Murat Gülsoy ve Ayfer Tunç yaklaşık 10 senedir Diyaloglar adı altında sohbetler düzenliyorlar. Söyleşileri özellikle son yıllarda dolup taşmaya başladığı için birkaç kez mekân değiştirmek zorunda kaldılar. St. Michel Fransız Lisesi’nin tiyatro salonunda Sadık Hidayet’in “Kör Baykuş” kitabını konuşacaklarında salon kapasitenin iki katı izleyici geldiğinden bu yana etkinliklerini Boğaziçi Üniversitesi’nde gerçekleştiriyorlar. Diyaloglar, araya pandemi girmesine rağmen durmadan devam etti. Bu esnada 2018’den beri düzenledikleri söyleşileri de kitaplaştırdılar. Roberto Bolano’dan Thomas Bernhard’a, Erlend Loe’den Han Kang’a kadar birçok yazarın eseri hakkında farklı bakış açıları getirerek yorumlayan Ayfer Tunç ve Murat Gülsoy’un kitabı “Diyaloglar”, geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Mevsim Yenice tarafından yayıma hazırlanan, Cem Alpan’ın editörlüğünü üstlendiği kitap Can Yayınları etiketiyle çıktı. Ve yayımlandığı ilk hafta da ikinci baskıya gitti! Sizleri, “Diyaloglar” vesilesiyle bir araya geldiğimiz Murat Gülsoy ve Ayfer Tunç’un cevaplarıyla baş başa bırakıyoruz.
- Diyaloglar’ı 2013’ten bu yana senelerce izledik, şimdi ise elimize alıp okuma vakti. Kitaplaştırma fikri ilk kimden çıktı? Nasıl gelişti? Konuşmalarınızın kâğıda dökülmüş halini gördüğünüzde ne hissettiniz? Fikirlerinizin zaman içinde değiştiğini hissettiniz mi?
Ayfer Tunç: 2018’den bu yana yaptığımız söyleşilerimizden seçtik, o yüzden çok da eski sayılmaz. Pandemiden önce tematik söyleşiler yapıyorduk. Az bilinen yapıtlar serisi, iki yazar karşılaştırmalı okumalar serisi. En son çağdaş edebiyatta karar kıldık. Daha çok emek isteyen bir şey. Yeni dünya ve yeni coğrafyalarda edebiyatın nasıl bir akış içinde olduğunu görmek, neler yazıldığını bilmek bize de iyi geldi. Misal ben Erland Loe ve Han Kang’dan çok şey öğrendim. Yaratıcılık anlamında kanalları çok açan bir yöntemdi bizim için de. Kitap fikri nasıl çıktı, sen hatırlıyor musun Murat?
Murat Gülsoy: Kitaplaştırma fikrinin ilk kimden çıktığını hatırlamıyorum. Can Yayınları’ndan Cem Akaş bir sohbet arasında duyar duymaz hemen kitap yapmayı teklif etti. İlk olarak bantları çözdürdük ve ortaya çıkan metne bakınca vazgeçmek istedik çünkü o bir sohbetti. Seyirciyle espri yaptığımız, ileride kitap olur diye düşünmeden konuştuğumuz söyleşilerdi. Cem Akaş bu kez de bunu bir yazar arkadaşımıza vermeyi önerdi. Gerçekten de ortaya güzel bir iş çıktı. Çıktığında çok etkilendim, videoları, podcastleri olmasının yanı sıra kitaba dönüşmüş olması onu kalıcılaştırdı. Artık kütüphanelere girecek bir şeye dönüştü. İleride bu ses ve görüntü platformlarının ne olacağını bilmiyoruz ancak kitap her zaman kalacak. Her mecra kendi izleyicisini, okurunu taşıyor. Sırf bu kitaptan dolayı bu etkinlikten haberdar olanlar bile oldu. Yine de en güzeli bunu seyircinin önünde yapmak diye düşünüyorum çünkü orada başka türlü bir adrenalin oluyor. Seyircinin yüzünde söylediğimiz şeyin anlamının geçip geçmediğini görüyoruz. Konuşma bitince çıkışta geri bildirimlerde bulunuyorlar.
- Ağırlıklı olarak çağdaş eserler seçtiğinizi görüyoruz. Yazarların, yazarlar tarafından değerlendirmeleri çok kıymetli, böylece hem metinleriniz aracılığıyla birbirinizle konuşabiliyor hem de çağınıza katkı yapıyorsunuz. Misal geçtiğimiz ay Joyce Carol Oates’un yeni kitabı çıkınca onun röportajını Margaret Atwood yaptı ve romanını değerlendirdi. Atwood’un “Tufan Zamanı” çıktığında kitap hakkında Jeanette Winterson yazdı. Murakami ve Ishiguro bir röportaj verdiklerinden mutlaka birbirlerinin eserlerini yüceltir, atıf yapar. Bu durumu Türkiye’de nasıl buluyorsunuz?
A.T.: Ben Türkiye’deki kadın yazarlar arasında bir dayanışma olduğunu düşünüyorum. Erkekler bir ara bir oluşum içine girdiler ama sonu hüsran oldu. Kadınlar ise birbirini desteklemeye devam ediyor. Seneler evvel Aslı Erdoğan’ın başına çirkin bir olay geldiğinde onlarca kadın yazar o yayınevinden ayrılmıştı. Çok fazla gözle görünür olmasa bile kadınlar arası bir dostluk ve dayanışma var. Ancak söz konusu edebiyat üretimi ya da herhangi bir ortak üretimse bunu bilmiyorum.
M.G.: Barış Bıçakçı, Behçet Çelik ve Ayhan Geçgin, “Kurbağalara İnanıyorum” isimli bir kitap yapmıştı. Yazışarak söyleşi yapmışlardı. Bu tür projelerin daha çok yapılmasını destekliyorum. Keşke daha fazla olsa.
A.T.: Bizim yaptığımız işin arkasında uzun yıllar var, zamanla oturmuşluk ve güven hissi oluştu. Biz aslında bunu kendimiz için yapıyoruz.
M.G.: Biz kolektif çalışmayı seviyoruz, seneler önce “Hayalet Gemi”yi çıkarırken, Ayfer’in bir öyküsünü okuyup etkilenmiştim, gidip tanıştım. Ayfer de ekibimize katılmıştı. Dergide de birlikte çalışıyorduk. Birlikte iş yapmak güzel, hele bir de ortaya iyi bir iş çıkıyorsa daha da güzel. Sonra yollarınız ayrılabilir ama en nihayetinde bakıldığında ortaya çıkan iş tek tek verdiğimiz değerden daha da fazla.
A.T: Genç kuşak yazarlar daha da birlikteler. Biz dağılmış, parçalanmış, kopmuş bir kuşağın istisnalarıyız. Özellikle şairlerde, gençlerde birliktelik görüyorum. Yazmak Atölyesi’ni açma sebebim buydu. Yazarlar buluşsun istedim. Önemli olan yazarların birbiri hakkında yazı kaleme almaları da değil, ortak bir iş yapmaktan bahsediyorum. Abidin Dino’nun İlhan Berk’in kitabını resimlemesi gibi çalışmaların artmasını diliyorum.
- Diyaloglar özelinde, klasik bir eser yorumlamamanız bilinçli bir tercih mi? Mesela göz ardı edilen İngiliz romanları Middlemarch, Moll Flanders ya da Madam Bovary…
A.T: Klasik metin konuşmak istemiyoruz. Üzerlerine yeteri kadar şey söylenmiş zaten. On yedi yaşımdayken yazdığım ve yayımlanan ilk yazım “Madam Bovary” üzerineydi, Halit Ziya’nın Bihter’iyle karşılaştırmıştım. Artık üzerine daha fazla ne söylenebilir bilmiyorum. “Suç ve Ceza” üzerine yazılan kitaplardan kütüphaneler dolar ancak genç yazarları bilmeye daha çok ihtiyacımız var. Biz kendimize bir soru sorduk: Çağdaş edebiyatı neden takip ediyoruz? Farklı coğrafyalarda günün edebiyatının kokusunu almak istiyoruz ve bu tür edebiyatın bize yazar olarak, okura da edebiyat olarak daha çok katkısı var.
- Umberto Eco, “Anlatı Ormanında Altı Gezinti” kitabında “Bir metin, alıcının alması gereken her şeyi söylerse mahvolurduk” der. Siz de bir nevi bunu yapıyorsunuz. Metinlerdeki saklı ve örtük kısımları kendi okurlarınıza açıyorsunuz ve bunu karşılıklı sohbet ederek yapıyorsunuz. Satır aralarını anlamak, bir romanın alt katmanlarına inmek, okura ‘sosyal ve düşünsel’ yaşamında nasıl bir zenginlik katar? Romanın toplumsal işlevi nedir?
A.T.: Aslında bu soru şuna çıkıyor, roman ne işe yarar? Bu kadim bir soru. Roman bir hayat bilgisidir cümlesinden yola çıkalım. Çağdaş edebiyat öncesi anlatıların amacı neydi? Ayna teorisi, yani insana kendini gösteren. Ulaşılamaz insanlar hakkında bilgi sahibi olduk. Peki şimdi, bu zamanlarda görüntünün egemenliği bu kadar yükselmişken, sinema/dizi bu kadar yer kaplarken neden romana ihtiyaç duyuyoruz? Çünkü roman dille üretilen bir yapıt. Dil de görüntünün bize asla gösteremeyeceği alegoriyi, açıklayamayacağı derinliği ve iç dünyasını anlamamızı sağlar. Çok iyi bir film seyredebilirsiniz ama karakterin iç dünyasını vermek ve görsel hale getirebilmek için çok uğraşmanız lazım. O yüzden de filmler olay örgüsüne daha çok ihtiyaç duyar. İç dünyayı ortaya çıkarmak ise edebiyatın işidir. Edebiyat size kafanızın içinde başlayıp biten bir hikâye anlatabilir. Peki bunun okura faydası ne? Roman okurken bir karakterin zihnine girer ve dolaşırız. Bunun bir yararı da şudur, analitik düşünme ve soyutlama kabiliyetimizi arttırır. Özellikle çağdaş edebiyatta, sorgulamaya girersiniz, “Yazar bunu neden öyle değil de böyle anlatmış?” diye sorarsınız. Bunun yerini sinema tutamaz.
M.G.: Bir de derinleşme arzusu var. Her roman aynı işleve sahip değil elbette, kimisi sadece size vakit geçirtir. Yine de soyutlamayı arttırır. Bizim etkinliklerimize gelen insanlar başka bir şeyin de peşinde, o da derinleşme arzusu.
- Tartıştığınız metinler arasında gelenekselden kopan, çağdaş ve deneysel metinler de var. Modern yazarlar bir yandan kadim metinlerden kopamıyor ve mitleri yeniden kurgularken diğer yandan da bunu deneysel/ daha önce kullanılmamış metotlarla okura sunuyorlar. Sizin deneysel edebiyata bakış açınız nedir?
A.T.: Klasik edebiyatın unsurları o kadar çok yazıldı ve tamamlandı ki… Artık tekrar aynı şeylere dönmeyeceğiz. Ama bir yandan da bundan kaçış yok. Hikâyenin özü nerede? Kutsal kitaplarda. Kutsal kitaplar dediğimiz şey hikâyeler. Dünyanın var oluşumuza ait en eski miti Âdem ve Havva. İnsanoğlu var olduğunda, var oluşuna dair bütün hikâyeleri anlatmış zaten. Biz artık onları deneysel, klasik, gelenekçi gibi farklı metotlarla yeniden üretiyoruz.
M.G.: Tersinden düşünelim. Bunların hiçbirini okumamışsın, bilmiyorsun ve bir şey yazmışın. İyi bir okur ve analist bunu alıp hangi mite dayandığını söyleyebilir. Kaçılabilecek bir şey değil bu. Uyarlamalar yapılıyor son dönemlerde, yazar bunu gerçekten de kendi derinliğini araştırmak için yapıyorsa başka, proje amaçlı yapıyorsa başka bir şey oluyor.
A.T.: Bütün toplumların mitolojileri var. Mitolojisi olmayana toplum demiyoruz. Kesişim noktalarına baktığımızda evrensel insanlık değerlerini görüyoruz.
M.G.: Plastik sanatlarda ve resimde de öyle.
- Siz ikiniz de romanlarınızda deneysel üsluplara yöneldiniz. Peki çağdaşlarınızdan etkileniyor musunuz? Kısa yazmak, uzun yazmak gibi kısıtlamalarınız var mı?
M.G.: Etkilenmekle ilgisi olduğunu düşünmüyorum. Ayfer’in “Bir Deliler Evinin Hatıraları” kitabını kısaltamazsınız, keza benim de “Nisyan” kitabımı uzatamayız. Her şeyin bir ölçüsü var. Metin size onun ölçüsünü veriyor.
A.T.: Evet, ben de metnin biçimi dayattığına inanıyorum. Biçim olsun diye değil, metin öyle gerektirdiği için uzun ya da kısa yazıyoruz. Misal benim “Osman” romanımda, kahramanım güvenilmez ve yalancı bir adam, hikâyeyi ona anlattırırsam nasıl güveneceğim? Okur nasıl inanacak ve güvenecek? Mecbur sağlamasını yapmak adına, etrafındakilere onu anlattırdım. Anlatmak istediğiniz malzeme sizi bir biçime iter.
- Uzun yıllardır post apokalip dünyaya dair distopik öngörüler edebiyatta yerini almıştı. Şimdilerde ise Kazuo Ishiguro’nun “Klara ile Güneş”i, Jeanette Winterson’ın “Frankissstein”ı edebiyata robotları, insan-robot dostluğunu, dijital dünyayı soktu. Edebiyatın dönüşümüne şahit olduğumuza inanıyor musunuz? Şu an dünya edebiyatını nasıl yorumluyorsunuz?
M.G.: Ben çok büyük bir dönüşüm tanımlamaktan yana değilim. Ian McEwan “Benim Gibi Makineler” kitabını sırasında bu konuyu konuşmuştuk. Günümüzün problemleri elbette edebiyata yansıyor ama bunu büyük bir kopuş olarak görmek bana doğru gelmiyor. En temelde paylaştığımız iki şey var. Zihnimizin hikayeleri alımlama biçiminde fiziksel bir sınırımız var. İkincisi de kültürden gelen mitolojik havuz. Frankenstein gibi tekinsiz bir yaratık teması, bir çağ sonra robota dönüşür. Daha geriye gittiğinde Golem hikayeleri çıkar karşımıza. Yani aslında hem hiçbir şey yeni değil hem de her şey yeni. Bundan sonra edebiyat böyle oldu gibi tasniflere katılmıyorum.
A.T.: İyi yazarlar bunları güzel tasarlıyor, yazıyor. Kesişim noktaları çok fazla ama belli ki artık dünyamızda var olan akıllı robotlar, yapay zekalar yazarlarımızı etkilemiş ve bir metne dönüştürmüş. Esas olan o kitaplardaki robotlar değil, tartıştıkları konu: Yapay zekanın insan duyguları ve merhamet duyması.
M.G.: Ötekiyi anlama çabası var.
A.T.: İnsanoğlunun problemi, çağın temel problemi… İnsan olmanın sınırlarını, tanımını kendine göre belirlersen, yapay zekanın duyguları olmasını dışlarsan bu sefer konu başka bir yere varıyor. Neyin canı var? Hayvan ne olmalıdır?
M.G.: İnsan olmayan kavramı üzerinden yeni bir edebiyat eleştirisi türedi. Tam bu dönemde “Moby Dick”i yeniden okudum. Şimdi bu kavramla okuyunca birden zenginleşti. Eskiden belgesel roman diye düşünürken şimdi balina-insan ilişkisine odaklandım. Yeni kavramlar her şey değişti anlamına gelmiyor, bakışımız değişiyor ve eski metinleri yeniden okuyoruz.