Ahmet Öğüt’ün beş yıl aradan sonra Türkiye’de gerçekleşen kişisel sergisi “It can and has been” Dirimart’ta 1 Eylül’de açıldı. Sergide izleyiciyi stratejik kurgularla şaşırtmayı hedefleyen Öğüt’ün eserleri, kültürel açıdan problematik olan birçok konuyu disiplinler arası ölçekte tartışmaya açıyor. Ahmet Öğüt bu sergisinde olağandışı bireysel hikâyelerin eşliğinde, izleyiciden sergiye girerken rıza alınması, İstanbul’un yakın geçmişi, sinema salonları, iletişim, şehirlerarası bir otobüsün ve yanında rezervasyon ile hizmet veren bir İstanbul otelinin yansıması gibi çok boyutlu ve kültürlü birçok konuyu dikkat çekici bir bütünlük ve çarpıcı bir algı oyunu ile izleyiciye sunuyor. İzleyiciyi neredeyse bir performans sanatçısına dönüştüren, Dirimart’taki “It can and has been” sergisi 3 Ekim 2021 tarihinde sona erdi.
Müze Sergisi Ayarında
-
Uzun zamandır İstanbul’da bir serginizi izlememiştik. Bu açıdan beş yıl sonra Dirimart’ta açılan “It can and has been” serginizin kavramsal ve formal boyutundan söz eder misiniz?
İstanbul’da 2016 yılında Alt Bomonti’de gerçekleştirdiğim sergiden bu yana kapsamlı bir sergim olmadı. Merdiven Art Space’de sergilediğim bir projem ve Protocinema’nın gezici gösterim programları dışında işlerim genel olarak ülkede uzun zamandır görülmedi.
Dirimart ile tek seferlik bu iş birliğimizin en başından beri bunun sıradan bir galeri sergisi olmayacağına, sergiyi kavramsal ve mekânsal olarak planlarken bir müze sergisi ayarında olması gerektiği konusunda fikir birliğine vardık. Öncelikle izleyicinin sergiyi gezerken yaşayacağı deneyimi kurguladım, sonrasında hangi sanat yapıtlarının bu mekânsal yapıya dahil olacağına karar verdik. Sürprizleri bozmamak için fazla detaya girmiyorum bu aşamada.
Baldwin’den Sun Ra’ya
-
Serginizde İstanbul üzerinden olağandışı gerçek öykülerin de izlerini görüyoruz. Bu sergi İstanbul ve bireysel öyküler üzerinden nasıl kurgulanıyor? Sergi İstanbul’un yakın tarihli belleğinin problemlerini ve toplumsal düzendeki çelişkileri kolektif biçimde bir düzlemde değerlendirirken, bireysel yaklaşımlar üzerinden bunu nasıl eleştiriyor?
İstanbul serginin merkezinde ama sergi sadece İstanbul hakkında değil. Hem gündelik, güncel İstanbul; hem de James Baldwin’i 70’lerde hayata tekrar bağlayan; Another Country, The Fire Next Time, and No Name in the Street gibi en önemli kitaplarını yazdığı, Sun Ra ve orkestrasının Beyoğlu’nda bir kamyonun arkasında 1990’da sokaklarda konser verdiği, Erol Mintaş’ın çekimlerini Tarlabaşı, Esenyurt ve Doğubayazıt’ta gerçekleştirildiği ve kentsel dönüşümün melankolisini en gerçekçi dille anlattığı Annemin Şarkısı/Klama Dayîka Min filminin vuku bulduğu, Yeşim Ustaoğlu’nun hafızalardan silinmeyen Güneşe Yolculuk filmi gibi daha nice örneklere yaratıcı olarak ilham veren bir İstanbul tahayyülü var sergide. Sergi, İstanbul’dan çıkış noktasını alıp, dünya genelindeki gerçeküstü ya da kurguymuş gibi görünen toplumsal gerçekliklere bakıyor.
-
Serginizde hangi disiplinlerden eserlerinizi izliyoruz?
“It can and has been” disiplinler ötesi bir sergi. İşleri yerleştirmeler, makale belgeseller, videolar, desenler, kolajlar, diye ayırmak sergiyi tanımlamak için yetersiz kalır. Bazı anlarda işin nerde başlayıp, nerde bittiğini, sergide neyin bir sanata eseri olup, neyin bütünsel bir sergi deneyimin parçası olduğunu ayırt edemediğimiz durumlar sıkça olacak gibi görünüyor.
“Rızanızla…”
-
Sergi girişinde izleyiciden öncelikle rıza alınıyor. Günümüzde artık her adımda KVK (Kişisel veri kullanımı) haklarımız ve izinlerimiz “zorunlu değilmiş gibi” alınıyor. Siz de sergi girişinizde izleyiciyi yeniden bir izin ile karşı karşıya getiriyorsunuz. Bunu serginin bütünselliği içinde nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu bir farkındalık olarak yorumlanabilir mi?
Geçmişte bu tip sergiler yapılırken hep minimal hatta bazen büyük oranda risk faktörü olurdu. Mesela 1960’lar 70’ler de yapılan, büyük müzelerin koleksiyonlarına o dönemlerde dahil edilmiş bazı işleri bugün aynı müzeler depolardan çıkarıp sergileyemiyor. Müzelerdeki sağlık ve güvenlik görevlileri küratörlere ve sanatçılara o izinleri artık kolay kolay vermiyorlar. Neredeyse sergi gezme deneyimindeki risk faktörü sıfıra indiriliyor çoğu zaman. Risk faktörünü tamamen ortadan kaldırmak, minör bir seviyede de olsa sergilerde beklenmedik heyecanlar ve sürprizler yaşama olasılığımızı çok azaltıyor. Biz elbette izleyiciyi ciddi bir tehlikeye atacak bir mekân tasarlamadık, ama sergide alışılmadık bir atmosfer yaratırken bazı sürprizlerden de feragat etmemeyi istedik ve sergiye girenlerle bu yaklaşımımızı onların rızasıyla önden paylaşmak istedik.
“Resim Yapardı, İyiydi de…”
-
Sergide alıntı eserler olarak ikinci girişte izleyiciyi “Bu bayrağı renkli görmenin tek yolu yakmak ve Resim yapardı aslında iyiydi de…” yapıtlarınız karşılıyor. Biri bayrak, diğeri neon olan bu iki eserden ve serginin diğer işleriyle nasıl bir diyaloğa girdiğinden söz eder misiniz?
Resim yapardı aslında iyiydi de… cümlesi Ekşi Sözlük’te birinin hakkımda yıllar önce yazdığı bir cümle. Benim geçmişimi ve bugünkü sanat pratiğimi çok iyi özetliyor. Aslında mesele resim yapmaya devam edip devam etmeme isteğinden çok, sanatla kurduğum ilişkinin malzeme odaklı ya da medyum odaklı bir yönelim benimsemesinden ziyade, sanatın pratiğimde fikir, işlev, niyet, aciliyet üzerinden bir aygıta dönüşmesine dair.
“Bu bayrağı renkli görmenin tek yolu yakmak”, Hollandalı kavramsal sanatçı Marinus Boezem’e ithafen yaptığım bir çalışma. Boezem’in çok sevdiğim bir yapıtı vardı: üzerinde onu renkli görmenin tek yolunun yakmak olduğu yazılı olan siyah beyaz bir posta kartı. Bu işi bayrak olarak üretmenin daha da manidar olacağını düşünerek yapmıştım.
-
İzleyiciyi sergide algı oyununa sürükleyen bir oda kurgunuz var. “Yerçekimsiz Oda” olarak yarattığınız bu odada video, mail art üzerinden zarf ve pullar, baskı ve kolaj gibi birbirinden farklı serilerinizi bir araya getirerek yeni bir imge coğrafyası yaratıyorsunuz. Bu odanın içeriğinden ve sergideki yerinden söz eder misiniz?
“Yerçekimsiz Oda”, sergi içinde minik bir sergi. Klasik bir beyaz küp ama tek farkı, odanın yerçekimsizlik hissi vermesi ve işlere yamuk bakmak zorunda olmak. Bu odada yer alacak işler arasında; dünyanın farklı yerlerinde vuku bulan, gerçek dışı görünen ama yasanmış ülke sınırlarını geçme hikayelerinden yola çıkan desenlerden oluşan Fantezilerdeki Fantastik Fiziksel Dünya serisi; postadan devşirme malzemelerle oluşturduğum Muhtemelen Özüretilmiş Posta Sanatı Arşivi, Türkiye, Malta ve Malezya’dan topladığım zarflar üzerine Genesis Breyer P-Orridge, Lee Lozano, Mierle Laderman Ukeles, On Kawara, Anna Banana, Luc Fierens, Hans Ruedi Fricker’in ürettikleri ve Sol LeWitt’in Eva Hesse’ye postaladığı mail art işlerinden esinle yaptığım seri; ve Kayıt Tarihi: Temmuz 95 başlıklı Güney Kore, Fransa, Rusya, Almanya ve Japonya’da Reuters Haber Ajansı tarafından haberleştirilmiş olaylarla benim kendi seyahatlerimde çektiğim fotoğraflarımla uyarlayıp oluşturduğum kolaj serisi.
İstanbul Sinemaları
-
İstanbul’un kültürel tarihi içinde de önemli bir yeri olan kamusal olarak geçen sinemalara sergide değiniyorsunuz. Daima müdahale halinde bırakılarak “modernleştirilen” sinema salonlarına bir atıfla bulunduğunuz bu yaklaşımda neleri sergide sunuyorsunuz? Nasıl bir görüntü bizleri karşılıyor?
İstanbul ve sinema salonu denilince akıllara ilk gelen, 2013’te orijinal binası yıkılan Emek Sineması. Bu bina sinema olmadan önce Avcılar Kulübü, Rum Atletik Jimnastikhanesi, ardından da “Nouveau Cirque” (Yeni Sirk) ve Tekerlekli Paten Pisti’ne mekân olmuştu. İlk olarak “Yeni Tiyatro” sonrasında da “Melek Sineması” adıyla anıldı. Yeniden inşa edilen binada sinema Grand Pera’nın 5. katına taşınmış ve eskiden bulunduğu yere mağazalar inşa edildi. Biz sadece “Sineması” yazan tabela ve kullanılmış sinema koltuklarıyla izleyiciyi son yaptığım iki kısa belgeseli izlemeye davet ediyoruz: Çağdaş sanatçıların evle ilgili ikonikleşmiş işlerinden kesitleri bir araya getirip kurguladığım Evde Üretilmiş Yapıtlar ve çağdaş sanatın yanı sıra müzik de yapan çağdaş sanatçıların konu alındığı Sanatçılar Müzik Yapınca adlı makale-belgeseller.
19. Yüzyıla Ait Bir Otel Odası
Aslında bildiğimiz gibi bu şehirlerarası otobüslerde mevcut olan bir bölüm, bagajların konulduğu bölümlerden biri uzun yolculuklarda yorgun şoförler için tasarlanmış bir dinlenme odası. Biz bu dinlenme odasını gelen izleyicilere açıyoruz. Dileyen rezervasyon yapıp orda dinlenip zaman geçirebilecek. Fikirlerden birisi kentin kültürel hafızasının önemli bir parçası olan Büyük Londra Oteli’nden ilham alan bir otel odası.
Bu Dünya Sadece Bizim Değil
“Kurumları İşgal Eden Canlılar” serisi gözden kaçmış bir mevzuya odaklanıyor. Biz müzeleri ve sanat eserlerini tasarlarken izleyiciyi kimle ve neyle sınırlıyoruz? Bu sorunun cevabı var olan örneklerde yatıyor. Bu seriye de o örnekleri bir araya getirmek ve birlikte düşünmek için başladım. Kuzey Norveç’teki misafir sanatçı programı yapan kurum Artica Svalbard’in bulunduğu bölgede insan nüfusundan çok kutup ayısı var. Bölgeye konuk olan sanatçılar tüfekli sadece korumalar eşliğinde yürüyüş yapabiliyorlar. Kamboçya Ulusal Müzesi’nin çatısını devasa bir yarasa kolonisi işgal etmişti; Boston Güzel Sanatlar Müzesi, mikro ölçekli zararlı canlılardan kurtulmak için bir Weimaraner köpek işe alıyor. Tate Modern’in kulesinin tepesinde, Londra’nın göbeğinde iki tane Peregrine Şahini yaşıyor. Onomichi şehrindeki Sanat Müzesi’ne iki yıl boyunca düzenli olarak girmeye çalışan bir kediye güvenlik görevlileri tarafından izin verilmiyor. Sanat kurumları diğer canlıları kurumların içinde istese de istemese de o canlılar ve kültürler bir arada yaşamanın yollarını hep buldular ve bulacaklar.
Şehirlerarası Otobüs
Mekânın içinde şehirlerarası bir otobüs var. Jim Jarmusch’un “Limits of Control”ünün son sahnesinde “Buraya nasıl girdin?” (yüksek güvenlikli sığınağı kastederek) diye soranlara ana karakteri canlandıran Isaach De Bankolé’nin dediği gibi, “Hayal gücümü kullandım!” Otobüs her ne kadar mekânda büyük bir yer kaplasa da içinde ya da etrafında olup bitenler göründüğünden daha mütevazı jestler içeriyor. Otobüs, başlangıç noktası olan İstanbul’da olmasına rağmen gideceği istikameti de gizlemiyor. Kavramsal olarak (nispeten fiziksel olarak da) zaten yerinde duran bir otobüs olmayacak, izleyicilerin sadece otobüse bakmayıp dilerlerse otobüsle belli bir zaman geçirmelerine olanak veren fikirler var.