Hera Büyüktaşcıyan The Sky in My Palm, 2018

Galerist’ten Mavinin Peşinde Bir Sergi

Galerist’te 24 Eylül’de açılan "Distilled From Scattered Blue" sergisi mavinin melankolik çağrışımları üzerine düşünmeye davet ediyor. Serginin küratörü Károly Aliotti’yle mavinin gizemini ve kavramsal çerçevesini konuştuk.

//

Küratörlüğünü Károly Aliotti’nin üstlendiği Distilled from Scattered Blue 24 Eylül’de Galerist’te açıldı. Mavinin melankolik çağrışımları etrafında şekillenen karma sergide Abdülmecid Efendi, Murat Akagündüz, Erol Akyavaş, Semiha Berksoy, Albert Bitran, Katrien de Blauwer, Hera Büyüktaşcıyan, Nejad Devrim, Marlene Dumas, Nermin Er, Max Ernst, Candeğer Furtun, Ahmet Doğu İpek, Fatoş İrwen, Şahin Kaygun, William Kentridge, Onur Kılıç, Gustav Klimt, Çağla Köseoğulları, Nermin Kura, Dora Maar, Basim Magdy, Kate MccGwire, Joan Miró, Mübin Orhon, Lara Ögel, Erman Özbaşaran, Anıl Saldıran, Sarkis, Léon Spilliaert, Yaşam Şaşmazer, Defne Tesal, Clare Twomey, Elif Uras ve Masao Yamamoto’nun eserleri yer alıyor. 2 Kasım’a kadar devam edecek olan Distilled From Scattered Blue sergisini küratörü Károly Aliotti’yle konuştuk.

Öncelikle serginin başlığı olan Distilled from Scattered Blue’dan konuşalım. Lavinia Greenlaw’ın From Scattered Blue şiirindeki bir mısradan ödünç alınmış bir başlık. Tabii ki çok şiirsel. Mavi rengin ya da mavi tonlarının bir araya getirilip saflaştırılması veya özü çıkarılması anlamı da var sanki… Nasıl çıktı bu başlık ve içinde neler taşıyor?

Serginin hissi uzun yıllardır zihnimde dolanıyordu, neredeyse bir senedir de üstüne aktif olarak çalışıyordum, ancak başlık her zamanki gibi son anda yerine oturdu. Lavinia Greenlaw’u daha önce bilmiyordum; başka bir kitabını okuduğumda keşfettim ve ardından şiirlerine dalarak bu mısrayla karşılaştım. Aslında, serginin özeti tam da bu cümlenin ifadesi diyebilirim. Bu sergide, birbirinden çok farklı repertuarlardan bir araya gelen birçok eser üzerinden (ve aslında fikri, duyguyu, altmetni vs), mavinin alışılagelmiş çağrışımlarından ziyade, içinde barındırdığı derin bir duygunun peşine düşüyoruz. Tüm bu süreçte cevaplarını arayan sorular, tüm bu eserler üzerinden bir özü damıtmayı amaçlıyor desem yanlış olmaz sanırım.

Mavi; yaraya, hafızaya, özleme, yalnızlığa ve mesafeye dokunuyor… Aynı zamanda melankolik çağrışımları da var. Çok derinlikli bir renk, çok anlam yüklediğimiz belki de bir şekilde ve şu muhakkak ki gizemli. Sizin için ne ifade ediyor?

Mavi, gerçekten de diğer renklerden farklı bir yere sahip – tarihsel olarak da, güncel bağlamda da herkes için farklı anlamlar taşıyor. İlk anda gökyüzü, ferahlık, huzur gibi çağrışımlar akla gelse de, gerçekte çok daha karmaşık; derin ve ağır bir yanı da var. Mavinin hem fiziksel hem de metaforik bir renk olarak taşıdığı katmanlar ve çağrışımlar, neredeyse duygusal bir haritayı anımsatıyor. İyileşse de izi kalan yaralar, zaman geçtikçe soluklaşan anılar ya da hafiflese de geçmeyen bir özlem… Hasret. Mesafe. Yas. Bütün bunlar mavinin içinde buluşuyor. Bir yandan huzur ve sakinlik getirdiği düşünülse de, mavi aslında içimizdeki karanlık köşelere de ışık tutuyor. Kolayca silinmeyen bir iz bırakıyor; onu anlamaya çalıştıkça, her seferinde daha yoğun bir anlam kazandığını fark ediyorsunuz. Beylik laflar ediyor olmak istemem, ama bazen mavinin içinde kaybolmak, kendimizi bulmanın en doğru yolu olabilir. Mavi ve sergide peşine düştüğümüz metaforik anlamları, bizi hem kendimizle yüzleşmeye hem de bu yüzleşme sonucunda ortaya çıkan her şeyi kabullenmeye davet ediyor.

Daha önce yaptığınız Dark Deep Darkness and Splendor sergisinin de devamı bu sergi…

2017’de o sergiyi Nilüfer Şaşmazer ile beraber, yine Galerist’te yapmıştık. Başlığını David Lynch’in aynı ismi taşıyan bir eserinden alan sergi, Batı kültüründe siyah renkle ilişkilendirilen üzüntü, keder, yas, ölüm gibi olumsuz yan anlamların ötesinde konumlanan; yaratma, var olma anındaki devinimin özelliklerini içinde barındıran gizemli bir güç olarak siyaha odaklanıyordu. Kozmos, toprak ve melankolinin birbirleriyle kimi zaman kesişen düzlemlerinde buluşuyordu. Tıpkı o daha yalın, daha hüzünlü bir siyah yerine daha bereketli ve yaratıcı bir siyahın peşinden gidildiği gibi, bu sergide de mavi renginin ardındaki o tuhaf duyguya parmak basmaya çalıştık. Bu sergi o serginin devamı niteliğinde diyemeyiz, bu bir renk serisi değil neticede – bunun altını tekrar tekrar çizmek isterim – ama bir yakınlıkları olduğu yadsınamaz.

Dora Maar, Untitled No.89

Sergiyi oluştururken sanatçı ve eser seçimlerinde en çok neleri göz ettiniz?

Bu fikrin bir süredir zihnimde demlendiğinden bahsetmiştim. Bu süreçte, serginin bel kemiğini oluşturabilecek bazı işler, ya da imgeler aklımda birikiyordu. Tabii ki bu serginin ana şemsiyesi, alt başlıkları yıllar içinde defalarca değişti ve dönüştü. İlk başlarda bir araştırma sergisi düşünürken, çok daha güçlü ve aydınlık bir mavi varken aklımda, daha tarihsel ve akademik geçmişine odaklanırken; bugün serginin geldiği mavi çok daha yoğun, daha karanlık. Bu da bence çok doğal bir süreç, hem zaman içinde biz değişiyoruz, hem bizi cezbeden bazı mevzuları araştırdıkça hayal ettiğimizden çok farklı olduklarını fark ediyoruz. Mavi de öyle oldu – başta beni çeken mavi, zaman içinde çok yüzeysel ve anekdotal gelmeye başladı. Dolayısıyla zaman içinde beliren, hafıza, özlem, mesafe, yalnızlık, geçmişten izler, dolayısıyla yaralar, belki çürümeler gibi alt başlıklar ağır basmaya başladı.

İlginizi çekebilir:  Abramovic'in Operası 'Dünyanın En Büyük Dijital Tuvali'nde

Bir iki örnek vermem gerekirse:

Marlene Dumas’nın – en nihayetinde sergiye dahil edemedik ama – bir eseri vardı, Dorothy-Lite. O eser mahremiyet üzerinden dikkatimi çekmişti, fakat uzun uzun baktıkça, daha ziyade açık etmeyi, izleri ve yaraları anımsatmaya başladı. Bunun üzerine Lara Ögel’in bir seramiğinde yara görünce, hemen ardından da Fatoş Irwen’in deride bir yarayı anımsatan ve dikiş izleri olan bir eserini de görünce, artık bazı fikirler pekişti ve alt temalardan biri oluşmaya başladı. O sırada Semiha Berksoy’un kendi böğrünü açmış bir otoportresi geldi aklıma – göğüs kafesinin içinde siz deyin bir okyanus ve dalgalar, ben diyeyim binbir mavi yara izi, ve onları açık etmenin cesareti. Şunu demeye geliyorum ki; sergi konusu ve alt metinleri önden geliyor, eser seçimi ardından geliyor gibi bir sıralama yok, bazen bazı eserler tek başına tema bile yaratabilir, bu organik bir süreç.

“Herkesin Mavisi Kendince, Kendine”

Başka bir örnek vermem gerekirse, Clare Twomey’nin eseri mesela: Görünmez Vazo. Bir ziyareti sırasında, British Museum’daki bir vazonun tamir edilmiş kırıklarının izini farkediyor… Fakat metinde ve arşivlerde hiç bu kırıklara değinilmediğini görünce, kırıkları, kusurları saklamak üzerine düşünmeye başlıyor. Kendi eserinde ise bu kırılmış vazonun sadece kırıklarının izinden, iskeletinden bir vazo üretiyor – içinde bir şey tutamayan bir vazo, sadece kırıklarından ve kusurlarından oluşan. Bu da bir tavır.

Zaman içinde bu başa çıkamadığın maviliğin zaman içinde kuruması, taşlaşması, küflenmesi, içinde mantar gibi türemesi gibi imgeler belirmeye başladı – ve bunun üzerinde Yaşam Şaşmazer geldi tabii ki akla. Veya mavinin uçuculuğu vs vs ile ilgili düşünürken, daha öncesinde sadece kitaplardan bildiğim ve aklıma kazınmış bir imge olarak duran Abdülmecid Efendi’nin bir eseri çıktı yüzeye: küllükte yanan bir sigara, ucundan yükselen mavi bir duman…

Herkesin mavisi kendine diyorum sürekli, uçarıdır mavi, kaçarıdır diyorum; tutamazsın diyorum. Sonra Hera Büyüktaşçıyan’ın atölyesinde kendi elinden bronz bir kalıbın içinde duran iki parça mavi taş görüyorum… o tutmuş işte denizden veya gökyüzünden bir parça. Böyle beliriyor sergiler; yavaş yavaş, kendi kendine.

Sergi yayının tasarımı ve içeriği nasıl şekillendi? Cyanotype tekniği kullanılarak yapılan şömizlerle her bir kopyanın eşsiz hale getirilmesinin arkasındaki düşünce nedir?

Dark Deep Darkness and Splendor yayınını çok güvendiğimiz bir tasarımcı olan Okay Karadayılar’la yapmıştık, dolayısıyla aynı sularda yüzen sergiler olduğu için tekrar onunla çalışmak istedim, çünkü bu konunun nüanslarından ve serginin dilinden anlayacağına şüphe yoktu. Bu sergiye hazırlanırken her zaman olduğu bir çalışma defteri hazırlamıştım, içinde notlar, ulaşılabilir/belki ulaşılır/kesin ulaşılamaz eserler, çeşitli kitaplardan kestiğim paragraflar, alakalı alakasız şiirler… Okay da bu notlardan yola çıkarak, bu serginin kitabının bir defter tadı olması, bu kişisel tadı koruması gerektiğini ve bunun üzerine kitabı kurgulamak istediğini savundu. Şömize gelecek olursak, tüm sergi boyunca mavinin insanı bir nevi sarıp sarmaladığından, bazen ele geçirdiğinden bahsediyoruz. Bu kitap için de dolayısıyla, mavi bir şömizin kitabı sarması fikri bize anlamlı geldi. Hatta gözümün önünden gitmeyen görsel Nermin Kura’nın sergideki Gök Konca isimli eseriydi – dışı mavi mürekkep gibi olan ama içindeki açık çiçek/yara’nın ten pembesi olan… kapakta da bu tada ulaşmaya çalıştık.

Son olarak da Cyanotype mevzusu var – namı-diğer mavi baskı tekniği… Cyanotype, 1840’larda ortaya çıkmış ve aslında güneş ile baskı yöntemlerinden bir tanesi. Bu 1000 adet kitabın her birinin özgün, elde tek tek üretilmiş bir gömleği/kılıfı olması da tabii ki bize çok manalı geldi. Neticede herkesin mavisi kendince, kendine. Kitap mühim konu. Bence sergi kitapları da belki daha bile mühim olabilir – neticede o kadar emek veriliyor, hikâyeler yazılıyor, araştırmalar yapılıyor, zaman geçiyor, sergi bitiyor – geriye ne kalıyor? Kitaplar.

Previous Story

MeshRu “Kıyının Getirdikleri”yle Açıldı

Next Story

Frieze London’da Keşif Vurgusu

0 0,00
02_ArtDog_CD_Logo_RGB_Black

BÜLTEN

Türkiye ve dünyadan haftalık kültür-sanat haberleri, inceleme yazıları, sergiler ve etkinlikleri takip et.

Bülten aboneliğinde ArtDog Istanbul’un gizlilik sözleşmesini kabul etmiş olursunuz.