John Craxton, Otoportre, 1946–1947, kâğıt üzerine yağlıboya, 32,5X23,5 cm, Ömer Koç Koleksiyonu

Eve Dönmek İstemiyorum

///

İngiltere doğumlu, Yunanistan ve Girit âşığı John Craxton’ın Meşher’deki sergisinde yer alan eserlerini izlerken renklerle yarattığı coşkuya, figürlerle ve insanlarla olan bağına tanık oluyorsunuz. Craxton’ın motorsikleti ve eşyalarını sunarak, macera sever kişiliğini de yansıtan sergi, 23 Temmuz’a kadar sanatseverleri bir yolculuğa davet ediyor.

“Life is more important than art”… Ez cümlesi “Yaşam sanattan daha değerlidir”. Bazen hayatla kurduğunuz bağ, biraz olsun zayıflamışken karşınıza biri ya da bir şey çıkar ve size umut olur. Der ki “Sadece yaşa; bu her şeyden daha önemli”. Giriş cümlesinde okuduğunuz ve sonrasında bizim yorumumuza mazhar olan cümle özgür, yaşamayı seven, cesur sanatçı John Craxton’a ait. Craxton, Türkiye’de birkaç aydır, belki de bugüne kadar olmadığı kadar, gündemde. Zira Beyoğlu’ndaki Meşher’de açılan Işığın Peşinde sergisi ve sergiye paralel olarak Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan Ian Collins imzalı John Craxton: Hayatın Lütufları isimli kitap, kendisini daha yakından tanımamıza, tanısak bile onunla ilgili bambaşka ayrıntıları öğrenmemize vesile oluyor.

Ömer Koç Koleksiyonu

Sanatçının biyografisinin yazarı ve arkadaşı Ian Collins’in küratörlüğünü üstlendiği John Craxton: Işığın Peşinde sergisinde Craxton’ın kariyerinin başlangıcı sayılan 1940’lardan 2000’lere resim, tasarım ve kitap kapaklarıyla desenlerinden oluşan 200 yapıtı sergileniyor. Sergide, Ömer Koç Koleksiyonu’ndan 44 eser de yer alıyor. Bu arada Ömer Koç’un sanatçının adına kurulan vakıftan sonra dünyada en çok Craxton eserine sahip koleksiyoncu olduğunu öğreniyoruz. Sergiyi gezerken sadece bir ressamın eserlerini görmüyor, sanki aynı zamanda onun hayatına da dahil oluyorsunuz. Bu hayatta sadece Yunanistan, Ege Kıyıları, dans eden gemiciler, sevdiği deniz mahsulleri, yükselişler ve güzellikler yok; II. Dünya Savaşı ve askerlikle ilgili karamsar ruh halleri de var. Her şeye rağmen yaşayan ve kendisini iyiyi, güzeli görmeye motive eden, hayattan zevk almaya bakan birinin eserlerini izlemek, John Craxton sergisini adımlamak demek…

TEK DERDİ ÇİZMEK…

Her şeyden önce John Craxton nasıl bir sanatçı, kim, derdi ne, belki de onu yakından tanımak için bunu anlatmakta fayda var. İngiltere’de 1922 yılında doğan Craxton, Londra’da bohem, müzisyen bir anne babanın çocuğu. Açık görüşlü, çocuklarını fazlasıyla özgür bırakan, beş erkek, bir kızdan oluşan toplam 8 kişilik bir ailenin üyesi. Geçim sıkıntısı çeken bu ailede, arkadaş çevresinin de desteğiyle hayallerindeki hayatı kurgulamayı başarmış John Craxton. Özgür ruhlu, maceracı ve hayal gücü kuvvetli biri. Resim eğitimi almayan, bunu tüm benliğiyle reddeden, tek derdi sadece resmetmek ve çizmek üzerine olan bir sanatçıdan bahsediyoruz. Bu noktada iki okul arkadaşının babalarından çok şey öğreniyor; ilki çalışmalarında sıradan insanları kahramanlara çeviren ressam ve heykeltıraş Eric Kennington, ikincisi ise Mark Oliver. Oliver’ın kendisinin hayatında ekstra anlamlı bir yeri var; Picasso’nun yeni resmettiği Guernica’yı görmek üzere Craxton’ı Paris’e götürüyor.

John Craxton Girit’te, 1985. Fotoğraf: Nicholas Moore

“Eva Asla Dönmeyeceğim”

Craxton, ikisi de ressam olan teyzesi ve eniştesinin yanında kaldığı sırada, Pitt Rivers Museum’da bambaşka bir şey keşfediyor ve antik sanatla tanışıyor. Pitt Rivers Müzesi Oxford Üniversitesi’nin arkeolojik ve antropolojik koleksiyonlarını barındıran bir sanat mekânı. Mermer Kiklad figürleri, Minos çömlekleri, Roma dönemi mumya portreleri… İşte o andan sonra John Craxton’ın içinde Akdeniz ateşinin yanmaya başladığı söyleniyor ki, hayatının vazgeçilmezleri Yunan ve Ege kıyıları oluyor.

1939 yılında 17 yaşında Paris’te resim çalışırken, II. Dünya Savaşının çıktığı dönemde hayatı bambaşka bir hâl alıyor. İngiltere’ye dönüyor, 1941’de askerlik için elverişsiz olduğu (zira tüberküloz) gerekçesiyle eve dönmek zorunda kalıyor. Ancak savaşın karamsar ruh hali onun da resimlerine yansıyor; renk kullanımıyla, tekinsiz doğada yalnız başına kalan figürlerde bu haleti ruhiyenin yansımaları görülebiliyor. 19 yaşına geldiğinde yakın dostu Lucian Freud’la yan yana stüdyolara yerleşip, sanat üretimine ağırlık veriyorlar. İki sanatçı da yerleşik sanata başkaldırıp, hayat ve sanata karşı geliştirilen tüm etiketlere karşı duruyorlar. Ancak kimi eleştirmenlere göre bu iki sanatçı, karanlık ve melankolik neo-romantik sanatın yüzü haline geliyor, İngiliz resminin devasa imzaları oluveriyorlar. Etiketlerden hiç hazzetmeyen Craxton’ın tam da o dönemde sıcak ve kuru bir iklime ihtiyacı oluyor; zira sık sık hasta düşüyor. İngiltere’den çıkabilmek için Zürih’te bir sergiye katılmaya karar veren Crawton’ın hayatı bu kararıyla değişiyor. Zira sergi için verilen davette şansına yanında İngiltere’nin yeni Atina Büyükelçisi’nin eşi Lady Norton oturuyor. Elçiliğe yeni perdeler almak üzere Avrupa’ya tahsis edilen bombardıman uçağının dönüş yolculuğunda Craxton da yer alıyor. Mayıs 1946’da savaştan çıkmış, iç savaşın sürdüğü Yunanistan’a geliyor. Ama bunlar bile Yunanistan’ın insanlarını, yemeklerini, doğasını sevmesini gölgelemiyor. Hastalığını ve dertlerini unutup, eserlerindeki o melankolik ve tehditkar ağaç kökleri yerine müziği, parlaklığı, güneşi ve ışığı resmeden biri haline geliyor.

İlginizi çekebilir:  Sanat Fuarlarına Omicron Darbesi

Hayatındaki değişimi bir arkadaşına şöyle anlatıyor: “Bu ülkenin ve bütün gün sımsıcak güneşinin ve geceleri tavernaların ne kadar nefis olduğunu anlatmam mümkün değil: Zeytinyağında sımsıcak karidesler, harika şarap ve Yunanistan’ın çam ağaçlarının yumuşak tatlı kokusu. Eve asla dönmeyeceğim. Nasıl dönebilirim ki?” Karakalem, guaj, yağlıboya gibi farklı malzemeler kullanan sanatçının iyimser bir hayata sahip olduğu tablolarından da belli oluyor. Zira Yunanistan’da sık sık otoportresini, dans edenleri, denizci askerleri, yemekleri resmettiği, hayata ve neşeye yer verdiği görülüyor.

Girit Aşığı

Atina’da İngiliz Elçiliği’nin garajındaki bir odada kalışı, bir davette General Montgomery’le tartışmasıyla son bulsa da Lady Norton onu desteklemeyi sürdürüyor. Poros Adası’ndaki hayatında ise kalabalık bir aile ve kısa süre de olsa Lucien Freud kendisine eşlik ediyor. Burada 10 yıl süren yaşamındaki dostları arasında Yorgos Seferis de yer alıyor. Yunan donanmasının gözde üslerinden biri olan Poros’ta tavernalarla tanışıyor, kendisinin de resmettiği Yunanlı denizcilerden biri sayesinde Girit’e yolu düşüyor; burada dans edip güreşen figürlerin hâlâ var olduğunu görüyor. Artık Yunanistan ve Girit onun hayatının vazgeçilmezleri… Hatta kendisini Arkadyalı olarak tanımlıyor.

John Craxton biyografisini yazan Ian Collins bu dönemle ve sanatçının eserleriyle ilgili şunları söylüyor: “Sanatçı, Yunanistan’daki ışığın, yaşamın ve doğanın coşkusunu yansıtır. Bu esnada büyük aşkı Girit’i keşfeder. Dağda yerel halkla yaşamaya başlayınca adına kayıp ilanı verilir. Çünkü Atina’daki dostları ülkenin kan davaları güdülen ‘Vahşi Batı’sına gittiğini düşündüklerinden, John’un kaçırılmasından veya öldürülmesinden şüphelenirler. Sonrasında birden ortaya çıkar ve keşfettiği bu muazzam yeri resmeder. Keçileri çizer ayrıca… Zaten keçilerine hayrandır…”

1949’da ilk kez İstanbul’a gelip, Fener’de bir evde kalan Craxton, Ayasofya mozaiklerini inceliyor. 1950 yılında ise Kraliyet Balesi’nin Daphnis ve Chole balesinin sahne ve kostüm tasarımlarını yapması kariyerinde çok önemli bir yer tutuyor.

Üç Boyutlu Stüdyo

Craxton’ın hayatında önemli yer tutan, Yunanistan, Hanya’daki evi ve stüdyosu adeta Meşher’deki sergiye taşınıyor adeta. Sanatçının sanki yaşıyormuşçasına bıraktığı gibi duran evi ve stüdyosunu sergi alanındaki ekrandan üç boyutlu olarak gezebiliyorsunuz. Meşher’in vitrininde yer alan motosikleti, kaskı, çizmeleri ve fuları ise onun yaşama karşı duyduğu coşkuyu yansıtıyor.

David Attenbourg, John Craxton’ın yaşama tutkusunu şöyle anlatıyor: “Tiger motorsikletiyle Avrupa’yı dolaşmaya bayılırdı. İster elçilikte ister Girit sahilinde, partilemeyi severdi. Onunla rıhtımda bir restorana gitmek büyük bir zevkti. Öyle deniz mahsulleri yerdiniz ki, bu tür şeylere aşina olduğum ben bile tanımlamakta zorlanırdım. John ‘Hayat, sanattan daha önemlidir’ derdi.”

Serginin ilk katında yer alan savaşla ilgili karanlık resimlerinin yanı sıra otoportresi ve diğer kadın erkek portreleri onun hümanizminin simgesi gibi… Denizcileri hem eğlenceli hem düşünceli resmettiği işler ise iki kata da yayılmış durumda. İkinci katta ter alan önlerinde karidesler ve kalamarlar düşünceli yüzlerle içki içen denizcileri resmettiği Üç Denizciyle Natürmort en ilgi çekici eserlerinden sayılabilir. Yer yer Picasso’nun tarzından esinlendiği yönünde yorumlar hakkındaysa İngiliz gazeteci Hilary Spurling şöyle diyor: “ Picasso’nun çizimleri o neslin tümünde heyecan uyandırmıştı. Elbette John da çağdaşları gibi etkilendi. Genç yaşta yazdığı bir mektupta ilk kez kanlı canlı gördüğü, yani kopya olmayan Picasso eserini anlatırken harika bir tabir kullanıyor: ‘Renkler sanki İspanyol gitarı gibi tıngırdıyordu.’ O anda ‘Tanrım resimlerinde yaptığı tam da bu değil mi?’ dedim. Renkleri gitar gibi tıngırdatmayı öğrenmiş. Craxton’u sıra dışı kılan bir özellik de şu: Resimlerine yakından bakmak gerekiyor. Öte yandan, resimlerinde öne çıkan asıl etki; ışığın parıltısı…”

Previous Story

n – 1 insan (2)

Next Story

“Asır ve Sır”

0 0,00
02_ArtDog_CD_Logo_RGB_Black

BÜLTEN

Türkiye ve dünyadan haftalık kültür-sanat haberleri, inceleme yazıları, sergiler ve etkinlikleri takip et.

Bülten aboneliğinde ArtDog Istanbul’un gizlilik sözleşmesini kabul etmiş olursunuz.

Verified by MonsterInsights