NICOLAS BOURRIAUD / FOTOGRAF MUHSIN AKGUN

Sömürüp Çöplüğe Çevirdiğimiz Dünya

/

İstanbul Bienali’nin bu yılki teması “Yedinci Kıta”. Dünya genelinde insanların ürettiği çöp miktarı artık o kadar fazla ki, gezegenimiz artık bunu kaldıramıyor. Bu çöpler toparlanıp miktarı hesaplandığında, kocaman bir “Yedinci Kıta” oluşturabilecek ölçüde olduğu görülüyor.

 

Bienal’in “Yedinci Kıta” teması, “insan ile insan olmayanın, çoklu üretim sistemlerinin ve doğal elementlerin aralarındaki sınırların geçirgenleştiği ve çöp parçacıklarına dönüştüğü” bir kıtayı tarif ediyor. Bu çok zamanlı bir konu. Bu temayı ortaya çıkartırken referans noktanız neydi?
Bu konuyla ilgili her zaman çok hassastım, ama Anthropocene konsepti üzerine çalışmaya başladığımda bu  konuyu daha sanatsal alanlarda ele almaya itildim. Çalışmalarıma 2012-2013 yıllarında başladım ve 2014’de “The Great Acceleration” başlığı altında Taipei Bienali’nin küratörlüğünü üstlendim. Bienal, güncel sanatın, insanlar, hayvanlar, bitkiler, makineler, ürünler ve objeler arasındaki yeni dinamikleri nasıl açığa vurabileceğini gösteriyordu. Taipei Bienali bu konuya yoğunlaşan ilk bilinen sergiydi; İstanbul Bienali daha çok antropolojik bilimlere dayanıyor. Taipei sergisi daha genel bir sunumdu, bir tanıtımdı. O zamanlar bu konu üzerine çalışmalarıma devam edeceğimi bilmiyordum, ama o sergi Anthropocene’in sebep olduğu yeni bir alanı yansıtan genel bir sunumdu, insan ve insan olmayanın arasındaki parametreleri ve hiyerarşilerin yıkımını yansıtıyordu. Yani ilk etapta ufak başlayan ama sonradan detaylandırılan bir çalışma. Çarpıcı bir imgeyle başlamak istedim. Yedinci Kıta hepimizi korkutan, hepimizin çok iyi bildiği güçlü bir imge. İstanbul Bienali belli bir konsepti olan bir sergi değil, daha çok Yedinci Kıta imgesiyle ilgili üretilen bir çok fikrin sunumu gibi.

 

“EGEMENLERİN BİLİNÇALTINA KİMSE GİTMEK İSTEMEZ”

Yedinci Kıta fikri neden bu kadar kuvvetli bir dikkat gerektiriyor sizce?

Çünkü Yedinci Kıta Hindistan’a eşit büyüklükte, Türkiye’nin de 5 katını kapsayan bir alan. Yani kocaman. Son yüzyılda yaptıklarımızın bir gölgesi gibi. Çok çarpıcı bir imge bu. Benim için bu yeni bölge kesinlikle yeni türde bir sömürge alanı. 15. yüzyılda Avrupa ülkeleri Yeni Dünya dedikleri bölgeyi işgal etmeye başladılar, kolonileri ele geçirip, insanları katlettiler. Yani aslında Yedinci Kıta, endüstriyel aktivelerimizin oluşturduğu bir Yeni Dünya. Ama burası, kimsenin gitmek istemediği bir bölge; kimse Yedinci Kıta’da yaşamak istemiyor. Bilinçaltımız gibi, egemen insanoğlu sisteminin bilinçaltı.

 

Joseph Conrad’in “Karanlığın Yüreği” başlıklı romanını anımsatıyor, sömürgenin dehşetleri, ve insan vahşeti. Yanlışsam lütfen düzeltin, Bienal’in temasıyla ilgili konuşurken, bana sanki güçlü insanlığın zayıf insan topluluklarını sömürdüğü yetmezmiş gibi aynı zamanda başka canlıları da sömürüyormuşuz gibi geliyor; hayvanları, bitkileri, ve aynı zamanda büyük ölçekte toprakları, siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?

Aslında bir çok dini metin insanlığın doğaya hükmedip, ele geçirmesi gerektiğini söylüyor. Doğanın aslında insanlığın kullanımı için var olan bir alandan ibaret olduğu varsayılıyor ve tam olarak da yıkılan şey de bu aslında.

ANTHROPOCENE CİNAYETLERİ ÇAĞI

Bunu her gün konuşuyor olmamız gerekmiyor mu? Türkiye’nin beş katını kapsayan bir alanın çöpten oluşması gerçeği var ortada ve buna manşetlerde yer verilmiyor. Onun yerine politikaya, ekonomiye ve magazin haberlerine yoğunlaşıyoruz. Bu kadar sürekli ve acil olarak dikkat verilmesi gereken bir konunun çok fazla konuşulmaması sizce de trajik değil mi?

Tabii ki bunun konuşulması gerekiyor çünkü global ve kocaman bir mesele. Ben buna Anthropocene cinayetleri diyorum. İnsanlık olarak aktivitelerimiz gezegeni olumsuz halde etkilemeye devam ettikçe, daha az umursuyoruz. “Cinayet” diye adlandırdığım şey de o. İnsanlık olarak, bulunduğumuz gezegenin yüzeyini tamamen değiştirebildiğimizi kanıtladık ve aslında güncel sanat bunu çok ilginç bir şekilde yansıtabiliyor. Bu çok büyük ölçekte bir kriz; son 2000 yıldır bildiğimiz insan ölçeği tamamen değişmiş durumda. Bienal sanatçıları işlerinde bunu yansıtıyorlar. Sanatçılar, dünyanın çöküyor olduğunu ve çok daha uzun süre sağ kalamayacağımızı vurgulamaya çalışıyorlar. İnsanlar ve insan olmayanlar, madde ve diğer her şey arasındaki, Anthropocene’in yıkmış olduğu bu geleneksel ve ideolojik hiyerarşileri göstermeye çalışıyorlar.

İnsanlar ve insan olmayanların arasındaki geleneksel ve ideolojik hiyerarşilerden bahsederken ne kastediyorsunuz?

Doğa ve kültürün bambaşka varlıklar olarak ayrıştırılmasından. Doğa ve kültürün bölünmesini diğer tüm bölünmeler takip eder. Kadın ve erkek mesela. Kadın, çoğu dini metinde doğanın tarafında gösteriliyor. Kolonileşmeyi düşünün… Avrupa ülkeleri neden başkalarını kolonileştirdi? Çünkü sömürdükleri insanların doğanın tarafında olduğu varsayıyorlardı. Sömürenler kıtalar arası gelişim götürdüklerini savunuyorlardı, demek istediğim şey bu. Doğa ve kültür arasındaki bölünme, doğayı sömürgeye ve terbiye edilmeye açık bir konumda bırakıyor; bu tüm zulümlerin anasıdır. Buna tabii ki zengin ve fakir arasındaki kapitalist hiyerarşiler de dahil. O da bir bakıma tüm ayrımların en basit matriksi.

NICOLAS BOURRIAUD / FOTOGRAF MUHSIN AKGUN

Ayrımdan bahsetmişken, dünya genelinde sağ-görüşlü politik yönelimlerin artmasına dair yorumlarınızı nedir?

Bu, Amanzonları yok etmekle olan takıntıyla da bağlantılı. Faşizm, başkalarına baskı uygulamaya sebep olabilecek fikirler sunmaya yardımcı oluyor. Ve bu fikirler, insanların medeni oluşuna ve Amazonlara da medeniyet getireceğine dayanıyor.

SÖMÜRÜNÜN EN BÜYÜK SEBEBİ “ATAERKİ”

Dünyanın her yerinde yerli insanlara yapılanlar örnek gösterilebilir. Sizce neden insanlar doğayı bir arada var olabilecekleri veya parçası olabilecekleri bir şey olarak görmek yerine terbiye etmeleri gereken bir şey olarak görüyor? Neden hayvanları ve bitkileri istismar etme gereği görüyoruz?

İlginizi çekebilir:  7. Uluslararası Solo Çağdaş Dans Festivali

Bildiğim kadarıyla ilk dinler, en kutsal aktivitelerin ölüye tapma ve toprağa vermeye dayalı olduğunu düşünüyorlardı. Aynı zamanda dünyaya karşı çok panteist bir bakış açısı vardı – hayvanların Tanrıya daha yakın olduğu. Tanrıçaya tapan dinler hayatın kendisine aşık olmayıkutluyorlar. Öbür yandan, monoteist dinler farklı bakış açılarına sahipler. Bu sömürünün en büyük sebeplerinden birinin şiddetle, ataerki olduğunu düşünüyorum. Tüm monoteist dinler ataerkildir. Gökyüzünde bir baba figürü olduğuna inandırılırız, bir anne figürü olduğuna değil. Tarih öncesi dinler hariç hepsi için bu geçerli.

“MEDENİYET DÜŞÜŞTE”

Medeniyetin çöktüğüne inanıyor musunuz, insanoğlu olarak başarısız olduğumuzu?

Çökmekdoğru kelime olmayabilir, ama düşüşte olduğumuz doğru, ve büyük ihtimalle çok türlü ve feci yönlerde.

Tarih öncesi ve monoteist dinlerden bahsettiniz, tarih öncesi dinlerin tüm canlı ve cansız varlıkları kutsal varsaymasından, öteki yandan monoteist dinlerin bu algıya sahip olmamasından. Kurban Bayramı da biteli çok olmadı. Yedinci Kıta bağlamında hayvanların kurbanlık kullanımını yorumlayabilir misiniz?

Amazon kabilelerinin ve Güney Amerika’daki insanların güncel tavırlarına bakabiliriz; bu bölgelerde insan ile hayvan arasındaki ilişki çok daha karmaşık. İnsanlar hayvanları avlıyorlar, fakat hayvanın asıl öldürülüş şekli çok daha karışık bir dönüştürüm sistemi üzerinden gerçekleşiyor, aynı zamanda çok sembolik ve bir organizasyon meselesi. İnsanla orman arasında çok karışık, esasında kapitalist olan ve bilgiye dayanan bir ilişki var.

Uzmanlar, İstanbul’un yeni üçüncü havalimanının kuşların en önemli göç rotalarından birinde bulunduğu savunuyor. Havalimanının sadece çevreye değil, uçuşlar için de tehlike oluşturduğunu uyarıyorlar.

Bence bu tamamen cahilliğin, bencilliğin, otoriterizmin ve iş yapmakta kısa süreli düşünmenin göstergesi.

 

Sizce insanoğlu olarak bu gezegene sahip olduğumuzu ve böylelikle tüm kaynaklarını istediğimiz gibi kullanabileceğimizi mi düşünüyoruz?

Kesinlikle evet. Var olan hayvan türlerinin yüzde kırkının soyları son 20 senede tükendi. Bu çok korkunç bir durum.

 

“BEN BİR AKTİVİST DEĞİLİM”

İnsanoğlu olarak bulunduğumuz durum sizi endişelendiriyor mu?

Evet, ama ben bir aktivist değilim. Benim amacım daha derin bir anlayış şekli geliştirmek için çalışmak. Ve bence sanat da bundan ibaret; militanlık veya aktivizmden değil. O tamamen ayrı bir şey ama aynı derece önemli.

Basın toplantısında, Bienale katılan sanatçıların bir bakıma antropolog olduklarından bahsettiniz, bunu biraz açabilir misiniz?

Öncelikle fikir şuydu; eğer yeni bir bölge oluştuysa ki Yedinci Kıta gerçekten çok büyük bir bölge, birisinin bunun antropolojisine bakması gerekiyor. Benim ilgimi çeken de antropolojide gelişen yeni trendleri incelemek. Profesör Phillipe Descola ve Eduardo Vieiros de Castro gibi antropologlar antropolojiyi insanlar ve insan olmayanlar arasındaki ilişkiden oluşan sistem haline getirdiler – sadece bir tür olarak ‘anthrōpos’a[1]dayanan bir bilim değil, aynı zamanda insan türünün hayvanlarla olan ilişkisini inceleyen bir alan. Yani aslında bir bakıma, sanatçıya antropologların dünyaya nasıl baktıklarını ve algıladıklarını soruyorum ve gösteriyorum. Dünyanın görünmeyen taraflarını keşfetmemize yardımcı oluyorlar ve daha önce sorulmamış sorular soruyorlar… ve bunun yanında giden estetiğini üretiyorlar.

“SANATÇILAR BİZİ DÜŞÜNMEYE İTMELİ”

 

“Estetik üretmek” bir bakıma çözüm üretmek değil midir?

Sanatçılar çözüm sağlayamazlar. Bu politikacıların ve aktivistlerin işi. Sanatçı aynı manzarayı farklı bir gözle ele alır. Farklı bir bakışları var diyebiliriz. Günümüzde sadecesanatçılar çözüm üretseydi felaket olurdu. Kocaman bir felaket…

Sanatçıların çözüm üretmelerini beklemiyorum ama doğru sorularla gelip, bizi farklı düşünmeye itmelerini istiyorum. “The Great Acceleration”dan başlayarak yaptığım tüm sergilerde, dünyayı nasıl gördüğümüz, içinde kendimiz nasıl konumlandırdığımız ve onu nasıl yansıttığımızın üzerinde Antropocene’in nasıl bir etkisi olduğu sorusuna değinmeye çalıştım.

İstanbul Bienali’nin küratöryel pozisyonu size sunulduğunda ne düşündünüz?

Çok heyecanlandım. Bu seneki çok önemli çünkü ilk defa İstanbul Bienali ekolojik değerlerle ilgili bir duruş sergiliyor. Bu tarihi bir mesele, çünkü son 30 yıldır yapıldığını duyduğum bir şey değil.

1999 senesinden beri tüm bienallere geldim aslında. Sadece son ikisini bazı sebeplerden ötürü kaçırdım. Ama diğer hepsini gezdim. İstanbul Bienali’nin dünyada ikinci olduğunu düşünüyorum, Venedik’ten sonra. Tarihi açıdan, ve içerik olarak. Buna takiben Sao Paolo, Şangay ve Taipei Bienallerini sıralardım.

Eminim ki biliyorsunuzdur, İstanbul son zamanlarda kültür sanat açısından bir gerileme yaşadı. Ama artık bu değişecek gibi görünüyor… siz ne düşünüyorsunuz?

Bence bir çok insan İstanbul’a uzun zamandır ilk defa geri geliyor… Ben bile 2013’ten beri gelmemiştim.

Bir çok aile çocuklarıyla birlikte Bienal’i gezmeye geliyor ve çocukların o küçük yaşta bu sergilerle etkileşime girmesi bence Bienal’in en önemli taraflarından bir tanesi. Bu sene Bienal’i ziyaret edecek çocuklara önerebileceğiniz film veya kitaplar var mı?

Çocuklar kesinlikle Wall-E filmini izlemeliler. Yetişkinler içinse Phillip Descola’nın “Doğa ve Kültürün Ötesinde” kitabını okumalarını öneririm. Çoğu dilde tercümeleri bulunuyor.

 


[1]Antropoloji, Latince’den gelen anthropologia (“insanoğlu bilimi”) kelimesine dayanıyor ve kökünü Yunancada bulunan anthropos (“insan”) kelimesinen alıyor. 

Previous Story

Gerçeklikten de Öte

Next Story

Meldâ Kaptana’nın Ardından…

0 0,00
02_ArtDog_CD_Logo_RGB_Black

BÜLTEN

Türkiye ve dünyadan haftalık kültür-sanat haberleri, inceleme yazıları, sergiler ve etkinlikleri takip et.

Bülten aboneliğinde ArtDog Istanbul’un gizlilik sözleşmesini kabul etmiş olursunuz.

Verified by MonsterInsights