İlk öyküsü “Olumsuz Hikâye” 1956’da Seçilmiş Hikâyeler Dergisi’nde yayımlanan Füruzan, 1956-1957 yılları arasında yazdığı bir dizi öyküden sonra 1968’e kadar öyküye ara verir. Füruzan daha sonraları bu öyküler için “onlar bakış açısı olmayan edebiyat denemeleriydi,” diyecektir. Füruzan’ın kendi metinlerine düştüğü bu yorum, yalnızca bundan sonra yazacaklarına değil bir yazın türü olarak öyküye dair vaadinin de ifadesidir. Bundan böyle “vaad”i olan ve “özgün bir bakış açısı”na sahip öyküler yazacaktır Füruzan.
İlk öyküsünün yayımlanışının üzerinden 15 yıl geçer ve 1971’de “Parasız Yatılı” yayımlanır. Yayımlanır yayımlanmaz da Türkçe edebiyatta örneğine pek az rastlanır bir yankı uyandırır. Bu kitap 1972 Sait Faik Öykü Ödülü’ne değer görülür ve aynı yıl ikinci baskısını yapar. “Parasız Yatılı” yoğun bir ilgiyle karşılanmıştır. Çünkü bu ilk kitapla kendine özgü bir öykü anlayışı edinmiş, daha önemlisi, bir öykü dili kurmuştur Füruzan. Öykücülüğümüzde böylesine etki yaratmış ender kitaplardan biri de Onat Kutlar’ın İshak‘ıdır.
“Füruzan Olayı”
1971’de yayımlanan Parasız Yatılı‘yı 1972’de “Kuşatma”, 1973’te “Benim Sinemalarım” izler. Peş peşe yayımlanan bu kitaplar aynı vaadi ve benzer bir önermeyi bir bütün olarak taşıdığı için Semih Gümüş’ün de yerinde tespitiyle aslında “tek bir kitap olarak da okunabilir.” Bu üç kitap edebiyat dünyasınca övgü ve coşkuyla karşılanır. Kitapların “durağanlaşan öykücülüğümüze yeni bir dinamizm” kazandırdığı yorumu yapılır.
Ece Ayhan onun için “Füruzan hikâyeye saygınlık kazandırdı” der. Ülkü Tamer ise “Parasız Yatılı“ için “Çağdaş bir klasik” nitelemesini kullanır. Eleştirmen Mehmet H. Doğan, Füruzan’ın bu çıkışı için “Sanki o yer boştu, onun için ayrılmıştı da geldi, yerine oturdu” der. Bu saptama nevi şahsına münhasır dediğimiz yazarlar için geçerlidir. Türkçe edebiyatta bu tanıma sığacak yazar sayısı azdır. Benzer bir saptama Bilge Karasu, Ece Ayhan, Oğuz Atay, Vüs’at O. Bener, Leyla Erbil ve Latife Tekin için de yapılabilir.
Bu üç kitabının ardından 1982’de “Gecenin Öteki Yüzü”, 1985’te Kuşatma’daki “Gül Mevsimidir” öyküsü bağımsız olarak ve 1999’da “Sevda Dolu Bir Yaz” yayımlanır. Füruzan’ın yankısı sürgit devam etmektedir. Tüm bu olup bitenler edebiyat tarihinde “Füruzan Olayı” olarak kayıt altına alınır.
Füruzan’ın tüm öykü kitaplarına bakıldığında şu üç özellik öne çıkar: Etkileyici, benzersiz bir duyarlık, dönemin toplumsal koşulları ve bu değişim ve dönüşümün bireyler üzerindeki etkisi ve yoksul aile bireylerinin var olma sancısı. Nursel Duruel’in tanımıyla Füruzan; “Toplumun çeşitli kesimlerinden insanları, pek çok hayatı aynı başarıyla verir öykülerinde, ama öncelik ‘yoksullarda, hor görülenlerde, zengin olmadıkları için birçok şeyden eksik ve geri kalanlarda’dır; özellikle de çocuklarda ve yeniyetmelerde.” Öykülerin çoğunda anlatıcılar çocuk kahramanlardır. Hepsi yoksuldur ve yoksulluğun derin ve zengin bilgisini sezdirir bize. Füruzan’ın öykülerinde “anne ve çocuk” motifi de önemli bir yer tutar.
Füruzan’ın Bütün Yükü Ayrıntılardadır
Aslında Füruzan’ın öyküleri Türkçe edebiyatın geleneksel izlerini taşır. Ama onu farklı kılan, öykülerinde yarattığı atmosfer ve daha önemlisi, ayrıntıları aktarma biçimindeki ustalıktır. Çünkü Füruzan’ın bütün yükü ayrıntılardadır. Ayrıntıları bayağılaştırmadan, ucuzlaştırmadan, gözünüze sokmadan verir. Sadece gözlem gücüyle veya derinlikli bir okumayla elde edilen bir ayrıntı bilgisi değildir bu, ayrıca benzersiz, etkileyici bir duyarlığa sahiptir Füruzan ve asıl başarısı onun bu kumaşında saklıdır. Kimi yerlerde bu ayrıntıları sus’ar Füruzan. Bilerek ve isteyerek sustuğu bu yerlerde okuru yazmaya çağırır. Öykücülüğünün asıl gücü, bana kalırsa, yazılmayanı da sezdirmesi, okuru bu sus’lara, yazılmamış yazıya göndermesi, yani okuru da metnin yazılma sürecine katarak “yazarlaştırma”sıdır. Füruzan’ın vaktiyle vaat ettiği, öykülerinde vuku bulur böylece.
“Parasız Yatılı” öyküsüne odaklanan bir okumayla yukarıda söylediklerimi desteklemeye ve Füruzan’ın öykücülüğüne biraz daha eğilmeye çalışacağım. Bunu yaparken daha çok cümle çözümlemeleriyle ilerleyeceğimi, öykünün anlamına ilişkin çıkarsamaları tek tek cümlelerden hareketle ve semantik açılımlarla sunmaya çalışacağımı belirtmek isterim. “Parasız Yatılı” hiç kuşkusuz, burada söylenenlerden çok daha fazlasını içermektedir.
“Parasız Yatılı”da Yoksulluk Vurgusu
“Parasız Yatılı” öyküsünün daha ilk paragrafında yoksulluk vurgusu vardır. Mısır Çarşısı’nda herhangi bir börekçide haliyle ucuz bir öğle yemeği yenecektir. Ancak bu durum için annenin ağzından şöyle bir cümle çıkar: “N’olacak, kırk yılda bir ziyafet.” Bu ziyafete karşılık keyifli bir bedel ödenecektir elbette. Cağaloğlu’na yürüyerek gidilip gelinecek, köprüden eğlene güle dönülecektir. Füruzan bu paragrafta “yoksul” sözcüğünü kullanmaz. Ne de bir mazlumluk vurgusu yapar. Ancak metin boyunca özellikle yemeğe ilişkin betimlerde ortaya çıkan yoksulluk ve mazlumluk, burada son derece incelikli bir biçimde, gündelik bir dil içinden sezdirilmektedir.
- “Annesi durmadan konuşuyordu. Böyle konuşkanlığının olduğu geçmişteki tek günü, hastaneye hastabakıcı olarak aldıkları gündü.”
Annenin konuşkanlığının nedeni, kızının parasız yatılı imtihanını kazanıp öğretmen çıkacağı hayaline neşeyle kapılmış olmasıdır. Küçük kızın bilincinden süzülüp gelen bu cümlede, geçmiş bir deneyimden hareketle yapılmış bir çıkarsama saklanmaktadır. Anneyi konuşkanlaştıran iki farklı durum bir ortak paydada açığa çıkar: Yoksulluktan kurtulma umudu.
- “Çocuk, o zamanlar üçüncü sınıftaydı. Önlüğü ağarık bir kara olmuştu.”
Önlüğün renginin “ağarık bir kara”ya dönüşmesi, bu önlüğün en az üç yıldır giyildiğini yahut bir başkasının eskisi olarak alınıp halen kullanıldığını imler. “Ağarık bir kara” nitelemesi Füruzan’ın gözlem gücünün, ayrıntıyı verme biçiminin, etkileyici ve benzersiz duyarlığının ustalıklı bir ifadesidir.
Öykünün devamında “Arka sırada oturmayı, Kızılay kolundan yemek yemeyi, ulusal bayramlarda şiir okumamayı…” diye uzayan bir cümle var ki, Cumhuriyet çocuğunun portresini gözler önüne serer. Ulusal bayramlarda şiir okutulmayan, sınıfta arka sırada oturan çocuklarla ilgili benzer bir söyleme Ece Ayhan’ın Devlet ve Tabiat’ında da rastlarız. Füruzan burada yoksulluğun devlet nezdindeki ötelenmişliğini, model olarak sunulamazlığını, arka sıralara itilmişliğini, gözden ırak tutuluşunu, onlara biçilen rolü yine kendine özgü üslubuyla, dillendirmeden ima etmektedir.
Başhemşire iş görüşmesinde anneye şöyle konuşur:
- “Genç, güzel kadınsın. Burada oluru olmazı bulunur. Ciddi ol. Bir şey denirse senden bilirim. Malum, kancık köpek kuyruk sallamadıkça hikâyesi. Kendinden mi yanağının, dudağının rengi? İşte bilmem artık.”
Yoksul ve işçi bir kadının toplum tarafından nasıl algılandığının resmi ağzıdır bu konuşma. Çünkü yoksullar cinsiyetsiz ve potansiyel suçludur iktidarın gözünde. Bu konuşmayı yine bir başka kadının ağzından duymak hiç de şaşırtıcı değildir. Çünkü iktidarın da cinsiyeti yoktur. İktidar, sorgusuz sualsiz mutlak itaat bekler yoksul işçilerden. Bu, devamlılığın sağlanması için değişmez bir yasa gibidir. Aksi takdirde iktidarın işaret parmağı kapıyı adres olarak gösterir. Başhemşire konuşmaya devam etmektedir: “Doktorlardan, şundan bundan yakınmak yok. Bir işte kalıcı olmak isteyen başta gelenlerine uyar.”
Anne, hastabakıcı olarak işe başlayacağı için ancak izinli günlerinde eve dönebilecektir. Bundan böyle küçük kız sabahları tek başına boş bir eve uyanacaktır. Annenin evden ayrılacağı ilk gece, bu boşluk duygusu, kırk yılda bir bakkaldan alınan tahinhelvası ve peynirle yapılan tükenmezle doldurulmaya çalışılır. Ancak Füruzan evde oluşacak bu boşluğu, aile bireylerinin tamamını biraraya getirerek daha da görünür kılmak ister gibidir: Anne, kız ve babadan kalma yadigar muşamba ile. Böylelikle masadaki aile fotoğrafı tamamlanmış olacaktır. Babanın “mavi çiçekli” olduğu bu fotoğraf eski günlerden kalma ve bugüne eksiklik olarak eklenen bir şeyin ifadesidir:
- “İlk evden ayrılacağı gece tahinhelvası aldılar bakkaldan. Peynirle tükenmez yaptılar, masalarına mavi çiçekli muşambalarını serdiler. Bu muşamba eve babasının yaşadığı günlerdeki düzenden kalmış, ferahlığın, korkusuzluğun anısıydı.”
Eksik baba, güvencesizliğin ve dillendirilemez bir çaresizliğin de göstergesidir. Babanın yokluk hali zaten bir sonraki cümlede “[…]sessizlik olup yerleşmişti odalarına.” diye dile getirilecektir.
- “Muşambalarını annesi gereksiz yere bir iki kez silmişti.”
Muşambaya, yani “mavi çiçekli” babaya gösterilen özen bir kez daha vurgulanır burada. Tekrarbetekrar yapılan silme işi, babadan kalma hatırayı da temiz tutma isteği olarak okunabilir.
Annenin vaateri genelde yeme ve giyinme gibi temel ihtiyaçlar üzerinedir, ancak bu vaatler birer ödül gibi sunulur. Annenin yokluğunda her sabah bir başına uyanmak zorunda olan çocuğa anne tarafından verilen ödül ise şu cümlede açıkça sunulur: “Her sabah helvayla ekmek yersin.”
- “Ağır hastalara özel yemek çıkarmış, onlardan kalan tavuklar falan olurmuş haşlanmış. Sarıveririm pakete, gizli değil ha, zaten dökülüyormuş. Ziyafet çekeriz kendimize.”
Hastalardan yoksullara kalan artıklar yine “ziyafet” olarak adlandırılır. Annenin ağzından dökülüveren bu cümlelerde bu eylemin iktidarın gözünde bir suç olarak görülmediği de ayrıca duyurulur.
- “Oysa beden eğitimi dersine o katılmazdı.”
Kız çocuğu için kurulan bu cümlede yine fena bir eziklikle karşılaşırız, çünkü beden eğitimi derslerine katılabilmek için eşofman, fanila vb. birçok giysinin olması gerektir. Kahramanımız “yardım kolundaki” çocuklardandır, devletin temsili olarak öğretmen “onlar için de düşündüklerimiz var tabii,”der. Bu yardım kolundakilerin payına düşen ise “koridorlarda, hep açık kalmış muslukların sesini dinlemek, gölgeli ışıksız camlardan kışı, kentin yapılarını seyretmektir.” Füruzan, iktidarın içler acısı durumunu gözler önüne sererken ayrıca okura yoksulluğun mimarisini de seyrettirir burada.
- “Benim kızım yıllardır yalnız uyanır sabahları […]”
Öykünün ilerleyen bölümlerinde anne tarafından kurulan bu cümle, yoksul çocukların hayatın karşısına sabahtan çıkmak zorunda olduğunu sezdirir. Çünkü yoksul çocuklar tez elden büyümek, sorumluluğu erkenden ve ezelden almak zorundadır. “İlk kez gecenin uzunluğunu öğrenmeye başlamıştı.” cümlesiyle bu gerçeği iyice pekiştiren Füruzan’a, anne övgüyle karışık şu cümleyle karşılık verir gibidir: “ Sanki o çocuk olmamıştır […]”
- “Yokuştan yukarı çıkarlarken sırt hamallarının yüklendiği kâğıt topların üstüne doğru yağmur çiselemeye başladı.”
Yoksulların iktidar karşısındaki çaresizliğini daha önce hep sınıfsal olarak veren Füruzan, burada yoksulları başka bir yasa koyucu gücün karşısına çıkarır: Doğa. “Yağmur ve kâğıt toplar” yan yana gelemeyecek iki sözcük gibi bir aradadır. Okura ise bu son derece sinematik manzaraya seyirci kalmak düşer. Anne ve kızın yürüdükleri yol, parasız yatılı imtihanının yapılacağı okulun yoludur. Bu sebeple yolu niteleyen “yokuş ve yukarı” sıfatları ayrı bir anlam kazanmaktadır. Öykünün devamında “Yağmurun yağışı hızlanmıştı” diyerek hamal, anne ve küçük kızın çaresizliğinin altını bir kez daha çizer Füruzan.
“Parasız Yatılı” öyküsünün kilit cümlelerinden biri de şudur:
- “Yüksek bir duvarın yanındaki kapıda durdular.”
Bu, çocuğun parasız yatılı imtihanına gireceği okulun kapısıdır. Okul yüksek bir duvarla örülüdür ve anne-kız kapının önünde durmaktadır. Bu kapı yalnızca bir okul kapısı değil, anne ve kızın bundan sonraki hayatlarının “hayal kapısı”dır da. Hatırlayalım, parasız yatılı imtihanların asıl adı “devlet parasız yatılı imtihanı”ydı. Başında devlet sözcüğü bulunan bir imtihan bu. Bu nedenle bu zorlu kapı aynı zamanda “devlet kapısıdır” da. İktidar karşısındaki çaresizlik müthiş bir şekilde resmedilir burada.
Öykünün sonuna doğru anne, devletin temsili olarak hademe kadına “saygıyla” bir soru sorar, buna karşılık hademe kadın “ilgisizce” yanıtlar anneyi. Füruzan, devlet ve halk ilişkisini özenle seçtiği iki sözcükle verir burada: “saygılı ve ilgisiz”. Ayrıca, iktidarın temsilinin burada da bir kadın olması (daha önce başhemşire olarak çıkmıştı karşımıza) bir tesadüf olmasa gerektir.
- “Çocuk annesinden ayrıldı. Kıyısı duvarlı taş yolda yürümeye başladı.”
Kıyısı duvarlı taş yol, iktidarın kapısına giden yoldur. Daha önce “yokuş ve yukarı” sıfatlarıyla nitelenen yolda anne ve kızı birlikte yürüten Füruzan, iktidarın kapısına yaklaşıldığında çocuğu bir başına bırakmıştır. Üstelik bu zorlu kapıya giden yol “duvar ve taş”tan örülmüştür.
- “Hademe kadın, görmedikleri bir iskemleyi görmedikleri bir çatının oraya çekip oturmuş, yün örmeye başlamıştı.”
Füruzan’ın bilerek ve isteyerek sustuğu ayrıntılar bu cümlede ustalıklı bir biçimde görülür. Çünkü iktidar değil iktidarın temsili olarak hademe kadın, elbette bir koltuğu değil “kimsenin görmediği bir iskemleyi” ve tabii ki bir kata değil “kimsenin görmediği bir çatı”ya çekip iyice saklandıktan sonra sınıfsal konumunu yoksullara özgü gündelik bir uğraşla açık eder: “yün örer.”
- “Çocuk, dönemeçte arkasına baktı. Dış kapıda annesi yağmurun altında gülümseyerek duruyordu.”
Öykünün final cümlesinde yoksul ailenin var olma serüvenin son aşamasına tanık oluruz. Çocuk “dönemeçte”dir, anne ise iktidarın kapısının “dış”ında. Yağmura tutulan annedir, çocuk değil. Yağmuru yağdıran ise bir başka yasa koyucu güç, yani “doğa”dır. Çocuk bir umutla arkasına bakar, anne ise ıslanmış, gülümseyerek durmaktadır. “Durmakta”dır, çünkü eyleme geçemeyecek kadar çaresizdir, çünkü başka çaresi yoktur. Füruzan’ın başarısı, hâlleri ifade edişindeki edadır.
Mısra-ı Berceste
Bilindiği gibi divan şiirinde tek başına şiir değeri ve gücü taşıyan mısralara, gazellerin en güzel mısrasına “mısra-ı berceste” denir. Özetle söylersek salt semantik açıdan değil, aynı zamanda yoğunluğu ve ahengiyle de “Parasız Yatılı”, birçok cümlesi mısra-ı berceste olan bir mısra-ı bercestedir. İşte onlardan bir cümle daha:
“Parasız yatılı imtihanlarının çocukları hep erken gelir, hiç gecikmezler.”