Kahramanmaraş merkezli depremlerin ardından başlayan, günlerce kesintisiz devam eden arama-kurtarma çalışmalarının ardından bir yandan acil ihtiyaçlar üzerinden bölgeye destekle ilgili çalışmalar sürerken, bir yandan da çok hızlı bir ‘yeniden inşa’ takvimi üzerine konuşulmaya başladı.
Barınma ihtiyacı şu anda binlerce insan için en önemli ve acil çözüm geliştirilmesi gereken konu olmakla birlikte, mesele psikolojik, sosyal, kültürel, ekonomik olarak bilim insanları ve uzmanlar tarafından dikkatle çalışılması ve bütünsel planların devreye alınması gereken çok katmanlı bir süreci işaret ediyor. Tam da bu nedenle, konuşulmaya başlanan yeniden inşa süreciyle ilgili olarak Mimarlar Odası Ankara Şubesi Yönetim Kurulu Başkanı Tezcan Karakuş Candan, Mimar ve İstanbul Serbest Mimarlar Derneği (İstanbulSMD) Başkanı Ali Hızıroğlu, yüksek mimar Banu Uçak, mimar Hasan Çalışlar, mimar Boğaçhan Dündaralp, mimar Nevzat Sayın, Kocaeli Üniversitesi, Mimarlık ve Tasarım Fakültesi Öğretim Üyesi Yeşim Özgen Kösten ve mimar Mehmet Arslan’a görüşlerini sorduk.
“Bilimsellikle Hiç Bağlantısı Yok”
- Depremde yıkılan bölgeler için çok hızlı bir ‘yeniden inşa’ takvimi üzerine konuşuluyor… Bu konuşulan bu hızla inşa süreci mimari açıdan ve kentsel planlama bağlamında gerçekçi ve sağlıklı mı? Değilse ne gibi tehlikeler barındırıyor?
Tezcan Karakuş Candan: İktidarın ay sonunda temel atmaya, bir yıl içerisinde de binaların tamamlanacağına dair söylemi gerçekçi ve sağlıklı değil, bilimsellikle ise hiç bağlantısı yok. Kentlerde savaş yaşanmış gibi; artçı depremler hâlâ devam ediyor. Deprem sonrası kalıcı konutların inşasında bilimsel verilerin yeniden analiz edilmesi gerekiyor. Planlama sürecinde çok önemli olan ve mikro bölgeleme denilen, deprem risklerinin analizleri ve zemin etütleri yapılmadan, artçılar devam ederken girişilecek bir kalıcı inşa süreci gelecekte yeni afetlere davetiye çıkaracaktır. Ayrıca depremle birlikte bölgedeki planların hepsi sakatlanmıştır. Analizlere göre planlamanın yapılması gerekmekte ancak, hızlı bir şekilde, şehircilik esaslarına aykırı şekilde bir yeniden inşa süreci yapılmaktadır. Mera ve orman alanlarının yapılaşmaya açılması da bu plansız ve rant odaklı yeniden inşa sürecinin göstergesi. Toki eliyle yapılacak bu inşaatlarla, kentin özgünlüğünün tek tipleşmesi, çok kültürlü coğrafyanın tekdüzeleşmesinin önünü açacaktır. Katılımcı olmayan, ‘yaptım oldu’ yaklaşımıyla başlayan bu süreçte, depremden kaynaklı büyük kentlere göç eden insanların yeniden inşa sürecine dair katılımı olmadığı için aidiyet sorgulaması yaşanması muhtemeldir.
Ali Hızıroğlu: Planlama toplumsal olarak içselleştirmekte zorlandığımız bir düşünme ve üretim metodolojisinin en önemli parçalarından. Sabırsız, tez canlı, doğru kararları ve uygulamaları üretmek için harcanması vazgeçilemez düşünsel ve fiziki süreçleri atlayarak, hızla sonuca gitmeye çalışan ve üstelik bunu yaparken konuya dair bilgi sahibi olmadan fikir üretmeye meyilli bir yapımız var. Bunun bir yansıması olarak da hem afet öncesinde hem afet sonrasında muhtemel risklere karşı oldukça yetersiz kalınıyor. Esasen elde sınırlı da olsa birçok imkân varken bunları araştırarak, geliştirerek, kamusal faydayı gözeterek ve zamanında değerlendirerek hareket etmek yerine, alelacele alınan kararlar doğru ve gerçekçi çözümler üretmekten oldukça uzak bırakıyor bizleri toplum olarak. Sonuçları korkunç acılara, kayıplara sebep olan bu olayın kapsamı öylesine büyük ve çok boyutlu ki. Henüz olayın vahametini, yitip giden insanların, izini taşıdıkları tarihin, kültürün vicdanlarımızda bıraktığı boşluğu hissederken, korkuyu hatta bir nevi öfkeyi atlatmamışken, bunların yarattığı yaşamsal, psikolojik, yapısal ve ekonomik yıkımı kavramakta dahi zorlanıyor insan.
Herhangi bir yerleşim için çalışmaya başlarken aslında önce belki de kent nedir diye sormak gerekiyor. Neden var? Umutların, anıların, insana, doğaya saygının, anlayışın hakim olacağı, iyiliğin gelişmesine yer açabilecek mutlu insanların yaşadığı kentler yaratabilmek için basmakalıp düşünceler, alelacele hazırlanan yapılarla ulaşmanın mümkün olamayacağı aşikâr. Nasıl bir orman sadece ağaçların yan yana dizilmesiyle oluşmuyor, birçok farklı unsurla birlikte uzun bir süreç sonucu bir ekosistem yaratıyorsa, kent dediğimiz de bir çeşit yaşayan, gelişime açık organizma gibidir. Dolayısıyla yeniden yapılanma sürecini sadece dolu dizgin bina inşası olarak görmek de yeni bir hikâye yaratmaya yetmeyecektir. Demografik açıdan devinim içinde bulunan bu coğrafyanın geçmiş ile bağının tamamen kopmasına, yere olan zaten zedelenen bağın iyice yozlaşmasına sebep olma riskini taşımaktadır. Ayrıca bu yaklaşım kaynakların verimli, esnek, gelişebilir kentler yaratabilmenin de önünde büyük bir engel oluşturacaktır.
Bu afetten ayakta kalarak hayata devam etme gücünü bulanların geçmiş günlerini, kentin hafızasını tamamen yok sayacak bir ortam oluşturmanın sosyal ve psikolojik etkileri de göz önüne alınmalı. Binalar tasarlamak, inşaa etmek belki bir noktaya kadar hızla gerçekleştirilebilirse de, bu olayın izlerini iyileştirmek, sağ kalanları yeniden hayata döndürmek istiyorsak ortaya konan mekânsal kalitenin niteliğini, niceliğinin önünde tutmak durumundayız.
Banu Uçak: Felaket sonrasında hayatta kalanların yaralarını sarmak, hızla hayatlarına konfor ve düzen sağlayacak önlemler almak, barınma ihtiyaçlarını karşılamak arzusunu şüphesiz toplumun her kesimi paylaşıyor. Ancak yüzyıllarla, çelişkilerle, birbirine benzemez, toplumsal, iklimsel, coğrafi, ekonomik dinamiklerle kurulmuş kadim kentlerin hızla bir anda inşası mümkün değil. Yapı üretmek, bunu çok hızlı üretmek elbette mümkün, ancak yapılar kentleri oluşturmaz, kentlerin kimliğini kentliler, onların etkileşimi, çatışması ve mutabakatı oluşturur. Barınma sorununu çözmek ve bir kenti yeniden inşa etmek iki farklı konu. Afet sonrası çok hızlı biçimde geçici barınma alanlarının olabildiğince nitelikli ve sağlıklı biçimde oluşturulması gerekiyor. Ancak kentin, özellikle neredeyse yapı stokunun büyük bölümünü kaybetmiş Hatay gibi kadim bir kentin bir anda yeniden inşası gerçekte mümkün değil. Hızlı alınan kararlar, kentlerin kimliğinin geri dönüşsüz olarak yok olmasına, hayalet, gettolar oluşmasına ezcümle ruhunun kaybolmasına neden olacaktır.
Hasan Çalışlar: Herhangi bir disiplinde herhangi bir konuda hızlı, alelacele, fazla düşünülmeden, ölçüp biçilmeden yapılmış hangi iş doğru sonuç vermiş ki bu doğru sonuç versin? Bunu siyasi bir şov gibi değerlendirmek mümkün. İnsanların barınma ihtiyaçlarını -sözüm ona- hızlı bir şekilde karşılamak için aceleyle çözümler üretilip sonra da “Bakın biz bunu yaptık” denilecek. Ama bu gerçek anlamda bir şehircilik anlamına gelmeyecek. Tamamen günü kurtarma amaçlı bir aktiviteden ibaret olacak. Bu nedenle bu sözlerin hiçbiri ümit vaat etmiyor. Belki yapılacak yapılar sağlam olabilir ve içindekileri barındırma işlevini yerine getirebilir ama bu yapılar yan yana geldiği zaman doğru bir kent mekanı ve yaşanabilirlik kriterlerinde bir şehir olmaz. Artık günümüzde şehirlerin planlanmasında çok daha farklı parametreler öngörülüyor. Başta çevrecilik, enerji tasarrufu, sürdürülebilirlik, kamusal alanların kullanımı, sivil ihtiyaçların şehir planlaması içine dahil edilmesi gibi konuların hiçbiri tartışılmadan yapılmış şehirler yine topal, aksak ve demode yerleşimler olacak.
Boğaçhan Dündaralp: Gündemdeki hızlı ve yeniden inşa için olası en büyük yanılgı mimari ve kentsel planlamaya sadece fizik-mekânsal inşa olarak bakıyor olmak olur. Mimari ve kentsel bağlam arka planda pek çok bilgiyi ve farklı olasılıkları değerlendirmeyi talep eder. Bunun sosyal, ekonomik, politik, kültürel ve teknik birbirleriyle etkileşimli değerlendirmek zorunda olduğumuz ciddi, çok bileşenli, aktörlü bir süreç olmasının yanında kısa, orta ve uzun vadede iyi planlanmış bir yönetimi talep eder. Tüm bu süreç sağlıklı ve iyi planlanmış bir gelecek için kurulmak durumundadır. Bugünün gerçekliği hızlı hareket etmeyi gerektiriyor. Fakat yapılanların da acele ve gelecekte benzer sonuçlar üretmeyecek biçimde planlanmasını gerektiriyor. Bugünün ve geleceğin tüm taleplerini öngören ve iyi yönetilmesi gereken bir süreç. Buradaki en büyük tehlike kaynakların ve bilginin iyi kullanılmadığı, merkezine doğa-insan ilişkilerini almayan, konuyu sadece hızlı bir inşai sürece indirgeyerek sadece bugünün ihtiyaçlarını çözmeye çalışan adımlar olur.
Nevzat Sayın: ‘Çok hızlı bir yeniden inşa’ ne gerçekçi ne de sağlıklı. Ama gerçekçi olmakla da sağlıklı olmakla da ilgilenmedikleri için bunu demekte de beis görmüyorlar. Bu durumda hızlı hareket edebilmek için hazırlıklı olmak gerekir. Felakete hazırlıklı olmadıkları gibi, ne yapılacağına da hazırlıklı değiller. Bu anlayışla berbat yığınlara dönüşen Toki zırvalıklarını yapabilirler olsa olsa. Uzmanlara göre en azından 1-2 yıl kalıcı olarak bir şey yapmamak gerekiyor.
Yeşim Özgen Kösten: Bunun sağlıklı bir çözüm olmadığını herkes biliyor zaten. Çünkü Anadolu dediğimiz yer 12 bin yıldır birçok farklı kültürü oluşturmuş bir bölge. Kültürel miras olarak bakarsak taşıdığı bir değer var ve o köklerle bağlantıyı sağlam kurmak için bu değerin gelecek nesillere aktarılması gerekir. İnsanoğlunun varoluşunda sorduğu ilk soru “Ben kimim?”. Bundan sonra “Ben neredeyim?”, “Ben ne yapacağım?” soruları geliyor ve bu üç mesele insanı hayata bağlayan şeylerden en önemlileri. Bunların cevabı için insanın köklerine ihtiyacı var. Aslında kökler de bizim kimlik dediğimiz, beni diğerlerinden ayıran biricik mesele. Anadolu iklim, kültür gibi unsurlar açısından birbirinden çok farklı değerlere sahip. Ve bu da mimarlığı oluşturuyor.
Örneğin ’99 depreminde yıkılan Değirmendere’de şehircilik, mimarlık ve yer bilimleri alanından uzmanlar olarak bir risk analizi projesi yaptık ve o projede baktığımız tek bir yapının bile altında iki zemin özelliği olduğunu gördük. Bunların biri yumuşak zemin, biri sert zemin. Acaba buradaki mühendislik uygulamaları neye göre yapıldı sorusu akla geliyor. Bırakın tek tip önermeyi, tek bir binanın altında bile farklı zemin özellikleri olabiliyor. Kıyıda, deniz kenarında tuzlu su ile eskimesi varken, tepede 600 yıl önce olan depremde kayan setin üzerinde farklı bir jeolojik yapı ve iklimle kurduğu başka bir ilişki söz konusu. Bölgenin bir yerinde kültürel miras ve onunla kurulan ilişki farklı. Onun biraz ilerisinde de tarım alanları var. Dolayısıyla küçücük bir Değirmendere’de bile bu kadar farklı yerel değerler varken, bir kent ya da kentler topluluğu için tek tip bir şey önermek mümkün olabilir mi?
Mehmet Arslan: Yaşanılan üzücü felaket, yitirilen canlar ve yıkılan binalardan daha büyük bir yıkımı meydana getirdi. Bu felaketin boyutlarını tam olarak anlamadan verilen tüm siyasi vaatler gerçekçilikten uzak ve sağlıksız vaatler olacaktır. Kaldı ki bahsi geçen bir yılda yeniden inşa süresini dillendirmek için bile birtakım planlar yapılmalı ki bu vaatler sağlıklı olabilsin. Ne yazık ki bu vaadi dillendirmek için dahi gerekli düşünsel mesainin yapılmadığı izlenimi birçok uzmanca ortak kanı olarak dile getiriliyor. Burada sadece depreme dayanaklı konut üretmek, odağa alınarak bir ‘yeniden inşa’ faaliyeti için kollar sıvanırsa çok büyük bir hataya düşülmüş olur. Kent sadece insanların barınma ihtiyacını sağlayan bir olgu değildir. Kaybedilen kentler, 12.000 yılı aşkın bir zamanda çeşitli uygarlıkların, kadim toplumların kolektif bir yaşam bilincinin yansımasıdır. Bu sebepledir ki bu kentler aynı zamanda tüm insanlığın birer kültürel, sanatsal, bilimsel ve tarihsel bir mirasıdır. Yıkılan binaların altında insanlar canlarının yanında anılarını, belleklerini, yaşama kültürlerini ve üretme kültürlerini kaybetmişlerdir. Kaybettiklerimize bu perspektifle bakmadığımız sürece kent değil sadece depreme dayanıklı ‘geçici barınma üniteleri’ yapmış oluruz. ‘Geçici barınma üniteleri’ diyorum çünkü barınmanın yanında sosyal, kültürel, tarihsel, doğa-insan, kaynak-insan, ekoloji, ulaşım, üretim, kentsel adalet gibi parametreleri bir arada düşünmeden inşa edilen sözüm ona kentler zamanla kaderine terkedilir. İnsan yaşanacak çevrede var olabilir. Söz edilen ‘yeniden inşa’ süreci ile bu sağlanmazsa insanların zamanla yapılan konutları terk edip yeni yaşama alanları arayışına girmesi kaçınılmazdır. Bu plansızlığın bedeli gerçek bir sosyal, kültürel, ekolojik, ekonomik yıkıma dönüşür. Bu nokta iyi hesap edilmeli, popülist siyasi söylemlerden vazgeçilmeli ve söz, şehir plancı, mimar, sosyolog, mühendis, tarihçi, kentli gibi unsurlara bırakılmalı.
“Bütüncül Bir Yaklaşım Gerek”
- Bölgeyi nasıl ‘yeniden inşa’ veya daha doğrusu ‘var etmek’ gerekiyor? Yeniden bir kentleşme nasıl mümkün, mümkün mü?
Tezcan K. C.: Bölgeyi yeniden bir yaşama alanına dönüştürmek elbette mümkün. Öncelikle bölgede 1/100.000’lik planların iptal edilmesi ve bu planı onaylayanların, olumlu görüş veren kurumlardaki tüm yetkililerin yargılanması gerekiyor. Bölgede mikro bölgeleme çalışması yapılarak verilerin toplanması ve haritalanması, zemin ile ilgili etütlerin ve bunun üzerinden yeniden planlamanın yapılması gerekiyor. Bazı yerler belki hiç yapılaşmaya açılmayacak. Sonrasında da katılımcı bir süreçle halkın da istekleri dikkate alınarak planlama yapılmalı ve inşa süreçlerinde kentin özgünlüğünü bozmayacak, doğal malzeme ve geleneksel yerleşimin izlerinin de takip edildiği mekânlar üretilmeli. Kadim uygarlıklara ev sahipliği yapan bu bölgelerde yerin üstünde yaşanan enkaza göre değil, yerin altında katman katman farklı uygarlıkların izlerinin de olduğu bilinciyle, bunların nasıl etkilendiğine dair verilerinin de toplanmasıyla bir yeniden var olma süreci yaşanmalıdır.
Ali H.: Yeniden kentleşebilmek için önce kent ve kentli yaşamın bu coğrafyada nasıl en uygun koşullarla oluşturulabileceğinin mevcut ve yeni çalışmalarla ele alınması gerekiyor. Yapı sektörüne ait farklı disiplinlerin yanı sıra psikologlar, sosyologlar gibi sosyal bilimcilerin de katkılarıyla yeni bir kent yaşamı stratejisi geliştirilebilir. Esasen bu konuda geçmiş depremlerde de ortaya konmuş pek çok akademik çalışma da bulunuyor. İnsanların kültürel ortamına uyum sağlayacak kamusal, yarı kamusal ve özel mekanlar oluşturulması, yoğunluğun yeniden tayin edilmesi, altyapının bu tip bol deprem üreten yerleşimlerde şebekeye alternatif olabilecek yenilenebilir enerji, iletişim ve tarımsal üretimi gözetecek biçimde yeniden tasarlanması gerekiyor. Bu yerleşim planlarının dışında böyle bir travmatik olay sonrasında etkilenen kentlerin sosyal yaşantısına dokunabilecek, geçmiş hafızasını geleceğe taşıyabilecek şekilde bu verileri tasarım stratejilerine taşıyabilmekle mümkün olabilir.
Banu U.: İkinci Dünya Savaşı’nda Avrupa’nın önemli bir kısmı yerle bir oldu. Son yüzyılda birçok büyük deprem, savaş, göç ve afet sonrasında kentler yeniden inşa edildiler. Ama sıfırdan tasarlanan kentlerin hiçbiri kimlikli, yaşam kalitesi yüksek, insanların mutlu yaşadığı mekânlar üretmedi. Düşünsenize, insan analitik biçimde düşünerek bir çıkmaz sokak tasarlayabilir mi? Tekil olarak yapıların mimari niteliklerinin yüksek olması da yeterli olmaz. Hayat yapılar arasındaki boşluklardan ruh bulur. Tasarım sürecini analitik, teknik, salt yapı üretimi eksenli bir konu olmaktan çıkarıp, aynı organik kentlerin DNA’sında olduğu gibi çok paydaşlı, katılımcı ve şeffaf biçimde ele almak ve belli bir süre tanımak gerekiyor. Çok disiplinli ve bilimsel bir planlama bölge halkının katılımını mümkün kılacak şekilde yürütmek çok önemli. Kentin tekrar inşası sürecinde sadece planlamacılardan, mimarlardan, mühendislerden, jeologlardan oluşan teknik kadrolar değil, sosyal ve beşerî bilim uzmanları, kültür endüstrisi temsilcileri, STK’lar ve tabii kentliler de yer almalı. Ve tabii ki bunun için de bir zaman gerekir.
Hasan Ç.: Sanırım şu anda insanların şuna inanması isteniyor; yeni bir plan yapılacak, caddeler, sokaklar, parklar, okullar, sağlam inşaatla yapılmış az katlı evler olacak ve bir anda orada bir cennet oluşacak. Halbuki bir kentin kendi dinamiklerini kendi yaratması, kendi kendine oluşması gerekir. Bu dinamikleri yaratacak şey ise ekonomidir. Biz Türkiye’de şehirlerin büyümesini belirli bir planlamayla öngörmezsek ve her yıl şehrin büyüme oranında yeni arazileri planlayarak devreye sokmazsak, kent merkezlerinde oluşacak rant baskısını engelleyemeyiz. Bu baskı kamuya ait olmayan araziler üzerinde yapılacak olan küçük parselli imar durumlarını dolayısıyla da bunların üzerinde küçük müteahhitlerin üretimi ile yapılacak yapı gruplarını hayata geçirecek. Aynı sorunlar yeniden yaşanacak. Türkiye’deki problem mimarlık ve şehircilikten ziyade, bunun ekonomik parametrelerinin kurgulanmasıdır. Aslında ikisi birbirini tetikliyor. Şehircilik yanlış kurgulandıkça farklı bir ekonomi oluşuyor, o farklı ekonominin aktörleri ise kötü şehircilik ve kötü mimarlık üretiyor. Bu sistemin ekonomik modelini kökünden değiştirmeden yapacağımız tüm çabalar naif girişimler olarak kalır.
İkinci konu ise nasıl ki biz her depremden sonra deprem regülasyonlarını, yönetmelikleri tartışıyoruz, buradaki çarpanları, emniyet katsayılarını, yapı biçimlerinin tasarlanma metotlarını statik mühendisliği açısından ele alıyoruz, aynı şekilde imar yönetmeliklerini de tartışmamız lazım. Türkiye’deki planlı alanlar imar yönetmeliği de, buna bağlı olan il ve ilçe belediyelerinin kapsamında üretilen mevzi imar planları ve notları da anlaşılmaz maddeler içeriyor. Bu maddelerin çoğu, muğlak ve gri alanlar içerdiği için bürokratların yorumlarına son derece açık. Yönetmelikler yapılırken net olmalarını ve her okuyanın aynı şeyi anlamasını sağlamamız şart.
Yeni kentleşme planları yapılırken bütüncül bir yaklaşım gerekiyor. Şehirleşmede kullanılacak arazi parçalarının parsellere bölünüp geliştirilmesi değil, ada bazında kütlelerinin tanımlanarak hiçbir tereddüte yer bırakmayacak şekilde planlanması önemli bir konu. Aksi takdirde küçük küçük parseller küçük yatırımcılara bölündüğü zaman yine kakafonik şehirler ve birbiriyle hem görsel açıdan uyumsuz hem statik olarak kontrol edilemez bir yapı stoğu oluşacaktır. Türkiye’de genel yatırım yaklaşımı, herkesin kendi özgün iradesiyle bütçe ve mali kapasitesi oranında yapı yapma arayışıyla anlatılabilir. GYO’lar oluşturmak, ortak akılla pazar araştırmaları yapmak, STK’ların beklentilerini anlamak ve bu kriterlerle projeler üretmek tercih edilmelidir. Parsel bazında imar durumu şehirlerimizin katilidir. Tüm Türkiye’nin inşaatçı olması biraz da bundandır… Küçük yatırımcılar ancak tadilatlar, butik projeler yapabilir, bir takım özel küçük parsellerin yeniden geliştirilmesi konusunda çalışabilir. Ama siz bir şehri irili ufaklı küçük müteahhitlere dağıtırsanız, oradan sağlıklı bir şey ümit etmek doğru olmaz. Üstelik sadece bina inşa etmek yeterli olmayacak bu şehirlerin ‘yeniden kentleşme’ çabasına. Yıkılan sosyal, psikolojik ve kültürel bir doku var oralarda. Kentlerin kendilerine ait, yerleşmiş ve kök salmış bir ruhu var ve depremle bunların da büyük çoğunluğu yok oldu. Akılcı ve bütüncül bir planlama bu noktada da son derece önem kazanıyor. Hafızası kaybolmuş bu şehirlerin yeni hafıza mekanlarını oluşturmak da öncelikli olmalı. Bu insanlar evlerini, barklarını, işlerini değil hafızalarını da kaybetti, anılarıyla ilişkileri sekteye uğradı; gittikleri okullar, ilk buluştukları pastane yok artık.
Boğaçhan D.: İhtiyaca yönelik yapılmış hazırlığı olmayan, günlük ve kısa vadeli politikalara kurban edilmiş, kısıtlı ekonomi içinde hareket eden toplumsal bir düzenimiz var. Dayanışma kültürü sürdürülebilir bir model değil. Kısa, anlık ve acil ihtiyaçlar için çok pratik ve güçlü olsa da uzun soluklu üretken bir model için kaynakları çok sınırlı bir model. Böylesi bir soruna yanıt üretebilmek için bilim, teknik, teknoloji ve tasarım alanlarından birikim, deneyim sahibi, uzman, ciddi entelektüel bir insan kaynağının bu iş için organize olması gerekir. Bununla birlikte tüm çalışmalar için kaynak yaratılarak bu işe angaje edilmesi ile uzman ve kaynakların kısa-orta ve uzun erimli bir model için organize olarak çalışmaları gerekiyor. Bence asıl soru bunu yaratmak mümkün mü?
Yeşim Ö. K.: Bu ancak mikro ölçekte olabilir. Makro ölçekte alınan kararların hiçbir zaman doğru olmadığı ortada. İlçe belediyelerinin ve bunların toplandığı büyükşehir belediyesinin kendi içlerinde koordineli hareket etmesi gerekiyor. Çünkü üst yönetimin dışında bu tip süreçlerde aslında bütün kararlar belediyelerden çıkıyor. Belediyelerin koordine olarak var olan bütün yapı stoğuna dair ve tarım alanı, orman, köy, kırsal mimarlık gibi yerel bilgilerden oluşan bir arşiv oluşturması gerekiyor. Örneğin İsviçre’de köyler için bile kentsel tasarım rehberleri üretiliyor ve her köy için kendi değerlerine bağlı olarak önerilen bir çerçeve oluyor. O rehber bölgede bir mimari üretilecekse, yerel değerlerin ilkelerini zemin özellikleri, sokak tipolojileri gibi başlıklarda toparlayıp, buradaki çerçeve içinde nasıl mimari üretim yapılabileceğini tanımlıyor. Bizim bu tasarım rehberlerinden anladığımız şey eksik. Yerel karakter alanları tanımlanmalı, bunlar her bölgedeki üniversitelerle birlikte, yerel olarak çalışılmalı. TÜBİTAK bunları denetleyen ve şemsiye altında toplayan, bu araştırmaların yapılmasını tetikleyen bir kurum olarak var olmalı. Bu çalışmalar üzerinden yerel ilke kararları üretilmeli. Pek çok kentteki farklı etnik gruplarının hepsinin içinde kendilerini mutlu hissettiği yerel karakterler, mimari tipolojiler var. Bunların ilke kararlarını belirlemek gerekiyor.
Mehmet A.: Kaybettiğimiz kentlerin yeniden var edilme sürecinde bilimsel veriler ve yıkılan kentlerin çok boyutlu olarak karakterleri iyi incelenmelidir. Zira bu kentler bir insanlık mirasıdır ve muhakkak ki bu mirasta meydana gelen zararlar ve yıkımlar onarılarak kent yeniden ayağa kaldırılmalıdır. Yerel mimarinin güçlü yansıdığı bu kentlerde yerel malzeme ve mimarinin kullanımı yanında deprem gerçeği, sosyal, kültürel, ekolojik ve ekonomik sürdürülebilirliğin var edildiği kent planları hazırlanmalıdır. Bu planlama ülkemizde sayısız örneği olan tek elden çıkma ısmarlama planlar olmamalıdır. Katılımcılık esaslı bir planlamanın bu kentleri yeniden var edecek kilit unsur olduğunu düşünüyorum. Çok kültürlü ve renkli kentin tüm paydaşlarının yanında uzman şehir plancılar, mimarlar, mühendisler, sosyologlar, tarihçiler bir araya gelmeli ve yıkılan kentlerimizin anlamını kaybettirmeyecek yeni planlar hazırlamalıdır. Sağlıklı bir planlamanın örneklerini teşkil edecek birçok akademik çalışma ve pratiğe dayalı tecrübe ülkemizde mevcuttur. Bu planlamanın ardından kentleri ayağa kaldırmanın bedeli ve süresi üzerinden yapılacak konuşmalar da anlamlı ve gerçekçi olacaktır.
“Londra’daki ‘Container City’ Örnek Olabilir”
- Bu süreçte insanlara nasıl yaşam alanları kurulabilir?
Tezcan K. C.: Kalıcı konutların planlanması sürecinde, insanlar için geçici barınma üniteleri ve yaşam alanları tasarlanmalı. Bir, iki yıl yaşayacakları, sosyal donatı alanları olan ve deprem travmasını da tedavi edebilen, sosyal ilişkileri güçlü yerleşim alanları ve mimari mekânlar üretmek gerekli. Mimarlar Odası Ankara Şubesi olarak biz örnek bir çalışma gerçekleştirdik. Malatya’da depremzedeler için yeni yaşam üniteler tasarladık. Gönüllü 60 mimarın katılımıyla tasarlanan proje yurt dışından bir vakıf tarafından finanse edilecek. Yaşam üniteleri, hafif çelik malzeme ile tek katlı, iki katlı, avlulu yaşam alanları olarak planlandı. İnsanların geçici süreli de olsa tüm ihtiyaçlarının karşılandığı, yemekhanesinden çamaşırhanesine, kreşinden okuluna, sağlık biriminden spor tesisine kadar kendine yetebilen ve yaşayanını rehabilite eden bu üniteler uygulanması halinde örnek geçici yaşam üniteleri olarak işlev görecektir.
Ali H.: Bu sürecin olmazsa olmaz parçası yarı geçici yerleşim alanları oluşturulmasıdır. Afet sonrası ortaya çıkan karmaşanın dağıtılabilmesi, yakınlarını, evlerini, işyerlerini kaybetmiş olanları bu inşa sürecine dahil edebilmekten geçiyor. Seslerinin duyulduğunu hissettirmek ve alınacak bu kararların şeffaf bir biçimde paylaşılarak ilerlenmesinin önemli olduğuna inanıyorum. Çocukların ve gençlerin yaşamlarını önemsemek, eğitimlerini sürekli kılabilmelerini temin edecek mekanlar oluşturmak iyileşmeye katkı sunacaktır. Yaşanan tüm bu acı sonuçlara rağmen, yerinde yeniden bir yaşam kurulabileceğine dair inançlarını güçlendirecek, hayata, geçmişten taşıdıkları hafızayı ayakta tutacak, sosyalleşmeyi temin edebilecek geçici yerleşim tipolojileri tasarlanabilir. Hafif yapı sistemleri hatta ileride yeniden dönüşüme uygun olarak da oluşturulabilir. Toprak ile bağın yeniden kurgulanacağı, bahçesinde yetiştirebileceği birkaç ürünle dahi hayatın devam ettiğini aşılayabilecek bir yerleşim alanı oluşturulabilir diye düşünüyorum. Geçici barınma ihtiyacının sosyal olarak doyurucu olması, kalıcı yerleşimler için yeterli planlama ve yapım sürecini de destekleyebilir.
Banu U.: Çok hızlı biçimde nitelikli ve asgari konfor sağlayacak geçici afet konutları oluşturmak ve bu alanların planlamasını sağlamak gerekiyor. Aslında Türkiye’deki üniversitelerde bu konuda yapılmış birçok tez, atölye çalışması ve kaynak doküman var. Hatta uluslararası kurumların, başta UN ve Kızılhaç gibi organizasyonların halihazırda çokça uygulaması bulunuyor. Orta vadede geçici barınma alanlarının konforunu ve sağlık koşullarını artırmak üzere uzmanların desteğe çağrılması ve bu alanların hızla oluşturulması gerekli. Barınma sorununun orta vadede çözülmesi kentsel planlama kararlarının sağlıklı biçimde verilmesi için de önemli bir zaman kazandıracak diye düşünüyorum.
Hasan Ç.: Planlama süreci zor, zahmetli ve pek çok bileşenin bir araya geldiği bir süreç. Sosyologlar, psikologlar, jeologlar, mimarlar, mühendisler, şehir plancıları gibi birçok disiplinden uzmanın, sivil toplum kuruluşlarıyla beraber bir kent hayali üzerinde tartışması ve bir kent illüzyonu ortaya çıkarması gerekir. Sonra bu kentin nasıl yaratılacağı plancıların geliştireceği bir konudur. Bu elbette vakit ve enerji alacak bir süreç. Diğer taraftan bölgedeki insanların barınma ihtiyacının karşılanması için çadır kentler kurulmuş olsa da burada uzun süreli bir yaşam düşünmek pek sağlıklı ve insanca değil. Prefabrik konutlar, konteyner şehirler gibi ara çözümlere başvurulabilir. Bu dönem, hem bölgedeki insanların normal hayata geçişinin sağlanmasına yardım edecek hem de olması gereken şehir tahayyülü üzerinde çalışmalara başlamak için zaman kazandıracaktır.
Boğaçhan D.: Depremin yaşandığı, hayatın durduğu her alanın, bölgenin durumu, ihtiyaçları ve olanakları farklı. Yerinde, örgütlü ve hedefli bir programla sahada aksiyon alarak adımlar atmayı gerektiren bir gerçeklik var. Şu anda el yordamıyla yapılan adımların da ciddi bir etkisi olduğunu görüyoruz. Her bölge kendi koşullarında özel olarak çalışılmalı. İşin insan-doğa-kültür ve ekonomik hayata dair tüm ülkeyi etkileyen bileşenleri var. Ve kurulacak modellerin bilgiye dayalı, çok boyutlu düşünme ve problem çözme becerileri olan insanlar tarafından yönetilmeye ihtiyacı bulunuyor.
Nevzat S.: Geçici yapılar konusuna yoğunlaşmak ve konteyner yaşama mekânlarını gündeme getirmek, alçak, yoğun, dayanıklı, sökülüp dönüştürülmesi kolay strüktürlerle uğraşmak gerekiyor. Bunlar sonradan sökülerek ya da korunarak farklı işlevler için kullanılabilir olmalı. Kişisel olarak yapılabileceklere koşturuyoruz ama felaketin boyutu çok büyük ve bu konuyla ilgili devlet kurumları darmadağınık. Onlar seçimler öncesinde, bir an önce ortadaki pisliği halının altına süpürmek istiyor. Londra’da “Container City” diye bir bölge vardır. İyi bir örnek olabilir ve irili ufaklı birçok mimarlık ofisinin birbirine eklenen destekler vermesini sağlayabilir. Ama bunun için de bir ‘irade’ gerekiyor ve ne yazık ki yok. Kaçak yapılara izin verip, sonra bunları imar affıyla yasallaştıran ve bu suç ortaklığını yayarak herkesi suça dahil ederek konuşamaz hale getiren iktidarın en iyi bildiği şey, bu kötülüğü üretmek. Oysa bu yapılabilse, hem acil duruma nitelikli bir çözüm bulunur hem de yeni ve sağlıklı şehirlerin planlanması için e zaman kazanılabilir.
Yeşim Özgen K.: Burada bizim çok disiplinli çalışma alışkanlığımızın olmamasının etkileri söz konusu. Bu soruya doğru cevabı bir mimarın verebileceğini düşünmüyorum. Bu süreçte bir psikolog, sosyolog, toplumbilimci yer almalı ve hatta bu insanların çalışma alanları da o bölge olmalı. Bu kişiler o kültüre ve kimliğe hakim olabilmeli. Burada travma sonrası bir iyileşme sürecinden bahsediyoruz. Bu yalnızca bir barınma sorun değil bir yaşam meselesi. İnsanlar bundan sonra ben ne yapacağım diye düşünüyorlar. O nedenle bizlerin çok disiplinlilik meselesini ciddiye almamız gerekiyor.
Önce insanları sarıp sarmalamak lazım. Bu mimarlardan ziyade psikologlarla yapılacak bir şey. Bu travmayı nasıl çözeriz sorusunun çok boyutlu ele alınması gerekiyor. Mesele hemen ev vermek değil. Buradaki bir barınma problemi değil gelecek kaygısı. Şu anda insanlar geleceğe bakamıyorlar. Japonya’daki Kobe depreminden sonra ilk yapılan şey tekil çadırlar yerine büyük, sosyal çadırlar kurmak oldu. Çünkü tek çadır insanları kötü anılarıyla baş başa bırakmak anlamına geliyor. Eğitim çadırları kurulmalı ve okullar bu büyük termal çadırlarda eğitime devam etmeli. Küçük yaş grupları için anaokulu çadırları olmalı ve bu çadırların da çevresinde gözlem yapan sosyal bilimler uzmanları çalışmalı. İnsanların o çadır alanında bir iş bölümünde yer alması da önemli.
Elimizde maksimum 10 yıl var. Dolayısıyla risk analizini yapıp, ciddi bir şekilde ortaya koymamız, bu riske hazırlanmamız, eğitim binalarının ve kamu yapılarının sağlamlığından emin olmamız gerekiyor. Soru “Deprem olacak mı?” değil, “Deprem olduğunda ben ne yapacağım?” olmalı. Mimarlığın her konuda karar alabileceğini düşünmek çok yanlış. Afet sonrasında da mimarlık olarak karar almadan önce çok disiplinli olarak, oradaki kültürel birikimin geleceğe nasıl taşınacağına bakmak gerekiyor. Süreci etaplayarak düşünmek önemli. İnsanlar evlerinden uzağa gitmek istemiyorlar. Ve mimarlığın çadırlar ötesinde üretebileceği çözümler var. İlk etapta kolay kurulabilen geçici strüktürlerden oluşan ve gündelik hayata geçişe yardımcı olacak, sosyal toplanma alanlarını da içinde barındırabilecek yerler kurmak gerekecek belki. Ben bu konunun uzmanı değilim ama Gölcük depreminin ardından travma sonrası süreçle ilgili çevre psikoloğu Melek Güregenli’nin bizlere anlattıklarından hareketle söyleyebilirim ki insanların birbirlerine yakın olup birlikte yaraları sarmaya ihtiyacı var.
Mehmet A: Bu süreçte insanların geçici yaşam alanlarına duyacağı ihtiyaç tartışılmaz bir gerçekliktir. Şu an kalıcı yerleşim birimlerinin inşasından ziyade geçici yaşama alanlarının inşasındaki eksikliklerin giderilmesi için gerekli siyasi iradenin önceliklendirilmesinin daha doğru olacağı kanaatindeyim.
Bu geçici yaşam alanlarını modüler esnek bir kurguda hafif çelik ya da prefabrike diğer elemanlarla hızla yapmak mümkün. Bu geçici yaşam alanlarının ne yazık ki insanlara bir yıldan daha uzun yaşam alanı olacağı gerçeğini de kabul etmeli ve ona göre ileride oluşabilecek ihtiyaçlara cevap verebilecek esnek kurguda inşa etmeliyiz. Bu geçici yapılar kalıcı ünitelerin inşası sonrasında da yeni birimlere dönüşerek kente hizmet edebilir olmalıdır. Böyle zamanlarda bir arada durabilme kültürümüzün en büyük avantajımız olduğuna ve bunu kullanarak bu kentleri yeniden var edebileceğimize inanıyorum.