Filmler düşünceyle veya kuramla kesip parçalanabilir mi? Pek çoklarına göre, “Hayır! Çünkü film bir bütündür.” İşte, Umut Tümay Arslan tam da bu itiraza karşı çıkıyor ve bunu Metis Kitap’tan çıkan ve alt başlığı ‘Sinema ve Etik’ olan yeni kitabı ‘Kat’ta ele alıyor.
‘Kat’, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde öğretim üyesi Arslan’ın dördüncü kitabı. Arslan’ın, ‘Bu Kâbuslar Neden Cemil? Yeşilçam’da Erkeklik ve Mazlumluk’, ‘Mazi Kabrinin Hortlakları:Türklük, Melankoli ve Sinema’, ‘Bir Kapıdan Gireceksin: Türkiye Sineması Üzerine Denemeler’ adlı kitapları da daha önce Metis Kitap tarafından yayımlanmıştı.
Arslan, ‘Bu Kâbuslar Neden Cemil?’ kitabında, hepsinde de Cüneyt Arkın’ın başrollerini oynadığı dört filmi (1973 tarihli ‘Çaresizler’, 78 tarihli ‘Kılıç Bey’, 75 tarihli ‘Babanın Oğlu’ ile yine aynı tarihli ‘Cemil’) incelemiş melodramın, 70’lerle birlikte neden eril bir sese teslim olduğunun cevabını aramıştı. Sonraki kitabındaysa yazar, ulusun ve ‘Türklüğün’ kurulup pekiştirilmesinde sinemanın çeşitli açılardan üstlendiği rolü ele almış, ‘Bir Kapıdan Gireceksin: Türkiye Sineması Üzerine Denemeler’ de 19 denemede Türkiye sinemasının son dönemlerine ışık tutma ve bu sinemayı deşifre etme çabasına girmişti.
Arslan bu kez, kendi değimiyle “Bazı iyi yönetmenlerin bile katıldığı bir yalanı” ele alıyor. Yani, ‘filmleri düşünceyle, kuramla kesip parçalamanın onlardan aldığımız tadı kaybettirdiğine olan inanca’ itiraz ediyor. Ve evet, açıkça “yalan” diyor buna.
Peki, neden? Kitabın tanıtım yazısına bakılacak oursa, “Bugün muhafazakârlığın şiddetinden, vaazlarından ve dayatmalarından farklı, yaşadığımız gezegeni merkeze alan ve insanın ne olduğunu yeniden sorgulayan bir etiğe ihtiyacımız var. Seyrettiğimiz onca film üzerinde sosyal kuramın terimleriyle düşünmeye de ihtiyacımız var.”
Arslan’ın iddiası işte bu: Filmleri kesip parçalara ayırarak bağlantılar arıyor. Bu bağlantılar yoluyla, filmlerin bize etik varlıklar oluşumuzu hatırlatma, seçim yapmaya zorlama, zevk ve yanılsamalarımızı üstlenme sorumluluğumuzla tanıştırma, bizi başka bir dünyaya değil bu dünyadaki başkalıklara inandırma kabiliyetlerini ve güçlerini araştırıyor. Umut Tümay Arslan kitabıyla ilgili, “Bu ufuksuz dünyada, birbirimize dokunmaya ve komşu olmaya devam edebilmenin sinemadaki tezahürlerinin görülebilir, işitilebilir ve düşünülebilir olanın manzarasını nasıl değiştirebildiğini anlamaya çalışıyorum. Filmlerin mucizelerinden yayılan ışık altında…”
Aslında içinde bulunduğumuz durum düşünülürse ‘birbirimize dokunmaya devam edebilmek için’ sinemaya sığındığımız da söylenebilir. Tüm dünyaya hızla yayılan korona virüsü salgını nedeniyle önce herkesle aramıza en az bir metre mesafe koyduğumuz, evlerimizde kendimizi izole ettiğimiz günlerdeyiz. Dokunmuyoruz! Eve giren eşyalara bile dokunsak, ellerimizi sabunla yıkamak zorundayız. Şimdilerde ‘karantinada izlenebilecek en iyi filmler’ listeleri yayınlanıyor, çoğumuz vaktimizi Netflix başında geçiriyoruz.
Umut Tümay Arslan’ın söylediği, tam da şimdi yerine oturuyor; ‘birbirimize dokunmaya ve komşu olmaya devam edebilmenin sinemadaki tezahürlerinin görülebilir’ olmasına ihtiyacımız var belki.
Bu karantina günlerinde kitabın girişinden alınan bir okuma parçasını alıntılayarak, kitapla ilgili sözü Umut Tümay Arslan’a bırakıyoruz.
DUYGULARIN COĞRAFYASINA BİR KAZI
Filmleri düşünceyle, kuramla kesip parçalamanın onlardan aldığımız tadı kaybettirdiğine inanan çok. Bazı iyi yönetmenler bile katılıyor bu yalana. Film bir bütündür bölünemez, diyorlar. Filmleri dokunulmaz kılan, kutsallaştıran tarafı bir yana, seyirciler olarak film seyretmekten aldığımız zevki alıp nerelere götürdüklerini, hangi derin kuyulara iple bağladıklarını sorma hakkımızı da elimizden alıyorlar. Burada buna itiraz edeceğim.
Filmleri, filmlerden öğrendiğim yöntemle kesip parçalara ayırıp, bu parçalar arasında, uyandırdıkları duygu ve düşüncelerden yola çıkarak bağlantılar kuracağım. Bu bağlantılar filmlerin bize etik varlıklar oluşumuzu hatırlatma, seçim yapmaya zorlama, zevk ve yanılsamaları üstlenme sorumluluğumuzla (yeniden-) tanıştırma, bizi başka bir dünyaya değil bu dünyadaki başkalıklara inandırma kabiliyetleri ve güçleri üzerinden olacak.
Filmleri ses, bakış, uzam, zaman, renk, mizansen, beden, alan, alan-dışı gibi parçalara ayırıp, her birinin özerk bir biçimde hareket ettiği anlara odaklanacağım. Çünkü sinemanın bu unsurlar arasında süreklilik ve bütünlük kurduğu yerleşik gerçeklik düzeninin bozulmasının, sinemanın etik ve politik kabiliyetini ürettiğini düşünüyorum. Filmler gündelik gerçekliği kesinti ve bozulmaya uğrattıklarında, gündelik gerçekliği çıplak gözle görmemizi sağlayarak değil, başka türlü gördürebilen mercekler ve gözlükler icat ettiklerinde, bizi ikamet ettiğimiz yerden koparabilecek etik karşılaşmalara imkân verebiliyorlar. Bu karşılaşmaları, sinemanın gerçeklikle sahip çıkmamız gereken sakat ilişkisine, sinemanın parçalara ayırdığım yüzeylerine ve temsil politikalarına odaklanarak tartışacağım.
Alain Resnais’nin Geçen Yıl Marienbad’da (L’Année Dernière à Marienbad, 1961) filminde ses, geçmişin kuytu köşelerine girerek yaşanmış bir olayı yeniden ele geçirmeye çalışıyordu; görüntü ise sürekli bunu yapmanın başarısızlığına geri gönderiyordu bizi. Sinemanın iki ana yüzeyi arasındaki bu ayrışma ve bölünme, sinemada yüceltimin kristal bir formu gibidir. Bir şey, burada geçmiş, daha üst, daha kutsal, bayağı olandan sıyrılmış yüce bir yere yerleşmiyor da kendisi değişime uğruyor; bir fazlalıkla, bir bozulmayla, bir kesintiyle ya da bir bütün olamayarak karşımıza çıkıyor. Kendisi olarak değil de bir kırılmayla. Bakma ve işitme eylemi her zaman sınırlarla ve kendimizi konumlandırma biçimimizle işliyor. Kat buradan ortaya çıktı: Temsilin şiddetiyle sinemanın kesme eyleminin birlikte düşünülmesinden. Kitap boyunca çokça kat göreceksiniz. Sinemanın kesmesi, kesip çıkarması. Kesintiye uğratma. Bir yüzeyde açılan kesik ve katlanmalar. Kendini bir bütün olarak dayatan gerçekliğin kat yerleri. Bir düşüncenin ya da fantazinin kat edilmesi. Duygusal ya da zihinsel bir ifadenin belirli bir istikamette ilerlerken birden fazla parçaya bölünüp katlanması. Şimdi’nin zaman ve uzamının başka zaman katlarına, başka var olma biçimlerine açılması. Keserek, katlayarak, eksilterek, bir bütünün yokluğuyla yüceltme. Bu biçimiyle sinemada yüceltimin ahlaki ilkelerle, başkaları için fedakârlık yapmakla, çilekeş bir cefakârlıkla değil, öznenin kendine, kendisinin başkalaşımına dayalı bir etikle güçlü bağları vardır. Seyircinin mazeretsizce ve bütünüyle sorumlu olarak kendi zevk ve yanılsamalarını tanıması ve üstlenmesiyle. Sinemanın bu tür bir başkalaşıma, çoğu zaman hikâyeyi askıya alarak, biçim yoluyla nasıl yol verdiğini araştırıyorum burada. Ufuksuz bir dünyada, birbirimize dokunmaya ve komşu olmaya devam etmenin sinemadaki tezahürlerinin görülebilir, işitilebilir ve düşünülebilir olanın manzarasını nasıl değiştirebildiğini anlamaya çalışıyorum. Bakışımızı değiştiren duyguların coğrafyasını, üzerinden biraz kazıyıp eşeliyorum