Son 20 yılda İstanbul’da birçok kültür ve sanat mekânı kapandı ya da işlev değiştirdi. Rant odaklı kentsel dönüşüm projeleriyle kentin tarihi dokusu ve toplumsal belleği tahrip edildi. Son yıllarda sıkça karşılaştığımız soylulaştırma projeleri, rant odaklı kentsel dönüşüm hamleleri İstanbul’un kalbi olan tarihi dokuya sahip birçok mekânda derin yaralar açtı. Özellikle Beyoğlu, Galata, Karaköy, Balat, Fener ve Tarlabaşı’na kentle bağı olmayan lüks konut, kafe, restoran gibi işletmelerin açılmasıyla birlikte bu bölgelerin demografisi değişti. Buralarda yaşayan yerel halkın, sanatçısıyla aydınıyla kültürel değerinde pay sahibi olanların, yükselen kira ve yaşam maliyetleri karşısında yerlerinden edilmesi hem toplumsal dengenin bozulmasına hem de bölgenin özgün kimliğinin kaybolmasına neden oldu.
Masada pek çok konu var… Kentin yaşayan hafızasını korumak ve bu mirasa sahip çıkmak için sanatçısından, esnafına herkesin o masada eşit koşullarda yer alması gerekiyor. Kültürel zenginliklerin yok olmasını engellemek ancak katılımcı ve adil bir kent politikasıyla mümkün olabilir. Yerel halkın söz sahibi olduğu, kültürel dokunun korunmasının esas alındığı ve sanatçılara, üreticilere sürdürülebilir alanlar açan politikaların acilen hayata geçmesi gerekiyor. Yoksun bırakılan grupların haklarının gözetildiği, kent hakkının toplumsal faydayı ön plana çıkaran bir yaklaşımla ele alındığı bir şehir, ancak bu şekilde yeniden nefes alabilir. Karşı Sanat Koordinatörü Feyyaz Yaman ile kent ile sanatın simbiyotik ilişkisi üzerinden toplumsal dayanışmanın ve adil politikaların gerekliliği üzerine konuştuk.
Yaşadığınız tarihsel süreçlerde tanık olduğunuz bellek ve mekân arasındaki ilişkiyi nasıl tanımlarsınız?
İçinde bulunduğum yaş kuşağı (68’liler/78’liler) iki önemli tarihsel dönemin kapanışına tanık oldu. Bunlardan birincisi; İkinci Dünya Savaşı sonrası “Sosyal devlet” ve modernizmin ilerlemeci dönemin 1980’lerde Türkiye özelinde “Faşist darbe”, Dünya özelinde “Sosyalist bloğun” yıkımı tek kutuplu dünyaya geçiş (Duvarın yıkılması) olarak paranteze alabileceğimiz tarihsel dönemdir. İkinci dönemi ise; Neo-liberalizm ve Post-modern olarak tanımlayabiliriz. Serbest piyasa ilişkisi üzerine kurulu “arzu” temelli öznelliğin fail olarak global sahneye çıktığı ve 11 Eylül ile sahneden indiği dönemdir. Her iki tarihsel süreç, başı sonu belli karakteristik söylem ideolojileri ayrı, insanlığa zamana ve mekâna müdahale biçimleri ile parantez içine alınabilecek dönemlerdir. Şimdi, insanlık olarak, gelenin ne olduğuna ilişkin belirsizlik ve korku dolu, ona geçmişin ne olduğuna ilişkin acı bir tecrübeden başka bir birikimi kalmayan durumdayız. Kaos, geçmişe ilişkin net bir kopuş yaşanan ama gelecek konusunda bir kararı olmayan insanlık hali ise tam olarak içinde olduğumuz zamanı konuşuyoruz demektir. Kent ve kent sosyolojisi tam bu tarihselliğin izlerini taşıyan beden-mekândır.
“ALGININ SINIRLARI” Sayısı
ArtDog Istanbul basılı dergi satış noktalarını görmek için tıklayın.
Kapak Fotoğrafı: Doug Aitken, 3 Modern, Figures (dont forget to breath), 2018, Fotoğraf: Hadiye Cangökçe.
Balat, Galataport, Haliç örneğinde olduğu gibi kademeli olarak yaşanan kültür üzerinden soylulaştırma süreci toplumsal hafıza üzerinde ne gibi etkiler yaratıyor?
Haliç ve çevresi, tarihi-kent kurucu coğrafyası ile yani tuzlu su ve tatlı suyun buluştuğu, kapalı iç havza olarak ııı. Selim dönemine kadar cezbedici özelliğini korur. Hatta Versay sarayı örneğini izleyerek, “devlet-mekânın” kent dışına taşınabileceği kırsal özelliktedir. Meeling, Hatice Sultan arkadaşlığı ile izleyebileceğimiz, arzunun ütopya mekânıdır. Gravürlerde gördüğümüz bakış, bu yeni hegemonyanın nasıl temsil gücüne ulaştığını doğrudan yansıtır. Arkasında “yeni” ye yönelişin devamı ve ötesine yönelik tutkusu ister istemez mekânın dönüşümünü de peşi sıra davet eder.
Haliç ve çevresi bu yeni gelenin, tarihte olduğu gibi doğumun kasılmaları ile yoğunlaştığı mekânıdır. Sermaye birikiminin askeri ve teknolojik kaçınılmaz ihtiyaçları doğrultusunda mekânlaştığı bölge, daralan zamanın sıkışıklığına yetişmeye çalışır. Köşklerin, kioskların ahşap strüktürü, zamanın çelik endüstrisinin teknolojisine dönüşür. Bugün benzerini yaşadığımız dönüşüm gündelik yaşamı da belirler. Eyüp, ezan sesi ile değil, fabrika düdükleri ile uyanmaya başlar. Mekânın sınıfsal düzenlenmesi zaman uyarlaması ile yönetilir. Saatleri Ayarlama Enstitüsü, toplumsallığın ince ayarını yönetir. Yeni Düzen (Nizam-ı Cedid), belediyecilik, kent planlama, soylulaşma ve yoksullaşmanın mekânsal düzenlemesini, Fatih’ten, 6. Daire’ye (Beyoğlu) kaydırır. Bu tarihsel süreklilik kaçınılmaz olarak mekânın yıkılıp, yeniden kurulmasının nedeni ise, sonuçları üzerinden çözüm aramak bir o kadar yanlıştır. Hegemonyanın sürekli olarak kendini yeniden kurması, rıza mekânizmalarını, kültür olarak toplumsal öznenin içinde ve katılımcılığında inşa etmesi politik mücadelenin dışında kaldığı sürece, bu çemberin (doxa’nın) dışına çıkması imkânsızdır
1980’lerden itibaren küresel serbest piyasa ilişkilerinin, kültür ve sanat üzerindeki etkisini nasıl yorumlarsınız
Hatırlayalım… Küresel serbest piyasa ilişkileri ve sermaye akışının ilk işareti müzikten gelmişti. M.F.Ö (Mazhar) sözüyle “Majörler tükendi, minörlere yolculuk” değişimin cıngıl’ı olmuştu. Devlet, sömürü, sınıf, emperyalizm gibi bütüncül politik düz açılımları, bireyin iç dünyasının sorumluluğunda özgürleştiren ikinci sinyal edebiyattan geldi. “Varolmanın dayanılmaz hafifliği” ile Milan Kundera hepimizin yerçekimi kurallarından özgürleştirdi.Minörlere çekildik, ta ki Gravity filminin Robert Longo’nun gökdelenden düşenleri gibi 11 Eylül habercisi imgeler gelinceye kadar. 1980’ler 2000 arasını işgal eden, güncelliğine indirgenmiş, liberal özgürlük dalgası, eleştirel dili, siyaset, ekonomi, uluslararası ilişkiler, güç politikaları bağlamından koparılıp AVM vitrinlerine yapıştırılmasının tarihidir. Ütopyanın, arzu nesneye dönüştürülmesi, yoksulluğun, açlığın, devlet şiddetinin, gösteri toplumuyla maskelenmesi, neo liberal kültür politikalarının küresel stratejilerinin deneyim alanı oldu. Varlığın ontolojik gerilimi, dil oyunlarının arkasına saklandı. Tün dünyada devam eden savaşlar, açlık, göçler, yüzbinleri bulan ölümler, bireyin kırılgan duyarlılığını incitmeden, yaşamlarımızdan çekilip, görünmez oldular, kavramsallaştılar.
Şimdi bu hafıza kaybı, bu körlük ötesinde, popülerliğin ve teknolojik sıradanlığın içinde kaybolmuş olanın, titreyip kendine dönmesi kaçınılmazdır. Ölüm ve açlık, tüm zekâ ve emek bedenlerin böğrüne dayanmışken, “mış” gibi yapma maskesi, joker gülüşü gibi herkesin suratına yapışmışsa yüzleşme kaçınılmazdır.
Sanatçı ve aydınları kamusal alanda görünür ve etki sahibi olacağı kapsayıcı kültür politikaları nasıl inşa edilebilir? Toplumsal dayanışma ve kamusal alanların yeniden inşası için ne tür adımlar atılmalı?
Kobani’de, Suriçi’nde, Ankara Gar’ında, sınır ötesinde, Gazze’de, İran’da, Ukrayna’da, burnumuzun dibinde yaşananlar, her gün öldürülen kadınlar, estetiğin hiçbir çuvalına sığmaz, saklanamaz.
Açık faşizmin “bir sabah ansızın gelebilirim” dediği nutukları duymamak için kulaklar kapatılamaz. Silah seslerinin, araba kornasının yerini aldığı bir toplumda hangi sanatsal duyarlılık, kendinden menkul bir körlüğe sığınabilir? Ağaç bitti, su bitti, hava bitti ise “oyun bitti”. “Ne yapmalı” sorusu buradan başlar. “Tarih bitti” diyenler gittiğine göre insanlık geçmiş deneyimine bakabilir.
Çaresiz herkes, ortak iyi için dayanışmacı, sorgulayıcı, eşitlikçi bir araya gelme sorumluluklarını hatırlayabilir.
Özerk üniversite, öğrencinin, asistanın, öğretim kadrosunu birlikte planladıkları ortak meclislerde oy ve temsil hakkına sahip oldukları eğitim sistemlerini hatırlanabilir.
Özerk belediyelerde, mahalle halkının kent hakkını konuştuğu, katılımcı ve yaratıcı bir aktör olarak meclislerde aktif yer aldığı hatırlanabilir.
Sanatçıların, kendi kurdukları toplumsal örgütlerde hak arayışlarını anayasallaştırabildikleri gerçekliğin ve hakikatin dışarıda ve görünür kılındığı yaratıcı süreçler hatırlanabilir.
Duvar resimlerinin billboardlara, tiyatroların kapalı sahnelere sıkıştığı, sokaklara taştığı, çok uluslu merkezlerin şirket sponsorluklarının kültür endüstrisinin değil, sanatçıların organize ettiği “sanat bayramları” sanat şenlikleri karşı kamusallık alanları hatırlanabilir. Kamusallığın, bir arada yaşamanın dikey mekânlarının değil, yan yana iç içe beraberlikleri dokunuşları hatırlayabilir. Deprem, yangın, sel gibi felaketlerden önce, aklın sığınağında çözüm üretme yeteneği genetik kodlarımızda vardır. Öyleyse şimdi yeni şeyler söyleme ve yapma zamanıdır.