Kadın müzeleri, nasıl bir gereksinim sonucu ortaya çıktı? Kadın müzelerinin ”kapsayıcı olma” tanımı hangi kriterler göz önünde bulundurularak yapılıyor?
Kadın müzelerinin ve “kadın müzesi” tanımının yaklaşık kırk yıllık bir tarihi var. “Kadın müzesi” ifadesi ilk kez 1981 yılında kurulan Bonn Kadın Müzesi tarafından kullanıldı. Kadın müzelerinin oluşması ile feminist hareketin çok yakın ilişkisi var, çünkü ancak feminist eleştirel bakış sayesinde, geleneksel müzelerdeki cinsiyetler eşitsizliği ifşa edilebildi.
İfşa süreci, değişim için gereklidir. Feminist teori, ataerkil sistemin kadın yaşamlarına etkilerini belgeler, tartışır ve görünür kılarken, feminist aktivizm de değişim talep eder ve alternatifler önerir. 1980’lerin ikinci dalga feminist hareketinin aile içi ve toplumsal ilişkiler, günlük yaşam, iş yaşamı, ekonomik sistem, politik katılım, kamusal alan, bilimler dahil olmak üzere her konuyu kapsayan tartışmaları ve değişim talepleri tabii ki tarih yazımı, sanat ve kültür alanlarını da kapsıyordu.
Müzelerde, tarih cisme bürünür, görünür olur. Müzeler sanat ve kültür kültür üretimi için alanlar açar. Ve bunlar yapılırken iktidar ilişkileri de görünür yapılır. İktidar ilişkilerini görünür yapan ve yeniden üreten bu kurumların, feminist aktivistlerin de eleştirilerinin hedefinde olması normaldi. Kolektif kimlik oluşturma işlevi de gören müzelerde toplumum yarısını oluşturan kadınların, neredeyse hiç temsil edilmedikleri gerçeği belgelendikten sonradır ki, kadın müzeleri değişim talep eden alternatif kurumlar olarak olarak müze alanında çalışmaya başladılar.
Kadın müzeleri, her ülkede küçük bir grup aktivist kadının girişimiyle ortaya çıktı. Kadın müzeleri, geleneksel müzelerdeki cinsiyet körlüğüne karşı muhalefeti teoriden pratiğe dönüştürecek, değişime yol açacak alternatifler arayan oluşumlardı. Kadın müzelerinin öyküsü kırk sene önce böyle başladı. Bu öykü bugün de küçük ama sebatlı ve yaratıcı kadın grupları tarafından her ülkede, halen yeniden yazılmaya devam ediyor. Bu müzeler, kırk yıldır geleneksel müzelerdeki toplumsal cinsiyet körlüğüne, tarih, sanat ve kültürün taraflı ve eksik sunuma ayna tutuyorlar ve geleneksel müzeleri varlıklarıyla değişime zorluyorlar.
Geleneksel müzeler, sessiz ve ısrarlı bir şekilde toplumdaki cinsiyetler arası hiyerarşiyi yeniden üretir. Göz kamaştıran görkemleri hepimizi öylesine etkiler ki, bilinçli olarak yakından incelemediğimiz sürece bu etkileyici kurumlardaki cinsiyetler arası eşitsizliğin bilincine varmamız kolay değildir.
Feminist aktivist grup Guerrilla Girls New York’taki Metropolitan Museum’daki cinsiyetlerarası eşitsizliği incelemeye 1989 yılında başladı ve bu gözlemlerini 2005 ve 2012 yıllarında güncelledi. Ve ortaya feminist literatürde de kaynak olarak kullanılan “Kadınlar, Metropolitan Müzesi’ne girmek için çıplak mı olmalı?” isimli poster serisi çıktı. 2012 yılındaki araştırma sonuçlarına göre, Metropolitan Müzesi’nin modern sanat bölümünde sadece %4 kadın sanatçının eseri bulunmasına karşın, %76 oranında çıplak kadın bedeni sergilenmekteydi.
Geleneksel müzelerdeki cinsiyetlerarası eşitsizliğe dikkat çekmek için farklı bir strateji uygulayan Amsterdam’da açılan FemArtMuseum, 2006 yılındaki açılış bildirisinde, müzelerinde %96 oranında kadın sanatçının ve %4 oranında ise erkek sanatçının eserlerini sergileneceğini belirtti. Bu kararla, amaçlarının dünyadaki müzelerde sergilenen tüm sanat eserlerinin sadece %4’ünün kadın sanatçılara ait olduğu gerçeğinin, sanat alanındaki bu ayrımcığın, kendi müzelerindeki sürekli sergide her gün ifşa edilmesinin önemini vurgulamayı amaçlamışlardı.
Geleneksel müzelerde cinsiyetler eşitliğini sağlayacak yapısal değişikliği sağlamak kolay gerçekleşemiyor. Amaçlanan hedefe gidiş süreci çok yavaş yürüyor. Son yıllarda yapılan araştırmalar geleneksel müzelerdeki cinsyet eşitsizliğinin halen sürmekte olduğunu gösteriyor. Örneğin, 2019 yılında ”Plos ONE”da yayımlanan bir araştırmanın sonuçlarına göre; ABD’deki en saygın 18 sanat müzesindeki sürekli sergilerde eserleri yer alan 10.000’den fazla sanatçının % 87’sinin halen sadece erkek sanatçı olduğu tesbit edilmiş. Bu erkek sanatçıların da % 85’i de beyaz (Public Library of Science).
Kadın müzelerinde ”kapsayıcılık” konusuna gelince: Kapsayıcılık, kadın müzeleri arasında henüz yeterince tartışılmayan, ama çok hayatî önemi olan bir konu. Kadın müzeleri, kadın tarihini belgelemek, görünür kılmak, paylaşmak için kuruldular. Geçmişte ve günümüzde kadınları aktif özne olarak sunan bir kadın tarihi (Her-story) konseptini geliştirdiler ve uyguladılar. Fakat ilk bakışta harika görünen bu niyet bizi yanıltmamalı. Çünkü 2020 itibariyle dünyadaki 96 kadın müzesinin hepsi feminist konseptlerle çalışmıyor. Örneğin Çin, Viyetnam, Sudan gibi demokrasi ve insan hakları sorunları yaşanan otoriter ülkelerdeki devlet eliyle kurulan kadın müzelerinde, kadınlar sadece anne, savaş kahramanı ve fabrika veya tarım işçisi olarak temsil ediliyorlar.
Buna ek olarak feminist konseptle çalışan kadın müzelerinin de hepsi kapsayıcı değil. Her ne kadar kadın müzeleri bir muhalefet kurumu olarak ortaya çıktılarsa da, bu müzelerin halen çok azı kapsayıcı prensiple çalışıyor. Farklı kadın kimlikleri, her kadın müzesinde görünür yapılmıyor. Halbuki kadın müzeleri olarak, kadınlar hakkında sanki aralarında fark yokmuş gibi konuşamayız. Kadınların, ezilen cinsiyet olmak ve hayat veren cinsiyet olmak gibi ortak noktaları var ama bunlardan da öte kadınlar arasında varolan çeşitlilik çok daha büyük boyutlarda. Bu çeşitlilik bir kadın müzesinde kendine yer bulabilmeli. Bir çok kadın müzesi kadınların etnik, sınıfsal, dine dayalı ve toplumsal cinsiyet kimliklerinin, kesişimselliklerini yansıtmayı düşünmüyor, önemli bulmuyor veya ihmal ediyor. Halbuki, tüm bu kategorileri ayrıştırıcı unsurlar olarak olarak değil, fakat farklı derecelerde tezahür eden güç ilişkileri ve tahakküm gibi olgularla başa çıkabilmek için bir araç olarak kullanmak şansımız var.
Kadın müzelerinde kapsayıcı konseptin en önemli kriteri, kadın kategorisini her zaman bir çeşitliliğin temsili olarak görmek ve görselleştirmektir. Ve bunu yaparken de cinsellik, etnik, ırk aidiyeti veya engellilik, vatansızlık, göç nedeniyle marjinalleştirilmiş grupları ve bu grupları oluşturan kimliklerin, kesişimsellikleri de dikkate alınmalıdır.
Resmi tarih yazımına karşı alternatif bir hafıza alanı oluşturuyorsunuz. 2012 yılından itibaren kültür ve sanat alanındaki hafızaya nasıl müdahale ettiniz, alternatif bir alan yarattığınızı düşünüyor musunuz? Bu alternatif alanı yaratırken karşılaştığınız zorluklar nelerdir?
İstanbul Kadın Müzesi, kapsayıcı bir kadın tarihi yazmak için açıldı. Müzenin sitesindeki sürekli sergi dahil, 2012 yılından beri yapılan tüm geçici sergiler kapsayıcı kadın tarihi için birer örnek teşkil ediyor. Her yeni sergi projesinde, kendimize mutlaka sormamız gereken sorular var. Örneğin bu çalışma Türkiye toplumunu oluşturan her aidiyete saygı duyarak, aramızda iletişim sağlayacak mı? Serginin içeriği, her sergi ziyaretçisine kültürel miraslarımızın karşılıklı beğeniyle gerçekten sahiplenildiği duygusunu verecek mi?
İstanbul Kadın Müzesi’nin sürekli serginin konsepti de bu sorular zemininde tasarlandı. Ve ortaya “büyük büyük büyükannelerimiz”, “İstanbullu olmak”, “hemşehri” ve “biz” gibi kavramlar hakkında yeniden düşündürmeyi amaçlayan bir sergi çıktı. Sürekli sergi aynı zamanda, kadın tarihinin bu gün de yazılmaya devam ettiğine işaret ediyor. Örneğin 810 doğumlu dünyanın bilinen ilk kadın bestecisi Konstantinopollü Kassia ve 1600’lerin sonunda yaşamış bilinen ilk Müslüman kadın besteci Reftar Kalfa ile eserlerinde farklı müzik alanlarını kaynaştıran Türkiye’nin ilk kadın caz bestecisi 1960 doğumlu Ayşe Tütüncü’yle aynı alanda karşılaşmak, kadın tarihinin sürekliliğini ve bizim de bu tarihin bir parçası olduğumuzu hissettiriyor.
İstanbul Kadın Müzesi geçici sergileri için de aynı yöntemi kullanıyor. Örneğin kadınların yüksek eğitim hakkını elde etme mücadelesi belgeleyen “Kadınların Üniversitede 100 Yılı” isimli sergide kadın akademisyenlerin geçmişteki ve günümüzdeki öğretim ve idari kariyerlerinden örnekler verildi. Bu örnekler; Türkiye tarih yazımında alışılageldiği şekilde, sadece etnik Türk ve Müslüman akademisyen kadınlardan oluşmuyordu. İstanbul Kadın Müzesi’nin kapsayıcı konsepti doğrultusunda; Türkiye’nin ve dolayısıyla Türkiye akademiyasının kültürel çeşitliliği sergiye yansıtılmıştı. Serginin Rum, Ermeni, Musevi, Kürt, Çerkes kökenli ziyaretçileri; ait oldukları etnik veya dini grubun akademiyadaki varlığının (tarihteki varlığının) unutulmaması nedeniyle, çalışmanın kapsayıcı konseptinden etkilendiklerini sergi defterine not ettiler. Bu ziyaretçi notları, aslında Türkiye’nin kültür yaşamında bu tür bir görünürlülük konseptinin alışılagelen bir uygulama olmadığına işaret ediyordu.
Kapsayıcı konseptli bir diğer geçici sergi örneği ise, Avusturya ve Türkiye kadın tarihi arasında bir diyalog oluşturma projesi olan “İstanbul’da Karşılaşmalar” sergisidir. Bu sergide Hatice Turhan Sultan, Sırpuhi Düsap, Nuriye Ulviye, Eufrosyne (Marou) Samartzidou, Mihri Hanım, Leyla Bedirhan, Mari Paris Sukiasyan Pişmiş, Duygu Asena ve İvet Bahar gibi örneklerle Türkiye kadın tarihi örnekleniyordu.
Ötekileştirmeden, gözardı etmeden ve unutulanları hatırlayarak yazılan bir kadın tarihi
ve bu tarih bilinciyle geçmişe, şimdiye ve de geleceğe bakmak, toplumsal diyalog için önemli fırsatlar sunuyor. Paylaşılan alanlar iletişim sağlıyor. Kadın tarihi de bu alanlar arasında. Bu nedenle, İstanbul Kadın Müzesi’nin kapsayıcı konseptinin aynı zamanda bir toplumsal barış projesi de olduğunu her fırsatta vurgulamak gerekli.
İstanbul Kadın Müzesi’nin çalıştığı konularda alternatif alanlar yaratmanın önündeki en büyük zorluk, belge yetersizliği. Örneğin kadınlara yüksek eğitim yolunu açan ve 1914-1919 arasında eğitim veren Kadın Üniversitesi (İnas Darülfünunu) konusunda ilk elden bilgileri aktaran Kadın Üniversitesi’nin sekreteri Zehra Celasin’den günümüze sadece bir tane fotoğraf kalmış. Bu bağlamda kadın tarihinin yazılmasına katkı verecek araştırma kaynaklarını toplama amacıyla 1990’da açılmış olan Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi Vakfı’nın, bilgi ve belge oluşturma çabalarının herkes tarafından desteklenmesi gerektiğinin önemine dikkat çekmek istiyorum. Belge olmadan kadın tarihi yazmak olanaksız. Belge yetersizliğine ek olarak kadın tarihi konusundaki akademik araştırmalar da nitelik yani kapsayıcık açısından arzu edilen yeterlikte değil. Türkiye’deki feminist tarih araştırmalarında Türk kökenli ve Müslüman olmayan kadınlar konusundaki bilgilere halen ender rastlanıyor.
İstanbul Kadın Müzesi’nin açtığı alternatif alanlar sadece Türkiye’yle sınırlı değil. Organize edilen uluslararası buluşmalarla, kadın müzelerinde kapsayıcılık veya feminist pedagojinin müzelerde uygulanma örnekleri gibi konuları, uluslararası kadın müzeleri gündemine taşıyoruz. Bu konulardaki Türkçe ve İngilizce yayınlarımızla kadın müzeleri hakkındaki literatüre önemli katkılar sağlıyoruz.
Fiziksel mekâna geçmeniz önündeki zorluklar nelerdir? Bu zorluklar bürokratik, finansal, ya da alanın erkek egemen olmasından mı kaynaklanıyor?
İstanbul Kadın Müzesi’nin nasıl bir fiziksel mekân sahibi olmak istediği hakkında çok net beklentileri var: Bu mekân sürekli ve geçici sergilerine alan açabilmeli. Her sergi için özel geliştirilmiş müze eğitim programları ve sürekli ve geçici sergilerin içeriğini zenginleştirecek kapsamlı kültür etkinliklerini sunabilecek şartlara haiz olmalı. Araştırmacılara sürekli sergideki biyografiler hakkında çıkmış yayınları içeren bir kütüphane ve okuma salonu sunabilmeli. İstanbul Kadın Müzesi’nin 2012’den beri yapageldiği uluslararası kadın müzeleri konferanslarını ve 2020’de başlayan Türkiye kadın müzeleri kongrelerini devam ettirebilecek mekânsal olanakları bulunmalı. Yani hem kente yakışan hem de İstanbul Kadın Müzesi’nin konseptine ve beklentilerine uygun çağdaş bir müze olarak çalışabilmek için minimum 3000 m2 alana gerek var. Bu beklentinin önündeki engel parasal. Fakat İstanbul Kadın Müzesi gönüllüleri olarak bizler, varolan beceri sermayemizi ve kıymetli enerjimizi fiziksel mekân sahibi olmak için çaba göstermeye harcamak yerine, İstanbul Kadın Müzesi’nin çok büyük kesimleri heyecanlandıran, mutlu eden ve esinlendiren projelerini gerçekleştirmek için kullanmayı tercih ediyoruz.
Uluslararası Müzeler Konseyi (ICOM) Başkanı Suay Aksoy’un bir konuşmasında İstanbul Kadın Müzesi hakkındaki saptamaları bu tercihimizin doğruluğunu teyid eder nitelikte. Suay Aksoy şöyle demişti: “İstanbul Kadın Müzesi, fiziki bir mekânı olmadan, ama olmadığını neredeyse unutturarak, temelde insan hakları kısıtlamalarını tartışan bir platform. Hâlâ bir kent müzesine sahip olmayan koca İstanbul’da, bir dijital kadın müzesinin insan hakları kısıtlamalarını tartışacak olan bir platform açma misyonuna talip olmasını heyecan verici bir gelişme olarak değerlendiriyorum.”
İstanbul Kadın Müzesi’ni, dünyadaki ve Türkiye’deki diğer kadın müzelerinden farklı kılan unsurlar nelerdir?
İstanbul Kadın Müzesi’nin profilini oluşturan önemli özelliklerin başında, kent kadın müzesi konseptiyle çalışması geliyor. Şu anda dünyadaki 96 müze arasında kendini “kent kadın müzesi” olarak tanımlayan başka kadın müzesi yok. Kent kadın müzesi profiline rağmen, İstanbul Kadın Müzesi bir çok etkinlik vasıtasıyla ulusal ve uluslararası yoğun iletişim içinde. Ayrıca sanal müze Türkçe, İtalyanca, Almanca ve İngilizce hizmet veriyor. Sosyal medya hesaplarında her gün özel bir müze pedagojisi konsepti uygulanıyor. Bu program Türkçe, Almanca, İngilize, Fransızca olarak düzenli ve düzensiz aralıklarla da İspanyolca, Katalanca ve Arapça dillerinde sunuluyor. Dünyadaki 96 kadın müzesinin 19’u sanal müze. Bu müzeler arasında sosyal medya performansını belli bir konsept çerçevesinde ve bu kadar geniş dil çeşitliliği ile sürdüren başka kadın müzesi bulunmuyor.
İstanbul Kadın Müzesi’nin önemli bir diğer özelliği ise, dünyadaki az sayıdaki kapsayıcı konseptli kadın müzelerden birisi olmasıdır. Diğer kapsayıcı konseptli kadın müzelerini “Kadın Müzesi: Toplumsal Bellek Merkezi ve Kapsayıcı Mekân” isimli derlemede incelemek mümkün.
Türkiye’de şu anda İstanbul Kadın Müzesi ile birlikte beş kadın müzesi ve iki kadın müzesi girişimi bulunuyor. İki kadın müzesi girişimi henüz gelişim aşamasında olduğu için, onlarla değil ama diğer beş kadın müzesi ve İstanbul Kadın Müzesi arasındaki fark hakkında düşünürsem, İstanbul Kadın Müzesi’nin varoluş prensibinin kapsayıcılık talebi olduğunu vurgulamak en önemli bulduğum özellik. İstanbul Kadın Müzesi, bu talebini feminist bir konsept ve kent kadın müzesi profiliyle pratikte uygulamak için yöntemler geliştiriyor. Müzenin bu çabasının da önemle vurgulanması gerektiğini düşünüyorum. İstanbul Kadın Müzesi, ayrıca karşılıklı beslenmeye olanak sağladığı için akademiyle işbirliğine özel önem atfediyor, örneğin SU Gender gibi gruplarla projeler geliştiriyor.
Son olarak önemli bir konuya dikkat çekmek istiyorum: Burada İstanbul Kadın Müzesi’nin sadece bir bölümünü konuşma fırsatı bulabildiğimiz farklı çalışmaları, ancak sayısız gönüllüsünün her alandaki özverili desteği sayesinde mümkün oluyor. İstanbul Kadın Müzesi, gönüllüleri sayesinde varolan bir müze. Bu da kadın müzelerinin çoğunluğunun ortak bir özelliğidir.