“Dünyaya Uzanmak” Mümkün mü? - ArtDog Istanbul
Özge Enginöz, "Ev Hareketsiz Çocukluğu Kucaklar" serisi, alçı, tuval, fotoğraf, çimento, ahşap, akrilik, tutkal, ahşap çubuklar, kibrit, pergel, kum, çivi, tel, strafor, iğne, kibrit kutusu parçası, çeşitli boyutlarda, 2022. "Evden Gelen Işık", gaz beton üzerine tuval, kum, alçı, kâğıt, akrilik, ahşap çubuklar, 38x33x6cm, 2022. "Ateş Taşıyıcıları", kibrit kutusu, 5x7x2cm. Edisyon 1/9, 2024. "İzler", alçı, 19.5x9.5cm, 2021. Kredi: Fatih Yılmaz.

“Dünyaya Uzanmak” Mümkün mü?

Kasa Galeri’de açılan “Dünyaya Uzanmak” sergisi, insanın sınırlarını aşarak çevresiyle bağ kurma çabasını odağına alırken “ev” kavramını araştırıyor. Sergiyle ilgili sanatçılar Özge Enginöz, Gözde Mulla ve serginin küratörü Gamze Öztürk ile bir söyleşi gerçekleştirdik.

/

Özge Enginöz ile Gözde Mulla’nın Gamze Öztürk küratörlüğünde Kasa Galeri’de açılan Dünyaya Uzanmak sergisi, insan ve dünya arasındaki bağlantıyı derinlemesine incelerken, bu ilişkiler ağını ev kavramı üzerinden araştırıyor. Serginin sanatçıları ve küratörü ile “dünyaya uzanma” çabası, ev, aile kavramları ve sanat pratiklerine dair bir söyleşi gerçekleştirdik.

İkiniz de bir süredir farklı perspektiflerden “ev” teması üstüne çalışıyorsunuz. “Ev” çalışmalarınızda ne ifade ediyor?

Gözde Mulla: Evi en başta, salt mimari bir mekân olarak tahayyül etmeyi ve onun üzerinden düşünmeyi seçiyorum. “Ev”in kavramsal karşılığında bulunan öznel, mahrem ve kapalı bir yer oluşunu bir kenarda tutarak yapıyorum bunu. Ona bir yapı olarak yaklaşmak, o yapının içindeki detayları, canlı / cansız tüm ilişkilenme biçimlerini ve izleri keşfetmeye olanak veriyor. Bunu elbette ki en iyi bildiğim yerden, kendi yaşadığım evlerden yola çıkarak yapıyorum. Dolayısıyla da kendi izlerimi keşfediyorum. Yaşamımdaki yer değişikliklerinin etkisiyle birlikte evle kurduğum ilişkide birbirinden farklı noktalarda durmayı seçiyorum. Yaşamım ve üretimlerimdeki paralelliğin oluşturduğu akışla birlikte eve içeriden, dışarıdan, eşikten bakıyorum.

CI BLOOM
CI BLOOM Mobil

“Çalışmalarımda Ev, Kişinin Kendini İnşa Ettiği Bir Yer. Bir Deneyim Alanı.”

Özge Enginöz: Çalışmalarımda ev, kişinin kendini inşa ettiği bir yer. Bir deneyim alanı. Bu alan, ilişkilere çok açık ve bu ilişkiler ağında hasar kendi ağırlığını insana yüklüyor. Öznenin sahip olduğu hasar verme ve hasarı onarma potansiyeli evi sürekli bir tamamlanma sürecinde tutuyor. Evi, dünyada varlığın kurulduğu bir yer olarak düşünürsek, kendi içsel dünyamızı kurduğumuz bu evi, her gün yeniden inşa ediyoruz. Bu yeniden inşa, kendimizi deneyimlediğimiz ilişkiler ağına dönüşüyor zamanla. Bu ilişkilerde aldığımız ve verdiğimiz hasarlarla, onarmanın, yeni bir ufkun habercisi olabileceğini düşünüyorum. Ev ile ilişkilenmemiz burada, umudun barındığı, hasar ve onarmanın ortaklığında bir karşılık buluyor.

Ev bir yandan da insanın ini. Oradan doğru çevresiyle bağ kuruyor. Dünyaya uzanıp darbe aldığımızda yine döndüğü yer. Yine de Özge Enginöz’ün işlerinde yansıttığı gibi her zaman güvenli değil. Öte yandan ev içi ilişkiler ağı da söz konusu. Geçirdiğimiz uzun pandemi sürecini de göz önünde bulundurursak “ev”in hayatımızda işlevi hakkında neler söylemek istersiniz?

G.M.: Ev, bir yanıyla içerinin temsilini kurarken diğer yanıyla da dışarının kaosunu içinde saklayan bir yapıya dönüşüyor. Aile ve ilişkilenme biçimleri değiştikçe evin korunaklı bir içerisi olma hali ile kaotik bir dışarıya dönüşme hali arasında ince bir çizgi bulunuyor. Bu, zaman ve coğrafyaya göre değişen bir durum oluyor. Pandemi de bunu bize deneyimleten bir zaman aralığıydı. Bir şekilde evin içindeki konumlarımız, ev içi ilişkiler ağı mekânın ötesinde zamanı da kapsayan bir oluş haline geldi. Ev, tüm duyumsamalarımızı dünyadan yara almamak üzere kurduğumuz alanda kimi zaman tüketip kimi zaman iyileştirerek besleyen bir yer oldu. Dünyayla bağ kurmanın ya da dünyadan aldığımız darbelerden korunmanın bir yolu olarak ev’i pek çok anlamda ve pek çok yolla dönüştürdük diyebilirim. Daha doğrusu ev’in değişme / dönüşme / genişleme potansiyelini keşfettik.

Gözde Mulla, “Benim Hatırladığımsa Sadece Sessizlik”, alçı, 7.8×7.8×0.3 cm., 2025. Kredi: Fatih Yılmaz.

Ö.E.: 2018 yılından bu yana hasar kavramı üzerine seri çalışmalar ürettim ve üretmeye devam ediyorum. Özellikle pandemi dönemi ve sonrasında hasar kavramı üzerinden ev ve birbirimizle olan ilişkilenme biçimlerimizi sorguladım. Evi, kişinin kendini inşa ettiği yer olarak düşündüğümüzde özellikle pandemi döneminde bu süreç, kişinin içsel dünyasında kurduğu evi, her gün yeniden inşa ettiği, aile ilişkilerini yeniden ele aldığı bir tamamlanma süreciydi. Bu süreçte anılar biriktirdik ve alışkanlıklar kazandık, zamanla evin kendisine benzemeye başladık. Bedenin bunları biriktirerek verdiği tepki çoğu zaman yakıp yok etme, bozma eylemleri altında şekillendi.

Sergide “Ev hareketsiz çocukluğu kucaklar” seri çalışmalarımda zamanla dökülen alçı malzemesinin ve buluntu fotoğrafların yan yana gelişi yaşantılarımızın uğradığı dönüşüme referans vererek hafıza, zaman, onarma, tamamlanma üzerine düşünmemizi sağlıyor. Öznenin sahip olduğu yapma potansiyeli evi sürekli bir tamamlanma sürecinde tutuyor. *Rilke, geçmiş deneyimin mekânı parçalayıp fragmanlara ayırdığından, bir fragmanın tekil durumunda belirli bir bağlam çerçevesinde şekillenebildiği gibi, farklı fragmanlarla bir araya geliş biçimine göre de çeşitli bağlamlar üstlenebileceğinden bahseder. Sergide bir duvarda biraya gelen bu seri parçalar, hasar ve onarma olanağını canlı tutma fragmanlarıdır diyebilirim. (*Rainer Maria Rilke, Malte Laurids Brigge’nin Notları. 2016. İstanbul: Can Yayınları.)

Serginin kavramsal metnine göre, Ursula Le Guin’den referansla “Dünyaya uzanmak kavramı, bir varlığın kendi sınırlarını aşarak çevresiyle bağ kurmasını ve dünyayla birliğini ifade ediyor.” Dünyadan kaçmayı ve çevreyle gerçek bağlar kurmamayı tercih ettiğimiz günümüzde, serginizle niçin dünyaya uzanıyorsunuz? Bu ilişkiden edinmek istediğiniz bir sonuç var mı?

Hep Yuvaya Dönmek Kitabı, Tahakkümün Olmadığı Bir Dünyanın Mümkün Olabileceğini Hatırlatıyor.”

Gamze Öztürk: Kökleri fenomenoloji ve varoluşçu felsefeye dayanan “dünyaya uzanmak” kavramı, aynı zamanda ekolojik düşüncede de karşılık buluyor. Ursula Le Guin Hep Yuvaya Dönmek kitabını, insanın dünyayla sürekli bir etkileşim hâlinde olduğuna vurgu yapan bu kavram üzerine kuruyor. Le Guin’in kitapta betimlediği Keş halkının dünyayla kurduğu ilişki, bugün kurduğumuz ilişki dinamiklerden oldukça farklı. Kitap, tahakkümün olmadığı bir dünyanın mümkün olabileceğini hatırlatıyor. Tüm canlıların eşit olduğunu savunan böyle bir yaklaşım, canlılar arasındaki karşılıklı bağımlılık ağlarının anlaşılabilmesi için önem taşıyor.

Özellikle son yıllarda yapılan bilimsel keşifler, insanın canlılar dünyasının geri kalanıyla bağına ilişkin algılama şeklini kökten değiştireceğe benziyor. Biyologlar insanın izole bir canlı olmadığını, yaşamsal işlevlerini gerçekleştirebilmesi için mikro-organizmalara bağımlı olduğunu; ekolojistler ağaçların topraktaki görünmez miselyum ağları aracılığıyla haberleşip birbirlerine besin ve ilaç gönderdiğini keşfediyor. Bu keşifler, canlılar arasındaki karşılıklı bağımlılık ağlarını deşifre ederken, insanın doğadan üstün bir varlık olduğu anlayışını temelden sarsıyor.

Özge Enginöz, “Rahatsızlık Veren Şeyler Üzerine” seri çalışmalar, çerçeve içinde fotoğraf ve bitki parçaları, çeşitli boyutlarda, 2024.
“Kırılganlıklar”, kav mantarı, yosun, strafor, iğne, 28x34x9cm., 2022. Kredi: Fatih Yılmaz.

İngiliz bilim felsefecisi John Dupré’nin (2017) de ifade ettiği gibi, “Bu bulgular bir canlının kendine yeterli olabileceğini iddia etmeyi zorlaştırıyor, hatta bir canlının nerede bitip diğerinin nerede başladığını tespit etmek bile kolay değil.” Bu tür çalışmalar, dünyayı algılamada kullanılan hâkim ikici görüş yerine bağlantılarla düşünmeyi araştırıyor ve insanı tüm canlı türlerinin bir parçası olarak görmeye davet ediyor. Bu yaklaşım doğrultusunda, insanın dünyayla başka türlü ilişkilendiği yeni bir toplum yapısı hayal edebilmek için evle kurduğumuz ilişkiyi yeniden ele almak önem kazanıyor. Sergi, insanın dünyaya uzanma ihtimalinde, evle kurduğu ilişkinin belirleyici olduğuna dikkat çekmeyi amaçlıyor.

G.M.: Kavramlarla ilişkimizi onlara ilk temas ettiğimiz an’la ilişkilendiriyorum genelde. Dünyaya uzanmak kavramı da ilk duyduğumda etrafımı saran bir kavram oldu. Bu anlamda kapsayıcı olmasının yanında insan merkezci bakışı tersine çeviren bir okumaya da imkân veren bir kavram. Sergide, farklı dönemlerde üretmiş olduğum ve aslında hepsinin dünyayla ilişkilenme biçimlerim üzerinden bir yerlere temas ettiği, iç-dış karşıtlığına doğa ve insan ölçeğinden yaklaştığım çalışmalar hem mekânsal olarak hem de içerik olarak dünyaya uzanmak kavramına doğrudan referans veriyor. Dünyayla ilişkilenme biçimimizi en temel yerlerden biri olan ev üzerinden ele alırken onun olasılıklarını genişletmenin yanı sıra dünyayla farklı yollarla nasıl ilişkilenebilirizi sormayı hedefliyor.

Ö.E.: “Dünyaya uzanmak” dünyada var olmakla ilişkili benim için. Dünyada var olmak da yaşamımızda aldığımız ve verdiğimiz hasarlarla kendimizi ve birbirimizle ilişkilenme biçimlerimizi onarma olanağı yaratabilmek. Bu ilişkiden edinmek istediğim sonucu iyi anlattığını düşündüğüm *Irmgard Emmelhainz’ın “Parçalanma ve İyileşme” metninden bir alıntı yapmak istiyorum:

“Hasarlı Parçadan Bir Tür Arındırıcı Kopuş Yoluyla Kendi Benliğimizi Temizleyebilir Ve Geriye Kalan Parçalarla Yeniden Birleşebiliriz.”

“Bölünmüşlüğümüzle ve paramparça olmuşluğumuzla yaşamayı öğrenmek nasıl bir şey olabilir diye düşünmeye çalışırken, zamanında öğrendiğim bir onarım yöntemi geliyor aklıma: Bir alet artık kullanılmayacak kadar hasar görmüşse, aleti çok kızgın bir ateşe tutup pürüzü giderir ve sonra suya daldırırsan hasarlı kısımdan kurtulabilirsin. Bu su içilebilir-hasarın öyküsünü gerçekten de içmen ve onarman gerekir; hatta inancın varsa hasarın kaynağını bile iyileştirebilirsin. Sonrasında, hasarlı parçaya yeni bir işlev veya amaç atfedebilirsin. Bu anlattığım yöntem demir aletleri onarmakta kullanılır, ama ‘öyküyü içerek’ iyileşmek ve hasarlı parçayı yeni bir amaç için kullanmak, kendi parçalanmışlığımızı benimsemenin bir stratejisi olarak da işe yarayabilir. Hasarlı parçadan bir tür arındırıcı kopuş yoluyla kendi benliğimizi temizleyebilir ve geriye kalan parçalarla yeniden birleşebiliriz.” (Irmgard Emmelhainz “Parçalanma ve İyileşme” Gökcisimleri Üzerine, (der.) Kevser Güler, Süreyyya Evren, Arter, 2020).

Gözde Mulla, “İçeride Bir Yerde”, kâğıt üzerine karakalem, pastel, 104×23.5 cm., 2022.
Gözde Mulla, “İçeride Bir Yerde”, kâğıt üzerine karakalem, pastel, 92×62 cm., 2021. Kredi: Fatih Yılmaz.

Sergide de referans verdiğiniz Ursula Le Guin’in Hep Yuvaya Dönmek kitabındaki “Vadi’de Yeryüzü Evleri’nde Yaşayanlardan Kendilerinden Önce Yeryüzü’nde Yaşamış Olanlara” şiiri “Çocuklarınızdık biz hep sizin. / Ta başından, en başından beri / Sizin çocuklarınızız biz.” diye biter. “Çocuk” kavramı hem metaforik hem de gerçek anlamıyla geçmiş, gelecek ve yuva/evle ilişkisi ile birlikte düşünüldüğünde birçok açılımıyla karşımıza çıkıyor. Aile de çoklukla çocuğun belleğinde beliren imajlar. Hasarlı bir ailenin fertlerinden hiçbiri çocuk kadar etkilenmiyor. İşlerinizde de çocuk bakış açısı, dünyayı ve evi onun gözünden okuma gibi yaklaşımlar beliriyor gibi geliyor bana. Bu konuda neler söylemek istersiniz?

“Evin Odalarına Yerleşen Sesler Ya Da Kokular Gibi Çocukluk Da Evin Bir Parçası Olarak Yerleşip Siniyor Etrafa.”

G.M.: Evin odalarına yerleşen sesler ya da kokular gibi çocukluk da evin bir parçası olarak yerleşip siniyor etrafa. Ben çalışmalarım çerçevesinde şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki eve yaklaşma ve aslında evi araştırma sürecim en başta kendi belleğimdeki izler ve evlerle şekillenmeye başlamıştı. Neredeyse 15 yıldır ev üzerine çeşitli araştırmalar, yazılı ve görsel, işitsel üretimler yapan bir sanatçı olarak ev’i mimari olanın ötesinde bir yerlerde aramaya başlamıştım. Fakat belleğimde kalanları, çocukluğumdan getirdiklerimi düşününce evi çevresiyle birlikte gözlemlemeyi, incelemeyi bırakmadığımı görüyorum. Bu da kişisel tarihimde farklı zaman aralıklarında evin olasılıklarını aramama neden oluyor. Doğduğum ve çocukluğumun geçtiği evin etrafındaki boşluk aslında her şeyin başladığı yeri işaret ediyor. Kâğıtta şekillendirdiğim boşluk ya da mekâna yerleştirdiğim sesin ve sessizliğin yankısı bu şekilde devam ediyor.

Ö.E.: Çocukluğumuzda yaşadığımız travmaları ve bu çocukluğu kucaklayan evi, hasarın başlangıcı olarak düşünüyorum. Çocuğu veya çocukluğumuzu tanımlamak için ailenin bütününe ve aile içi ilişkilenme biçimlerimize bakmak gerekiyor.

“Hasarı İlk Aldığımız Yer Ailede Başlıyor.”

Bunu, sergideki aile ve hasar üzerine yaptığım çalışmalarımdan örneklendirerek anlatabilirim. Serginin ikinci odasında “Ailenin geometrisi” adı altında, kolajlardan oluşan bir kitap ve üç boyutlu çalışmalarım yer alıyor. Hasarı ilk aldığımız yer ailede başlıyor. Aileden aktarılan travmaların bireyin duygu durumunda yarattığı hasarın doğasını, görsel sanatların ifade imkanları ile araladığım bu çalışmalarımda, aile içindeki bireylerin portrelerini derinlemesine çizen edebi eserlerin canlandırdığı imgelem ve zihinde oluşan o “resmin” yazıyla yönlendirilişi son derece ilgimi çekiyor.

Bu noktada Virginia Woolf’un Deniz Feneri romanı, ailenin geometrisi çalışmalarımın çıkış noktası oldu. İlk otobiyografik romanı olan bu eserde Woolf, bir ressamın perspektifinden, aile bireylerinin kilitlenen gerilimlerini, işitsel izlenimleri de son derece zengin olan içsel monologlar şeklinde aktarıyor. Kitapta ilgilendiğim nokta, hem iç sesle kurduğum otobiyografik yakınlık hem de karakterlerin, aile bireyleri tarafından algılandıklarına göre değişen “şekilleri”. Sözle imge arasındaki alan. Söz ile yazı arasındaki mesafeyle birlikte, monologların ve kolaj tekniğinin hasar kavramıyla olan ilişkisi çalışmalarımda boyut kazanıyor.

Ailenin geometrisi kitabımda: Baba; heybetli, gururlu, batan, acıtan, uzak, bazen ulaşılamayan, akışkan, kırıcı ve kırılgan, baba hep kadından üstün, erkek egemenliğini önceleyen dik ve sivri formlara sahipken anne; yetersiz hisseden, aynı çemberde dolanan, farkındalıksız, dairenin sembolü, kollayan, kucaklayan, okşayan, kızan, çevreleyen, uyaran, içindeki öze yakın bir formda. Çocuk ise bu çemberden çıkmaya çalışan, bunu yaparken de aile bireylerinin köşeli noktalarına çarpan, dikdörtgen ve dairenin içinde kendi alanını oluşturmaya çalışan ve aynı zamanda buradan çıkmak isteyen, başka bir dünya, bir ses, hareketli, değişken, parlak, dönüşen, başka ve özel.

Özge Enginöz, “Buluntu Ev”, seramik, 11.5×7.5 cm; 9.5×6.5 cm; 9.5×5.5 cm., 2022. Kredi: Fatih Yılmaz.

Sanırım en zor sergi biçimi kişisel ya da karma sergi değil, duo sergiler. Kendi özgünlüğü çerçevesinde, sergi içinde ortak dili paylaşan iki sanatçı. Sizin öncesinde tanışmadığınızı, bu proje için bir araya geldiğinizi biliyorum. Sanatsal olarak birbirinizi anlamak için ne gibi süreçlerden geçtiniz? Bu deneyimi nasıl değerlendirirsiniz?

G.M.: Evet, buna katılıyorum. Hepsinde olduğu gibi duo serginin de zorlukları var. Fakat burada diğer sergi biçimlerinden farklı olarak eserlerin ilişkilenmesi ön plana çıkıyor. Özgeyle ev’e bakışımızda benzer yerlerden çok farklı noktaları bulup çıkarmış, bunu başka dillerde yorumlamışız. Bu anlamda, karşılaşmalarımız heyecan verici oldu. Birbirimizi daha öncesinde tanımıyor olmamız bir avantajdı bana kalırsa. Çünkü tüm süreç gerçek anlamda bir keşfe dönüştü. Birbirimizin ev-atölye’sine tanıklık etmek ve orayı gecesi ve gündüzüyle yaşamak da önemli oldu diye düşünüyorum. Bunun yanında Özge, Gamze ve benim üç farklı şehirde yaşıyor olmamız bazı durumlarda zorlayıcı olsa da aslında atölye ziyareti için yaptığımız şehirlerarası yolculuklar süreci besledi.

“Farklı Tekniklerde Aynı Düşünsel Sürecin İçinde Yer Almamız Beni En Çok Etkileyen Nokta Oldu.”

Ö.E.: Gözde ve ben, farklı zamanlarda, farklı şehirlerde, çok uzun süredir ev üzerine düşünüp bu düşünceleri boyutlandırmışız. İkimizin evi ele alış biçimi mekânsal ve düşünsel olarak çok uzun bir sürece dayanıyor. Farklı tekniklerde aynı düşünsel sürecin içinde yer almamız beni en çok etkileyen nokta oldu. Eve karşı kendimizi özgür bıraktığımız bir aralıkta kesiştiğimizi düşünüyorum. Kırılganlıklarımızı ev üzerinden Gözde ile ortak bir düzlemde deneyimlemek, birbirimizin köşelerinde ışıldayan bir sakinlikle ortaya çıktığını düşünüyorum.

Sergideki işlerin minimal denebilecek bir dili var. Serginin küratörü Gamze Öztürk de yaklaşımıyla bu biçemi desteklemiş. Bu uyum sergi süreci içinde mi gerçekleşti yoksa sanata bakış açınızda ortaklaştığınız yerler var mı?

G.M.: Üçümüzün de sanata ve ev kavramına yaklaşma biçimimiz ortaklaşıyor. Minimal olanı, az olanı, detayları, kapının arkasını, küçülmeyi, hafızayı kovalıyoruz bir şekilde. Bu da sergi sürecindeki bir araya gelişi kolaylaştırmış oluyor. Sergideki eşikler gibi geçirgen, şeffaf ve iki yönlü geçişler bizim sürecimizin özeti oldu aslında. Köşeli olmayan ve birbirini çoğaltan diyaloglar kurmamızın sebebi, benzer bakışlara sahip olmamızdı. Bana kalırsa hepimiz eksiltmeyi, minimalize etmeyi iyi biliyorduk.

Ö.E.: Bakış açımızda ortaklaştığımız çok nokta var. Gamze ile bir araya gelişimiz, onun ev üzerine araştırdığı doktora çalışması ve mimar olarak bakış açısı, üçümüzün birlikteliğinin çatısını oluşturdu. Bu çatının atında ev kavramına Gözde’yle bakışımız, eve mesafeli bir yerden kendi pratiklerimizle, şeylerin içinden evi çıkartarak, tanıdık ve bildik araçlarla eve dokunduk. İkimizin eve eşikten bakışı, evin girilecek yer mi, kaçılacak yer mi? sorusunda kesişirken, Gamze’yle birlikte bir uyum içerisinde dünyaya uzandığımızı düşünüyorum.

Dünyaya Uzanmak sergisi 11 Nisan tarihine dek Kasa Galeri’de görülebilir.

Previous Story

Dirimart Dolapdere’de Günübirlik İnşa

0 0,00