerçek dünyada, Snöfrid’in ise aynaların arkasında, hayali bir “aynalar dünyasında” yaşadığını hayal ettiğini dile getiriyor. Ve çalışmalarında hayat değiştiren türden deneyimleri ayinsel, paranormal, istisnai ve rastlantısal yönlerini vurgulayarak irdeliyor.
Snöfrid 16. İstanbul Bienali’nde sehpalar, divanlar ve tabureler gibi ev eşyalarını da içeren FANTAZYA, Ressamın Stüdyosunun Gölgeler Aleminde Yansıması, Üç Bölüm Halinde: Distopya, Heterotopya, Ütopya adlı yerleştirmesini sergiliyor. Daha önce Atina’da sergilenen Gölgeler Aleminde Ressamın Stüdyosu adlı çalışmasına ışık tutan üç parçalı bir ayna gibi tasarlanmış olan Distopya, Heterotopya ve Ütopya, sanatçının mekânda yaşayarak her yeri tuvallerle ve hareketlerinin izleriyle kapladığı, yaratım süreciyle ilgili üç performans ayini ekse- ninde şekilleniyor.